Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. HAYALETİN GÖRÜNEN YÜZÜ

@hayalrafya

Büyük Hanım oyalanmaktan nefret ederdi. Bu yüzden hızlı çalışmıştı. Seri davranmıştı. Belirli bir düzeni vardı ve ayarlayacağı tüm organizasyonlarda aynı düzenin kurallarını takip ediyordu.

Sadece iki günde konuşmuş, İstanbul’dan bir orkestra getirmişti. Canlı müziği gösteriş için kullanmaya epey kıymet veriyordu çünkü. Otelde çıkan yemekleri sevmediği için dört farklı yemek şirketiyle görüşmüş, beş aşçı ayarlamış ve güzel bir nişan menüsü çıkartmıştı. Maral ve Nazar’ın nişan kıyafetlerini seçmeyi de ihmal etmemişti.

Bu listenin daha çok uzayıp gittiğini biliyordum ancak tüm ayrıntılara vakıf değildim. Hazırlık süreci içerisinde bana söylenenleri yapmaya meyilliydim, o kadar. Ki bana söylenen de ‘ayakaltında dolaşma, Sinan. İşimize engel olma, Sinan,’ ifadesinden ibaretti.

Benim için anlamsız, Büyük Hanım ve ekibi için anlamlarla dolu iki gün geçip gitmişti. İkinci günün sonunda ise buradaydık işte. Yeni yapılan otellerden birisinde.

Geleneksel salon ile modern davet salonlarının birleşimi olan balo salonunun son rötuşları tamamlanıyordu. Artık nişan törenine saatler kalmıştı.

Onur ile birlikte otelin lobisindeydik. Süs havuzunun karşısındaki oturma grubuna yerleşmiştik. Orta sehpaya tabak tabak bırakılmış kuru pastaları yemekle meşguldük.

“Vişneli olanlar daha güzel,” dedi Onur.

Vişneli kurabiyelerden ikisini önce avucunun içinde sakladı. Hemen sonra pantolonunun cebine sıkıştırdı. Ve bir diğerini de gözlerimin içine bakarak ısırdı.

“Bilmiyorum ki güzel mi, değil mi,” dedim. “Bana da bırakırsan tadına bakabilirim.”

Aldırmadı. Ağzını ve ceplerini eş zamanlı olarak doldurmaya devam etti. Sevimli bir çocuktu aslında. Ancak sinir bozucu bir sevimliliğe sahipti. “Tabakta duruyor işte, amca. Oradan alsana.”

Dört tane kuru pasta tabağı vardı. Beş tane vişneli kurabiye kalmıştı. Ve ben hangisini almaya yeltenirsem yelteneyim Onur, beni savuşturup kendisi kapıyordu kurabiyeyi.

Pekâlâ, büyütülecek bir konu değildi bu. Yine de Onur ile uğraşmam için iyi bir fırsat vardı önümde. “Nasıl alacağım? Tabaktakileri çalıyorsun, farkındasın değil mi?”

Duraksadı. İfadesiz yüzünü içli bir şekilde kırıştırdı. “Farkındayım tabii ki,” gürültüyle burnunu çekti.

“Neden yüzünü öyle yaptın?” diye sordum.

“Nasıl yaptım?”

“Neden ağlayacakmış gibi yüzünü buruşturdun?”

“Çünkü ağlayacağım,” dedi küskün bir edayla.

“Ne oluyor, Onur ya?” diye sordum. Amacım sadece ona takılmaktı. Sadece eğlenmek için yapmıştım. Birlikte eğlenebilmemiz için. Fakat durum, farklı bir yere sürüklenmeye girişmişti ansızın.

Onur, bir drama ustasının sakinliğiyle ilk gözyaşı damlasını yüzünden düşürdü. Bir başka kurabiyeyi daha ısırdı. “Olan şey sensin,” ağzı doluyken konuştuğu için sesi homurtu gibi çıkıyordu. “Kekleri çaldığımı fark etmemen gerekiyordu.”

Otel görevlileri dört bir yanımızdan hızla gelip geçiyorken Onur’a bakmayı ihmal etmiyorlardı. Onun ağladığını Büyük Hanım’a söylemeyi ihmal etmeyeceklerdi, kesin.

Ve basit birkaç kurabiye yüzünden suçlu yine ben olacaktım. Harika!

Kuru pasta tabağından uzaklaşıp oturduğum koltuğa yaslandım. “Kurabiyeleri gözümün önünde çalıyorsun. Gizli saklı olmadan. Fark etmemem saçma olurdu, değil mi?”

“Oyunbozansın, amca. Çirkin bir oyunbozansın.” Omuzlarını kaldırıp indirdi. “İyi ki de söylemişim.”

“Neyi söylemişsin?”

“Bana ne.”

Dişlerimi sıktım. “Neyi söyledin, Onur ya?”

Uzatmadı. Söylediği şeyden keyif aldığının neredeyse altını çizercesine konuşmaya başladı. “Geçen gün evden kaçtığını söyledim,” dedi. “Hem de Büyük Hanım’ın çarşaflarını kullanarak.”

“Söyledin mi?”

“Evet.”

“Hani Yeşilçam operasyonu kardeşiydik?”

“Sen o kardeşliği çoktan bozdun, amca.” Cümlesi biter bitmez orta sehpanın altına girerek gözden kayboldu.

“Onur,” dedim. Eğilip sehpanın altına baktım. Sehpanın altına yeni girmiş olmasına rağmen yok olmuştu çoktan. Sanki orada bir kara delik vardı da sevgili yeğenim içine atlamıştı. “Onur diyorum, neredesin?” defalarca seslendim. Cevap vermedi. Bu çocuk gerçek bir saklambaç ustasıydı resmen.

Ona takılmanın böylesine pahalıya patlayacağını asla tahmin edemezdim.

İç çekerken sıkıntılı bir ruh haline bürünmüştüm çoktan. Gerginlikle saçlarımı karıştırdım. Onur ile iş yapmaya karar veren yarı yolda kalırdı. Yüzde yüz farkında olduğum acı gerçeğin neticesinde yarı yolda kalmıştım.

Büyük Hanım kendini nişan töreni hazırlıklarına kaptırdığı için şanslıydım. En azından birkaç gün daha Onur’a toplattığım çarşafların ve evden kaçıp gidişimin hesabını soramayacaktı.

“Sinan,” dedi tanıdık bir ses. “Bakıyorum da çocukla çocuk oluyorsun.”

Bu ifadesinden abimin, Onur ve benim tartışmama bir şekilde kulak misafiri olduğunu anladım. Neyse ki çarşaf mevzusunu gündeme taşımaya yeltenmemişti. Bilemiyorum, belki o kısmı duymamış da olabilirdi. Her halükarda kaçışımı konuşmadık.

Ayakta durmayı bıraktı. Oturduğum koltuğun karşısındaki berjere oturdu.

“Senin bu oğlun var ya,” dedim orta sehpanın altını işaret ederek. “Tam bir ömür törpüsü, gerçekten. Hırsızlık yaptığını biliyor muydun?”

Abim ellerini çaresizce iki yana açtı. “Vazgeçirmeye çalışıyorum.”

Uzanıp aldığım bir bardak soğuk suyu tek seferde içtim. Lobide yoğun bir uğultu vardı. Ara sıra Büyük Hanım’ın emirler yağdıran sesi duyuluyordu. İşittiğim topuklu ayakkabı sesleri düşüncelerimi deliyordu ve en kötüsü, Kemal Ağcı’ nın kahkahası uzaklarda bir yerlerde yankılanıyordu.

Tüm bu hengâmenin içinde süs havuzunun tatlı mırıltısına odaklanmaya çalıştım. Az biraz sakin kalabilmemdeki yegâne etkendi kendisi.

Sonra bakışlarım abimin eline takıldı. Etrafı izliyor, dalgınlıkla, parmağındaki alyansı çevirip duruyordu.

“Onca yıla rağmen,” dedim. İlgisini bana verdi. Kaşlarımı havaya kaldırarak alyansını kast ettim. “Hâlâ alışamadın mı?”

Kısa ömürlü bir gülümseme bahşetti. Bu defa bizzat bakıyorken alyansı çevirdi ve çevirdi.

“Alıştım. Alışkanlıktan yapıyorum bunu,” dedi artık parmağını serbest bıraktığında. “Biliyor musun, Sinan, insan iyi kötü demeden her şeye alışıyor.”

Eğildi. Dizime iki üç kez vurdu. Olayın yönünü bana çevirmişti birden. “Sadece biraz zaman tanı kendine. Sen de alyansına alışırsın.”

Kafamın içi çelişkilerle doluydu. Söz konusu rüyam, uçurumun tepesinde duran Maral, intihar etmeye kararlı olan Maral…

Sonra beni öpen Maral, sorun olmadığını söyleyen Maral ve hep gülümseyerek bakan Maral…

Sadece iki günde değişen her olay.

Alışkanlık mı? Bir şeylere alışabilmek hobim sayılırdı. Fakat bunca tutarsızlığa alışmak ne kadar zaman alacaktı?

Maral’ın mutlu olması da intihar etmeyi düşünmeyi unutmuş olması da hoşuma gidiyordu. Onunla konuşmak, vakit geçirmek, muhallebi yemek hoşuma gitmişti.

Yine de rüyamdaki Maral, gerçek hayattaki Maral’a kıyasla saha sahici tepkilere sahipti.

Yoğun bir rahatsızlık hissediyordum. Birbirine uymayan parçalar vardı. Maral ve tavırlarının birbirine uymayan parçaları vardı.

Gözlerimi sıktım. Tutarlılığımı yitiriyordum sanki. Bir süre sonra ben de uyum sağlayacaktım. Olanlara ve yaşananlara, olacaklara ve yaşanacaklara...

“Alyansı ilk taktığım zamanlarda,” dedi kurup durduğum fikirlerden habersiz olan abim. “Sürekli kaybediyordum. Yani parmağımı sıktığı için çıkartıyordum. Çıkarttığım yerde kaybediyordum.”

Alyansın abimden bilhassa kaçtığını düşündüm. Kırık keyfim, bu noktada, gülmeye teşvik etmişti beni.

“Sonra,” dedim. “Nasıl barıştınız?” alyansı nasıl olup da parmağında tutabilmeyi başardığını soruyordum bir nevi.

“Yüzüğün ölçüsünü değiştirdim,” dedi. “Bak, Sinan. Benden sana bir abi tavsiyesi.” Sanki devlet sırrı açıklıyormuşçasına ses tonunu kısmıştı. “Sen, sen ol alyansını kaybedeyim deme. Biliyorsun, sırf bu yüzden Dilşah’la boşanıyorduk.”

Aslında sırf bu yüzden değil, en ufak bir tartışmada bile boşanma konusunu malzeme yapıyorlardı konuşmalarına. Abim ve Dilşah yengem, evlilik konusunda örnek alınmaması gereken bir çiftti kesinlikle.

“Siz,” dedim duraksayarak. “Farklısınız, abi. Sizin çok çalkantılı bir ilişkiniz var.”

Saniyesinde bozulmuştu. “Deme oğlum öyle.”

“Ama öyle… Mesela ben alyansımı kaybetsem bile Maral’ın olay çıkartacağını sanmam.”

“Bak sen,” dedi tek kaşını saçma sapan bir ima uğruna kaldıran abim. “Demek o kadar iyi tanıdın Maral’ı.”

İlk izlenim dedikleri şey, abartıldığı kadar önemliydi. İlk izlenimlerimize dayanarak ortaya koyduğumuz yorumlar ve eleştiriler yüksek ihtimalle doğru çıkardı. Ve ben, ilk izlenimlerimi güçlendirecek kadar çok vakit geçirmiştim müstakbel nişanlımla. O, gerçekten, kaybolan alyansların serüvenini kitap yapacak türde bir yazar değildi. Onun kitabında çok daha derin ve gizli olaylar devriye geziyordu, eminim.

“Tanıdım sayılır,” dedim.

Birkaç saat sonra alyans takacağım parmağımı gerginlikle ovuşturdum. “Abi.”

“Söyle, Sinan.”

“Biliyor musun, ben…” derin bir nefes aldım. Rahatsızlığımın bir kısmını -o anda- abimle paylaşmaktan çekinmedim. Tam yeriydi, ilk defa. Tam zamanıydı, yakaladığı en büyük alaka.

“Ben, Maral’ı ilk kez senin gösterdiğin fotoğrafta görmedim.”

Kaşlarını çattı. Sözlerimin gerçeklikle olan bağlantısını kurmaya çalışıyordu yüksek olasılıkla. “O ne demek, oğlum?”

“Maral’ı önceden tanıyordum demek.”

“Nasıl tanıştınız ki? Nerede tanıştınız?”

“Uçurum tepesinde.”

“Maral’la uçurum tepesinde mi tanıştın?”

“Evet.”

“Sinan, senin kafan mı güzel?”

“Hayır.”

“Ne geziyorsun oğlum sen uçurum tepelerinde? Maral’ın ne işi olur uçurum tepesinde? Ne saçmalıyorsun, Sinan ya?”

Abim nefes almak için duraksadığında -bir gayretle- olayı açıklamaya çalıştım. “Ben, aslında en başta uçurum tepesinde değildim.”

“Neredeydin peki?”

“Uçurumun altındaydım.”

“Niye oğlum, niye?”

“Resimlerimi yakıyordum.”

“Adamı delirtme, Sinan. Hızlı konuş. Seri konuş. Neden, lan?”

Ona kaybettiğim resim sergisinden bahsetmedim hiç. Çünkü o konuya girersek olay, yılan hikâyesine dönebilirdi. “Boş ver,” dedim. “Bilirsin beni. Depresyondaydım işte. Neyse, Maral uçurumun tepesindeydi. Rastgele gördüm onu.”

“Ne yapıyormuş, neden çıkmış ki oraya?”

“İntihar etmek için çıkmış. Zorla evlenmemek uğruna intihar etmek için.”

“Ciddi misin, Sinan?”

“Hiç olmadığım kadar ciddiyim, abi.”

Abim ve düşünceleri, birkaç endişeli, irdeleyici ve suskun dakika geçirdi. Akabinde konuşmaya devam ettiler. “Ne oldu peki? Sonra ne oldu?”

“Bir şey olmadı. Kurtardım işte onu.”

Saçlarını bozarcasına karıştırdı. Eminim Dilşah yengem buna da kızacaktı.

“Söylesene Sinan, neden bundan şimdi haberim oluyor?”

Omuzlarımı silktim. Ona şimdi haber veriyordum çünkü işler resmileşmeden evvel ansızın yoğunlaşmıştı duygularım ve ben, onların kötücül ağırlıkları altında felç olmak üzereydim.

“İlginç,” diye mırıldandı abim. “İntihar edecek birisine de benzemiyor hiç. Sanki… Seninle evleneceği için mutlu gibi.”

“Abi, bir insanın hislerinin böylesine hızlı bir şekilde değişmesi normal mi sence?”

“Ne demek istiyorsun, Sinan?”

Ben kendimi bile bilmiyordum ki demek istediklerimi bilgilendirebileyim. “Sadece,” dedim. “Tuhaf.”

Bana davranışları tuhaf. Aşırı ilgisi ve yakınlığı güzel ama tuhaf.

“Belki de başta korkmuştu,” dedi abim. Kendince aydınlığa çıkartmaya çalışıyordu durumu. “Sonra da senin gibi biriyle evleneceğini öğrenince mutlu olmuştur. Sevinmiştir, ne bileyim. Korkusu geçmiştir.”

“Benim gibi biri mi?”

“Aynen öyle, senin gibi biri. İyi çocuksun, Sinan. Kalbin temiz. Karşısına zalim birinin çıkacağını düşünmüş olabilir.”

Neden olmasın ki ya da böyle bir şey neden olsun ki? Böyle bir şey olur mu ki?

“Altında başka bir sebep arama diyorsun yani?”

“Ne olsun istiyorsun, oğlum,” diyen abim çenesini ovuşturdu. “Büyük bir entrikanın içinde olmayı mı bekliyorsun, anlamadım ki.”

“Bir entrika olsaydı,” dedim sıkıntıyla. “En azından bu kadar düşünmezdim. Mantıklı bir açıklamam olurdu.”

“Basitliği kabul et, Sinan. Geçmişe takılma, oğlum. Geleceğe bak.”

O anda sahiden geleceğe baktım ve karşı koridordan sırıtarak bize yaklaşan Kemal Ağcı’yı gördüm.

“Gelecekte bu var,” dedim koridoru işaret ederek. “Geleceğe nasıl bakabilirim ki?”

“Kahretsin,” dedi abim. “Geçmişle ilgili ne anlatıyordun?”

Ve ben daha geçmişin kötümser ruhunu çağıramadan, Kemal Ağcı yanımıza erişti. “Vay,” dedi harfleri uzatarak. “Kardeşlerim benim. Her yerde sizi arıyordum ama sonunda buldum.”

Orta sehpanın etrafından dolaştı, “Sarp abi.” Abim yüzünü buruşturup geriye çekilmeye çalışıyorken ona sarılmıştı çoktan.

Sonra bana döndü. “Gelsene, Sinan. Uzak durma öyle.”

Elimin tekini havaya kaldırdım. Bana yaklaştığı yerde -sertçe- durdurdum onu. “Bak canını seviyorsan diye söylüyorum, mesafeni koru Kemal.”

Moral bozukluğunu kanıtlarcasına nefesini dışarı üfledi. Çaprazda kalan koltuğun kenarına zıplayarak oturmuştu. “Sarp abi, senin bu kardeşin var ya… Şiddete eğilimli.”

“Kıymetli görüşlerine saygı duyuyorum, Kemal,” dedi abim alay edercesine. “Ama lütfen, bizi onlardan mahrum bırak.”

“Neden geldin ki sen?” diye sordum ilgisizce. En son balo salonunu kontrol edebilmek için çırpınıyordu. “Süslemelerle uğraşmıyor muydun?”

“Sorma ya…” elini dizine vurdu. “Üç koli süsü eksik getirmişler, inanabiliyor musunuz? Büyük Hanım’a söyledim. Adamların hepsini fırçaladı.”

Abim ağır ağır başını salladı. “İyi yapmışsın.”

“Sağ ol, Sarp abi. Beni takdir etmen mutluluk veriyor. Hem… Biliyorsun. Bunlar ciddi ayrıntılar.”

“Tabii.”

“Takip edilmeleri gerekiyor. Eksiksiz olmalılar. Anlıyorsun ya?”

“Tabii, tabii.”

Avuçlarını birbirine vurdu. Hevesle gülümsedi. “Onu bunu bırakın da size bir müjdem var.”

Olası bir baş ağrısına karşı parmaklarımı şakağıma bastırdım. Kemal Ağcı ’nın müjdesinin kara haber değerinde olacağına emindim. “Hiç merak etmiyoruz aslında. Merak ediyor musun, abi?”

“Yalan söylemeyeyim şimdi. Çok da umurumda değil.”

Kemal Ağcı, vurdumduymazlık konusunda bir dünya markasıydı. “Böyle yapmayın. Beni daha çok heveslendiriyorsunuz,” dedi. “Bakın şimdi, Nazar ve ben bir süredir konuşuyorduk ve bugün… Evet, tam da bugün bir karara vardık.”

“Sanki,” dedim. “Kararınız he neyse hiç hoşuma gitmeyecekmiş gibi hissediyorum.”

“Gidecek Sinan, hazır mısın?”

“Değilim.”

“Söylüyorum o zaman. Biz, yani kardeşinle ben, evlendikten sonra Lehçiler konağında yaşamaya karar verdik.”

Lehçiler konağı. Bizim ev.

Zihnimde fırtınalar koptu. Beynimi şimşekler vurdu.

“Sen,” dedi oturduğu yerden doğrulan abim. “Bizimle mi yaşayacaksın?”

“Evet.”

Dayanamayarak sordum, “Bunu kabul ettin yani?”

“Ettim tabii. Ne var?”

“Saçmalama, Kemal. Gidin kendi evinizde oturun işte.”

“Böyle konuşma, Sinan. Güceniyorum ama.”

“Yahu senin ne işin var bizim evimizde?”

“O konağın damadı olacağım ben. Nazar’la birlikte orada yaşayacağız. Orada yaşayacağım. Babanla Büyük Hanım onay verdi bile.”

“Kim gönderdi seni beni başıma? Nasıl bir varlıksın sen ya?”

Ayağa kalktım. Kemal’e yaklaşacağım sırada abim, kolumdan yakalayarak durdurmuştu beni. “Tamam, Sinan,” dedi.

Lakin tamam falan değildi. “Kamera şakası mısın, sen?”

“Anlamıyorum. Anlayacağım dilde konuş.”

“Ya, sabır.”

“Tamam artık, Sinan.”

“Tamam mı? Neye tamam, abi? Dediklerini duymadın mı? Sizinle yaşayacağım diyor y. Bizimle yaşarsa ne olur, biliyor musun?”

“Tahmin edebiliyorum, kardeşim.”

“Katil olurum, abi.”

Ve Kemal Ağcı, iç çekerken ona dönmemize sebep olmuştu. Ona baktım. Gördüklerim karşısında sinir hücrelerim halay çekmeye koyuldu. “Baksana şuna. Ağlıyor bir de.”

“Kemal,” dedi abim. Kızmıştı. “Şov yapma sen de.”

“Şov mu? Şov ne demek? Sizi kardeş bilmiştim, Sarp abi.”

“Hepsini bilinçli yapıyor,” dedim yumruklarımı sıkarken. Böylesine aldırmaz oluşu, olağanüstülüğe kayıyordu çünkü. “Bilerek yapıyor ya, söylüyorum sana.”

“Sinan.”

Abim, omuzlarımdan tutup sarstığında -istemeye istemeye- ona baktım. “Hadi sen git, dolaş biraz.”

“Abi...”

“Hadi diyorum, oğlum. Uzatma.”

Bu kez başıma geleni çekmek istemiyordum. Bu kez katlanmak ya da dayanmak istemiyordum. Fakat tüm öfkemi yuttum. Kemal’i ve abimi lobide bırakarak seri adımlarla yürümeye koyuldum.

Süs havuzunun yanından geçtim. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Ta ki bir koridorun köşesinde bekleyen annem, çatlak sesiyle, “Sinan,” deyinceye değin.

“Anne,” dedim Kemal’e olan öfkemi ona yansıtmamaya çalışarak.

“Konuşalım mı biraz?”

Planladığım eylemi öncelikli olarak teklif etmesi şaşırtmıştı. “Olur.”

“Gel bakalım.”

Onu takip ettim. Otelin arka bahçesine bana yarım daire şeklindeki balkona çıktık. Büyük Hanım, balkon civarındaydı. Siyah, pullu elbisesinin içinde katı bir yönetim merkezi olmuştu.

Onunla hiç konuşmadık. Galiba o da bize dikkat etmedi, pek. İşi başından aşkındı.

Demir sandalyeleri çektik. Karşılıklı oturduk.

Önce annemin konuşmasını beklediğim ve istediğim için sessiz kaldım.

Çok geçmeden -hüzün dolu ifadesiyle- beklentime karşılık verdi. “Hep bugünü hayal etmiştim,” dedi. Durgundu. “Evlendiğini, yuva kurduğunu, mutlu olduğunu görmeyi hayal etmiştim.”

Kemal’in ateşlediği sinir tarafından istila edildiğim için güldüm. “Mutlu değilim, anne.”

“Biliyorum.”

“Biliyorsun…” başımı iki kez salladım. “Biliyorsun ama göz yumuyorsun, öyle mi? Biliyorsun ama kabulleniyorsun, yani?”

Elinde tuttuğu ince, uzun, dikdörtgen şeklindeki kutuyu masanın üzerine bıraktı. “Başka çarem yoktu, Sinan.”

“O ne demek?” diye sordum sabırla.

Durdu. Sabrımı son raddesine kadar sınayarak suskunluğun gölgesinde kaldı.

“Konuşsana, anne. Bana bir şeyler söyle artık.” yüzümü sıvazladım. “Berdel olmak zorunda mıydı? Bu şekilde olmak zorunda mıydı, sahiden?”

“Hayatta bazı olaylar vardır, Sinan. Gerçekleşmeleri gerekir. Müdahale edemeyiz. Müdahale etmeye gücümüz yetmez. Durdurmaya gücümüz yetmez. Benim gücüm yetmiyor, oğlum. Yetmedi. Savaşacak kadar güçlü değilim.”

Bilmecelerden nefret ediyordum. Bir bilmece diyarının içine düşmüştüm sanki. Ansızın olmuştu. Hazırlıklı değildim.

“Anne,” dedim çaresizlikle. “Neden bahsediyorsun, sen? Anlamıyorum.”

“Zamanı geldiğinde anlayacaksın.”

Annem kapalı bir kutuydu. Sırrının çözülüp çözülemeyeceği meçhuldü.

“Neyin zamanı gelecek? Neyi anlayacağım? Neden şimdi söylemiyorsun ki?”

“İyi dinle beni, Sinan,” uzanıp elimi tuttu. “Kabullenmeni istemiyorum. Sen güçlüsün. Bunu biliyorum. Bunu görüyorum. Herkesle ve her şeyle savaşabilirsin.”

“Çıldırmamı istemiyorsan biraz daha açık konuş, anne.”

“Çıldırmayacaksın. Merak etme. Zamanı geldiğinde hepsini çözeceksin.”

“Saçma,” dedim. Elimi tuttuğu elini sıktım. “Başına güneş mi geçti senin?”

“Cevap veremeyeceğim sorular sormasan. Sadece dinlesen olmaz mı, Sinan?”

“Dinlemekten sıkılıyorum, biliyorsun.”

Karşımdaki sandalyeden kalktı. Yanımda duran sandalyeye oturdu. Yüzümü avuçlarının arasına aldı ve gözlerimin içine baktı. “Kıymetli oğlum benim,” dedi. Pekâlâ, tedirgin olmamak mümkün değildi.

“Sıkılsan da dinle. İyi dinle. Senden bir şey istiyorum.”

“Ne, ne istiyorsun?”

“Zamanı geldiğinde…”

“Anne.”

“Dinle, Sinan.”

“Peki.”

“Zamanı geldiğinde Büyük Hanım’a karşı çık, Sinan. Onu ezip geçmekten korkma sakın. Bu saçmalıkların arasında kalma. Kabullenme. Dâhil olma. Gerekirse canlarını yak, ama canını yakmalarına izin verme.”

Annemin bakışları adeta yalvarıyordu bana. Sanki dokunsam ağlayacaktı. Üzülüyordu. Neden böylesine derinden üzüldüğüne anlam veremedim. Şu sıralar, çevremde, anlam veremediğim sayısız olay çember çiziyordu. Ve Kemal Ağcı ‘nın açıp durduğu meseleler, tüm bunların yanında koca bir hiçten ibaret kalıyordu.

“Büyük Hanım’a karşı çık, Sinan,” dedi annem ısrarla. “Ben yapamadım. Sen ikimizin yerinde de yap.”

Yüzüme koyduğu ellerini çektim. Başımı hafifçe aşağı eğerek onunla göz göze gelmeye çalıştım. Fakat bakışlarını kaçırdı.

“Gerçekten,” dedim yavaşça. “Söylediklerinin tek kelimesini bile anlamıyorum, anne.”

“Anlayacaksın,” zoraki bir halde gülümsedi. “Şimdi sadece söz ver bana. Büyük Hanım’a karşı çıkacaksın, değil mi?”

Maral’ın ruh halini açıklığa kavuşturmak konusunda defalarca kez pes ettiğim gibi, annemin yalvaran kelimeleri karşısında da pes etmiştim.

“Söz veriyorum, anne,” dedim. “O bahsettiğin zaman geldiğinde… Büyük Hanım’a karşı çıkacağım. Ama o zaman, ne zaman?”

“O zaman seni bulduğunda anlayacaksın, oğlum.”

Başımı salladım. Sabah uyandığımda da hissetmiştim zaten. Bugün, garip bir gün olacaktı. Şu andaysa bugün, garip bir gün olma yolunda ilerliyordu. Belki de tüm garipliğin nedeni Cadı’ydı. Büyük Hanım’ın kedisi, Cadı. Sırf ona baktığım için başıma uğursuzluk kenetlemiş olan, Cadı.

Annem, masaya bıraktığı ince uzun kutuyu açtı. Kutudan kahverengi kordonlu, eski, bir erkek saati çıkarttı. “Bak, bu babanındı.” Kolumu kendine çekip saati bileğime takmaya koyuldu. “Artık senin takmanı istiyorum.”

Kafa karışıklığıyla, “Babam saat takıyor muydu ki?” diye sordum. Kendimi bildim bileli babamın kolunda asla saat görmemiştim.

Annem cevap vermedi. Yalnızca bana sarıldı. “Seni seviyorum, Sinan,” dedi.

Aynı şekilde sarılışına karşılık vardım. “Ben de seni seviyorum, anne,” tüm anlaşılmazlığına rağmen.

Büyük Hanım’ın sesini duyunca birbirimizden ayrıldık.

“Sinan,” dedi. “Takımın gelmiş. Git, giyin hadi. Nişan neredeyse başlayacak. Yeni gelin gibi oturma öyle.”

Anneme gülümsedim. Ve Büyük Hanım’ın tabiriyle ailemiz için, bir işe yarayabileyim diye giyinmek üzere bana ayrılan odaya doğru ilerledim.

*

İki yüz on yedi numaralı oda.

Kapının arkasındaydım. Maral ise kapının önünde, odanın içindeydi.

Büyük Hanım tarafından seçilen smokini giymiştim. Annemin, babama ait olduğunu iddia ederek koluma taktığı saatiyse çıkarmamıştım. Paketi hiç açılmamış parfümlerden birini kapmış, bolca sıkmış, beş dakika kadar da kuaför ziyaretinde bulunmuştum. Bu kadardı işte. Hazırdım.

Maral’a bakmak için ona ayrılan odaya neden gittiğimi bilmiyorum. Kırk yılın başında bir defa, içgüdülerimi takip etmek istemiştim yalnızca.

Yumruğumu havaya kaldırdım. Kapıya vurmaya yeltendim. Ve vazgeçtim. Oradan ayrıldım. Bir iki koridoru dolaştım. Ve bundan da vazgeçip yeniden iki yüz on yedi numaralı odanın önünde almıştım soluğumu.

İkinci kez buradaydım. Gittim. Geldim. Heyecanımla boğuştum. Üçüncü kez oldu. Dördüncü kez de ise artık kararlıydım. O kapıyı çalacaktım. Fakat bir şey oldu. Yine garip bir şeyler oldu.

Tam kapıyı çalacağım esnada içeriden sesler yükselmeye başlamıştı. “Gerçekten yapacaksın, yani?” diye soruyordu kime ait olduğunu çıkartamadığım cümle.

“Evet,” dedi bir diğer ses. Evet, bu ses. İşte bu ses, kesinlikle Maral’a aitti. “İyi çocuk aslında. Saf biraz da. Ama yapacağım. İşim bu.”

Kapıyı dinlemem yanlıştı. Ancak bu yanlışı delicesine gerçekleştirmek istiyordum. Kaşlarım hafifçe çatılırken eylemsizliğimi korudum ve içeriyi dinledim.

“Nasıl olacak peki?” dedi bana yabancı olan kişi.

“Bilmem. Kahvesini zehir atmakla başlarım belki,” dedi Maral.

Kahvesine zehir atmak mı? Bu gerçekten Maral mıydı? Ona ait olan ifadeler, neden böylesine acımasızdı?

“Yine de… Çok sıra dışı buluyorum tüm bu olanları.”

“Benim içi sıradan,” dedi Maral soğukkanlılıkla. “Sinan’ı öldüreceğim. Paramı alacağım. Biliyorsun, benim işim bu.”

Yutkunamadım. Nefes alamadım. Başımdan aşağı kaynar sular boşaldı ve ben öylece kalakaldım.

Sırtımı kapının yanındaki duvara yasladım. Şaka mıydı bu?

“Maral,” dedim ve onun sözlerini tekrar ettim. “Beni öldürecekmiş.”

Onu ilk gördüğüm andan beri Maral Ağcı, benim için bir hayaletti. Hayalet, yüzünü göstermişti şimdi. Hayaletin görünen yüzü, soğukkanlı bir katile aitti, öyle mi?

Instagram: hayalrafya

Loading...
0%