Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. KANIN VERDİĞİ KARAR

@hayalrafya

 

keyifli okumalar..

 

Bileğimdeki siyah kordonlu saati kontrol ettim. Bir bilinmezlik karşıladı beni. Bilgimin yetersizliğinden ve hat safhadan pozlar veren unutkanlığımdan dolayı ilk bakışta gördüğüm rakamların hangi rakamlara denk geldiğini çözememiştim. Kafamdaki karmaşık denklemi çözebilmek için; saatin kaç olduğunu anlayabilmek için birkaç ufak saniyeyi öylece heba ettim.
Yılın çifti ödülünü kaldırmayı her yıl başaran akrep ve yelkovanın iddiasına göre öğleden sonranın bitmesine yaklaşık otuz dakika kalmıştı. Kararmaya yüz tutmuş havada süzülen kuşlar, gördüğüm iddiayı doğrulamak istercesine çığlık attılar. Güneşin yatmaya koyulan ışınları ise kuşları can-ı gönülden doğruluyordu.
Düz bir ovadaydık. Yere oturmuş, sırtımı çınar ağacına yaslamıştım. Vurduğum, temizlediğim ve kor ateşte bir güzel kızarttığım kekliği yemekle meşguldüm. Yediğim keklik tek kişilik ziyafetimin ana yemeğiydi.
Benimle birlikte gelen diğer iki eşlikçim yemeğime ortak olmamıştı. Uzaktan izlemekle yetiniyorlardı ki uzaktan izlemekle yetinmelerinin haklı nedenleri vardı. Mesela; hem sağ kolum hem de korumam olan Selim, babamdan aldığı talimatlar doğrultusunda bırakın benimle aynı sofraya oturmayı yüzüme iki saniye dahi bakmazdı. Bakamazdı. Böyle yetiştirilmişti çünkü. Yemeğimi paylaşma ihtimali, olasılıksızlığa denkti.
Az ileride elindeki silahı titreterek tutan küçük kardeşim Fatih Meran’a gelecek olursak…
Ona on ikinci yaş gününü kutlamak için verdiğim bir görev vardı; konaktakiler için keklik vuracaktı. Keklikleri vurmadan yemeğime el sürmesine izin vermemekte kararlıydım. Hayatı boyunca armut piş ağzıma düş mantığı ile yaşayamazdı. Özellikle de bizimki gibi bir hayatta… Armudu yemek istiyorsa en başta hak etmesi gerektiğini er ya da geç öğrenecekti ki öğrenme sürecini yakına çeken bir ablası olduğu için şanlıydı.
Gerçi o, keklikleri vuruncaya değin ben zaten tüm kuşu yiyip bitirmiş olurdum. Muhtemelen konaktakilerle birlikte yiyecekti kendine düşen payı.
Önündeki çite yaslanmış, kolunu silahın ağırlığı ile bükmüş Fatih’e bezginlikle göz kulak oluyorken ısırdığım lokmayı –dirseğimden aşağı süzülen yağlara aldırmayarak– yuttum.
“Oğlum ağlamasana,” diye bağırdım. “Gören de adam vurduruyoruz sanacak.”
Sözlerimi duyduğundan emin olduğum kardeşim, bana dönmeyerek ağlamasına yürek verdi. Ağlamasının her bir santimini şiddetlendirdi. Gözlerimi devirsem de yerimden kalkmamıştım. Bu işi tek başına gerçekleştirmekle yükümlüydü. O kuşu vurmak mecburiyetindeydi.
Kızarmış kekliğimi yeniden ısırdım. Daha on iki yaşında olduğu için idrak edemiyordu ama ben onu geleceğe hazırlıyordum burada. “Bu senin doğum günü hediyen Fatih,” diyerek ekledim. “Doğum günü hediyeni yaşıyorken ağlayamazsın.”
Kafasını iki yana sallayıp mızmızlandı. “İyi de ben böyle bir hediye istememiştim ki.” Omzunun üzerinden dönüp yüzüme baktı. Ağlamaktan ötürü gözleri, yüzü ve biraz da yanakları kızarmıştı. Sergilediği perişan görüntüden memnun olarak lezzetli kekliğimi afiyetle tüketmeyi sürdürdüm. “Oyuncak araba istemiştim ben,” dedi yediğim kuşa bakıp daha çok depresyona girerken.
Şuna da bakın, açık açık şımarıklık yapıyor.
“Yok sana oyuncak araba falan.”
Kuru otların üzerine uzattığım bacaklarımı birbirinin üzerine attım rahatça. İşaret parmağımı gökyüzünde süzülen kanatlı yaratıklara çevirdim sonra. Biraz insaf ama ya… Sabah sekizden beri buradaydık. “O kuşu vuracaksın diyorsam vuracaksın. O kadar.”
“Ama,” dedi. Ağlamaktan ötürü kırılmış sesini ayarlayamadığı için yutkunması gerekmişti. Burnunu çekip aklına gelen fikri usulca açıklamaya koyuldu. “Ama o bir canlı.”
İçli olduğunu tahmin ettiğim bir şekilde göğü seyretti. “Onu vurmak istemiyorum abla.”
Fazla kelimesini aşağılayacak boyutta fazlasıyla hassastı. Kardeşinin geleceğini düşünmeyen sorumsuz bir abla olsaydım eğer keklik yemeyi bırakır, yerimden kalkar ve ona sıkıca sarılırdım. Hassaslığına sarılırdım en çok da. Lakin ben gelecekte onu bekleyenleri öngören sorumlu bir abla olduğum için kuşumdan art arda ısırıklar koparıp parmaklarımı yalamıştım.
“La havle…” dedim. Ağzım doluydu. Bu yüzden sesim boğuk çıkmıştı.
“Oğlum doğal denge derler buna.” Rüzgârın yüzüme savurduğu saçlarımı geriye attım. “Güçlü olan güçsüzü yener. Şu anda sen güçlüsün. Çünkü senin elinde silah var. Kuşu vuracaksın. Kuşu yeneceksin, anladın mı?” kemiğe yapışmış son parça eti de çekip koparttım dişlerimde. “Her şeyi benim mi söylemem gerekiyor? Sen hiç avını tuzağa çekerken ağlayan bir aslan gördün mü yahu? Okulda fen dersi görmüyor musun?”
“Görüyorum,” dedi omuzlarını düşürüp silaha umutsuzca bakarak. “Ama daha bu konuya gelmedik. Öğretmenim nasıl hayvan öldüreceğimizi anlatmıyor.”
Kaşlarını çatmıştı birden. Merakla beni incelemeye başladı. “Hem sen fen dersini nereden biliyorsun? Okula hiç gitmedin ki.”
Fatih Meran, benim sevgili küçük kardeşim, kelimelerin gücünü henüz keşfetmediğinden yaşadığım coğrafyanın getirisini acımasızca yüzüme vurmuştu. Bu tarz durumlara bağışıklık kazanmış biri sıfatına layıktım neyse ki. Sorun etmedim.
“Okul da neymiş,” dedim bozuntuya vermeyerek. Elimdeki kemiği, sönmeye yüz tutmuş ateşe fırlattım. “Ben hayattan iki diploma aldım zaten.” Ellerimdeki yağı ise eteğimin kumaşına sildim.
Silahı bir avucundan öteki avucuna atıp tutan Fatih, bu arada, ağlamayı hepten unutmuştu. “Anlamadım.”
“Senin anlayacağın şey ben değilim Fatih,” dedim sinirlenerek. Sabrımın son demlerini yaşıyordum artık. “Elinde tuttuğun o silahı anlayacaksın sen.”
Fatih durduğu yerde, ödüllü oyuncular misali gözpınarlarına tekrardan yaşları davet ediyorken sol tarafımda bekleyen Selim hafifçe kıpırdanmıştı. “Hanım Ağam,” diyerek mutlak sessizliğini baltaladı. “Çocuğun üzerine çok gitmeseniz mi?” şeklindeki önerisini kabulüme sunuverdi birden. “Korkuyor.”
Sanki kardeşimin korktuğunu görebilecek yetkinlikten yoksundum da bana tavsiye veriyordu. “Sen benim işime mi karışıyorsun Selim?”
İki adım geri çekildi. “Olur mu Hanım Ağam? Ne haddime.”
“Geride dur öyleyse,” dedim hem mevcudiyetine hem laflarına hitaben. Sonra kardeşimi almıştım odak merkezime. “Geçen gün ne diyordun sen bana Fatih?”
“Hatırlamıyorum,” dedi. Gizlemeden, saklamadan kaçmaya çalışıyordu. “Ne diyordum ki?”
Kuru otların donattığı topraktan destek alarak ayağa kalktım. “Ben artık büyüdüm. Erkek adam oldum. Bana çocukmuşum gibi davranmayın demiyor muydun?”
“Hı-hım,” diye mırıldandı. “Diyordum sanırım.”
Yavaş yavaş ilerleyerek ona yaklaşıyordum bir yandan. “Al, eline fırsat geçti işte.” Bayırı sakince indim. Selim de hemen peşimdeydi. Fatih ile aramızda yüz metre kadar bir mesafe kalmıştı. “Gerçekten erkek adam olduğunu bana kanıtlayabilirsin.”
“Nasıl kanıtlayacağım?” diye sordu.
Çark benim lehimde dönüyordu. Hafiften duruma alıştırmak adına, “Eline kan bulaştıracaksın,” dedim onun duyabileceği bir fısıltıyla. Sesimde yoğun bir hırs vardı.
O ise, “Anlamadım,” demişti masum itirafıyla. Hırsımın şahı, pabucunu birden dama attı.
Yüzünün önünde parmağımı şıklattım. “Kuşu öldüreceksin oğlum.” İşaret parmağımı yukarıdaki hareketlilere çevirdim. “Vuracaksın o kanatlı serseriyi.” Omuzlarını tutup kendine gelsin diye sarstım Küçük Bey’i. “Derin bir nefes al şimdi.”
Cam gibi mavi gözleriyle –bir kalp atımı süresi kadar– gözlerime baktı. Boş bakıyordu. Nefes almayı bırakın nefesin ne demek olduğundan dahi bihaber halde…
Bakışını yorumlayamayarak sordum. “Aldın mı?”
“Hı-hımm,” derken aldığı nefes kaçmasın diye ağzını açmamıştı.
Yine omuzları aracılığıyla yönünü çite döndürdüm. Elindeki silahın sağlamlığından emin olup kolunu havaya kaldırmasını sağlamıştım çoktan. Komutlarımı bir bir sıralamaya başladım. “Tek gözünü kıs.”
Bacaklarımı kırarak boy farkımızı az da olsa kıstım. Böylelikle tam kulağına nakledebiliyordum talimatlarımı. “Silahın emniyetini aç.”
Mekanik hareketlerle emniyet kilidini kırdı. “Aferin,” diyerek ekledim gururla. Yine de parmakları benden ürkmüyor değildi.
“Nefesini bırakma sakın. Beni unut. Selim Abi’ni unut. Kendini unut. Yalnızca kuşa odaklan.”
Telaffuz ettiklerim, algılarına ulaşabilsin diye kısaca bekledim. “Ve…” diyerek devam ettim. “Çek tetiği.”
Komutu vermemle tetiği çekmesi bir oldu. Keskin bir patlama duyuldu. Ateş etmişti Küçük Bey. Ancak atışı öylesine üstünkörüydü ki sadece önündeki çite isabet ettirebilmişti kurşunu.
Nefesimi, bıkkınlığımı duyurmak istercesine dışarı üfledim. Omuzlarını bıraktım ve sırtımı dikleştirdim. Yine hüsran. “Oğlum kaç defa dedim ya? Kız gibi ateş etmesene.”
Çenesini yukarı kaldırıp, “Kız gibi ateş etmedim ki,” diyerek itiraz etti. “Senin ateş ettiğin gibi ateş ettim.” Savunmaya bak! Bu savunmanın yanında Sokrates’in savunması da neymiş?
Fatih cümlesini bitirince arka taraftan gülme sesi gelmişti. Ama ses geldiği anda hemen kesildi. Dudaklarımı sıkarak korumama döndüm. Öfkelenmiştim. “O gülme sesi senden mi geldi Selim?”
Ellerini önünde kavuşturup kafasını eğdi. İlginç varlıklarmış gibi ayakkabılarıyla bakışıyordu. Kuru otları seyrediyordu. “Yok Hanım Ağam,” dedi kendini tekrar ederek. “Ne haddime.”
Yanımdaki iki erkeğe kız gibi ateş etmek neymiş göstermeye kararlıydım. “Şu silahı bana ver Fatih,” dedim sertçe. Silahtan kurtulmaya dünden hevesli olan Fatih, metal makineyi avucuma bıraktı telaşla.
Kavradığım kabzayı iki elimle tuttum. Nefesimi ciğerlerime hapsedip ahenkle süzülen kuşları öldürdüğümü hayal ettim. Arsız rüzgâr yeniden saçlarıma saldırmış sarı tutamları gözümün önüne atıyordu. Amacının menzilimi kapatmak olduğu belliydi. Yine de bir rüzgâra boyun eğecek dünkü çocuk değildim ben. Tetiğe arka arkaya üç kez bastım. Üç güçlü patlama çınlattı kulakları.
Nişan aldığım üç kuş da jet hızıyla toprağa düşerken, “Hiih!” diye haykırdı Fatih. Gördüklerine inanamıyordu besbelli. “Abla,” dedi hayranlıkla. “Galiba erkek adam olan sensin.” Yerinde zıpladı. “Vurdun.” Bacağıma dokundu yumuşakça. “Kuşları vurdun.”
“Vurdum,” dedim alçak perdeden savurduğum bir onaylama ile. “Şimdi koş kuşları getir bakalım.”
Silahı eteğimin beline sıkıştırdığım esnada çitlerin üzerinden atlayan Fatih, düz ova boyunca, kuşların düştüğü yere doğru koşmaya başlamıştı. “Hanım Ağam,” dedi gülmesinin karşılığını aldığını düşündüğüm Selim.
Ondan tarafa bakmamıştım. “Söyle.”
“Haber geldi.” Telefonunu yüzüme doğru kaldırarak karanlık ekranı görmemi sağladı. “Babanız dönmüş. Konağa çağırıyorlar.”
Karşıya bakmaya son vererek Selim’e çevirdim gözlerimi. Birkaç adım ilerleyerek yaklaşmıştım kendisine. Ben yaklaşınca refleks olarak geriye çekildi. Gözlerini hâlâ yerde tutuyordu. Bana bakmamaya dikkat etmeye çalışıyordu.
“Kuşları vurduğumu gördün mü Selim?” diye sordum ifadesiz bir tonlamayla.
“Gördüm Hanım Ağam.”
“Pekâlâ…” saçlarımı karıştırarak omzumun arkasına attım. “Bir dahaki sefere,” demiştim bastırarak. “Güldüğün şeylere dikkat edersin öyleyse.”
Kafasını sallamaktan başka bir şey yapmayınca sürdürdüm konuşmamı. “Bostan korkuluğu gibi durma orada öyle. Fatih’in kuşları getirmesine yardım et. Babamı bekletmeyelim. Bir an önce konağa gidelim.”
Selim aceleyle yanımdan ayrılırken çınar ağacının altına park ettiğimiz arabaya doğru yürüyordum ben de.
Genelde böyle özel davetlerle çağrılmazdım konağa. Eğer şimdi bir özel davet iletiliyorsa şahsıma... Önemli bir şey olmalıydı. Ama bizim ailemizde, aniden konağa çağrılmamı sağlayacak kadar önemli ne olabilirdi ki? Eh işte, bunun cevabını oraya gidince alacaktım.
*
Ağır tokmağı kaldırıp bıraktım. Kaldırıp bıraktım. Kaldırıp bıraktım.
Tokmağın çıkarttığı ses, ahşap kapıya vurdu. Vurulan ses taşlarda yankılandı ve konağın içini güçlü bir toklukta çınlattı. Çok geçmeden yardımcılarımızdan Hüma, bir telaşla gelmişti. Bozulan yazmasını bizi karşıladığında düzeltiyordu.
Konağın kapısını tamamen açıp kenara çekildi. Fatih koşarak avluya girerken ben, Selim’in, “Bana ihtiyacınız var mı Hanım Ağam?” sorusunu yanıtlamak için geride kaldım.
“Hayır gidebilirsin. Mekânları kolaçan et. Daha sonra beni bilgilendirirsin.”
Ayakkabılarının topuğunu birbirine vuran Selim asker selamı verip, akşamüzerinin karanlığına karışarak yanımdan uzaklaştı.
Hüma’ya bakmadan iki kısa basamağı çıkıp ben de avluya girdim. Fatih ortaya geçmiş heyecanla zıplıyordu. Bugün beni fazlasıyla sinirlendirmiş olmasına rağmen kuşları vurduğum için içine daldığı heyecanına gülümsemeden edemedim.
Akşam yemeği için hazırlanan masa avluya kurulmuştu çoktan. Örtü serilmiş, tabaklar inci gibi sıralanmıştı yan yana. Yeni dilimlenmiş sıcak ekmeğin mis gibi kokusu dolduruyordu burnumu. Kapının kenarından çekilen Hüma, mutfaktan getirdiği mezeleri beyaz örtünün üzerine yerleştirme görevine kaldığı yerden devam etti.
Hatırı sayılacak kadar olmasa da kalabalık bir aileydik. Her akşam bütün kalabalığımızla sofrayı doldururduk. Babam herkesi sandalyesinde görmeye bilhassa kıymet veriyordu. Ancak sofra kurulurken etrafta dolaşan, o aşina olduğum kalabalık ilişmemişti gözlerime. Yoğun bir sakinlik kol geziyordu etrafta. Masada yalnızca halam vardı. Babamın yerine, başköşeye oturmuş piyaz yiyordu. Belli ki yemeğe başlamak için ailenin toplanmasını gerekli bulmamıştı. Onun tez canlılığına istemsizce göz devirdim. Sabır kavramından yoksundu bünyesi.
“Ablam kuş vurdu,” dedi Fatih birden. Zıplamayı kesmemiş kekliklerin kanını yere damlatarak halama yaklaşıyordu. “ Dilan hala bak.”
Üçünü bir elinde topladığı ölü et taşıyıcılarını halama doğru salladı. Bu hareketiyle kan damlalarını daha büyük bir alana saçmıştı. “Bak hala. Ablam kuş vurdu.”
Hem kuşlara hem yerdeki kana tiksintiyle bakan Dilan halam yüzünü buruşturdu. Piyaz çatalını masaya düşürmüş, kafasını öteki yana çevirmişti. “Ay Allah aşkına mutfağa götür şunları Fatih.” Yazmasının ucuyla burnunu kapattı.
“Kana dayanamıyorum biliyorsun.”
Halamın zayıflığını keşfetmenin mutluluğunu yaşan Fatih, kuşları kadıncağızın üzerine tehditkârca kaldırmayı sürdürünce, “Denileni yap Fatih,” diyerek araya girmek durumunda kalmıştım.
Fatih ve kuşları ortalıktan silindiğinde muzipçe gülüyordum ben de. Halamın çaprazında kalan sandalyeye oturup ortadaki tabaktan bir üzüm tanesi kapıverdim. “Sen hep böyle hassas mıydın Dilan Sultan ya?”
“Ben de bir şey yok,” dedi elini yüzüne yelpaze yaparken. “Sen türünün tek örneği olduğun için beni garipsiyorsun.”
Avlunun sakinliğinden istifade ederek ayaklarımı azıcık ileri uzattım. Günün yorgunluğu yeni yeni hücum ediyordu bünyeme. “Hımm,” diye bir ses çıkarttım. Düşünceli lakin üzüm tanesinin verdiği serinliği tatmış bir sesti bu. “Bulunmaz Hint kumaşı olduğumu mu söylemeye çalışıyorsun halacım?”
“Vallahi ne olduğunu bilmem de…” Dilan halam öne doğru eğilip sır veriyormuşçasına ekledi. “Kumaşın başına iyi şeyler gelmeyecek bak benden söylemesi.”
Kokmayan kanın kokusundan korunmak için yüzüne çektiği yazmasının ince kumaşının ardından gözlerine bakmaya çalıştım şüpheyle. “O ne demek?” diye sordum. Akabinde avludaki tuhaflığın şiddeti karabasan misali çökmüştü zihnime. “Ayrıca herkes nerede? Sen neden erkenden başladın yemeye?”
Ciddi manada garip bir şeyler dönüyordu burada.
“Kızlar mutfakta,” dedi halam ikiz kardeşlerim Zeliha ve Zehra’nın bulunduğu konumu kast ederek. “Baban da annenle Rıdvan’ı alıp çalışma odasına kapandı. Seni bekliyorlar.”
Gözlerimi kırpıştırıp rahat olmaya çalıştıysam da başaramamıştım. Babam annemi ve abimi aynı anda yanına alıp beni bekliyorsa hakikaten kumaşın başına bir şeyler gelecek demekti.
Avlunun en köşesinde kalan, yarısı cam kaplama çalışma odasının kapısına bir bakış attım ama oraya girmek için acele etmedim. “Hayırdır inşallah,” demiştim espriye vurmaya girişerek. “Büyük konsey neden toplandı acaba?”
Tam bir dedikodu timsali olan Dilan halam, kan kokusunu falan unutup olayın adrenaline kapılmıştı. Yüzündeki yazmayı çekti. “Kürşat Ağam’a gelmiş diyorlar.”
“Bismillahirrahmanirrahim,” dedim aceleyle. Ellerimi, avuçlarım yukarı bakacak şekilde kaldırıp Fatiha okumaya başlamıştım. Halam da beni taklit ederek duama katıldı. Bunu yapmamızın nedeni gelmişler dediğinde ikimizin de aklına üç harflilerin üşüşmüş olmasıydı.
Göz göze bakarak duayı tamamladık. Avuçlarımızı yüzümüze sürüp aynı anda âmin diyerek kendimizi kurtardık.
Babam, Kürşat Meran ermiş ya da zat olsaydı Dilan halama kolaylıkla inanabilirdim. Tamam, tuhaf bir şeyler olduğunu hissettiğimi inkâr etmeyecektim ancak benim esprimden daha vasat durumdaki bu söyleme arka çıkamazdım. “Mantıklı konuş hala ya. Gelmişler de ne demek?”
“Kız mantıklı konuşuyorum ya,” dedi halam uzanıp dizime vurarak.
“Kürşat Ağam dün gece bir rüya görmüş. Bize anlatmadı ama rüyanın onu bayağı etkilediği belliydi. Sabah, siz daha ava çıkmadan evvel eski defterleri kapatmaya gidiyorum dedi ve gitti.” Bu arada kısaca duraksayarak söylediklerinin etki oranını arttırmayı amaçlamıştı kendince.
“Bu vakit oldu daha yeni döndü konağa. Döndüğünden beri de o üçü, bir odada konuştu da konuştu.” Sonra oturduğu sandalyeyi gürültüyle itekleyerek ayağa kalkmıştı. “Neyse durma burada sen de. Çabuk git yanlarına. İşin aslını astarını öğrenelim bir. Geleni gideni sor.”
“Allah aşkına babama ne gelmiş olabilir ki? Gelenler ne getirmiş olabilir?” dedim Dilan halamdan ziyade iç sesime. Ardından ben de ayağa kalkmıştım.
Tedirginlik etrafımda fır dönüyordu da görmezden gelmekte ustaydım. Üç beş adım yürümüştüm ki halamın yanımdaki varlığı, adımlarımı durdurmuştu. Bir halama bir de eline baktım. “Elinde bardakla sen nereye geliyorsun hala ya?”
“Kız sabahtan beri meraktan çatladım.” Omzuma vurup itiraz etmeme müsaade etmeyeceğini belirtti. “Dinlemeyeyim mi? Sizin için saçımı süpürge ediyorum her gün. O kadarı hakkım değil mi?”
“La havle,” dedim başımı birazcık geriye yatırarak.
Duraksamamdan hoşlanmayan halam, bedenimi yürümeye zorladı. İlla ki duygu sömürüsünü geçerli kılacaktı. “Hadisene. Git artık.”
Birlikte gitmiştik çalışma odasına. Ben kapıyı çalıp içeri girdim. Dilan halam elindeki bardakla birlikte kapının dışında kaldı.
*
Annem ve abim çalışma masasının karşısındaki büyük camların bitişiğine koyulmuş sedire yan yana oturmuştu.
Abim kafasını yere eğmiş, ellerini seyrediyorken annem gözaltlarına parça parça olmuş bir peçete bastırıyordu. Babam ise ayaktaydı. Bir sağa yürüyordu bir sola… Çalışma odasına bulaşmış gerginliğin nabzı tutulabilirdi adeta.
Bir süre bekledim. Ama ne kapının açıldığını fark ettiler ne de geldiğimi. Dikkatlerini varlığıma çekmek için, “Baba?” dedim soru tonlu bir merak kullanarak.
Volta atmayı bırakan babam, hafifçe boğazını temizledi. “Hah, İclal…” sedirde, annemin çaprazında kalan boş yeri işaret etmişti. “Gel kızım otur şöyle.”
Kafam envaiçeşit soru işaretine ev sahipliği yapıyorken adımlarıma anlamsız bir ağırlık yükledim ve babamın gösterdiği yere yavaşça oturdum. Konuşmalarını sabırla bekliyordum ancak onlar kendi dünyalarına, kendi dünyalarındaki olaya öylesine dalmışlardı ki dışarıdan ek bir teşvik olmadan konuşmayacakları kesin gibiydi. Ek teşvik olmaksa bana düşüyordu mecburen. “Ne oldu?” sorum belirli birisine değildi. Ortaya, herkese sormuştum aslında. Bir cevap alsam yeterdi. Cevabın kimden geldiği de önemli değildi.
Yine de herkesi buraya toplayan, beni karşılayan babam, cevap veren tarafa adını yazdırmıştı. “Bugün nereye gittiğimi biliyor musun?”
Kafamı azıcık kaldırıp –oturmadığı için– yüksekte kalan gözlerine baktım. “Halam,” dedim duraksayarak. “Eski defterleri kapatmaya gittiğini söyledi ama…” cümlemi nihayete erdirememiştim çünkü eski defterler lafından da düşüncelerimin arasında dönüp duran Kürşat Ağam’a gelmişler söylentisinden de ne anlamam gerektiğini tam olarak kestiremiyordum.
Az önceye kadar sessiz olan annem, kısık tonda ağlamaya geçmişken babam benimle muhatap olmayı sürdürdü. “Peki,” dedi kafasını sallayarak. “Bizim kimle eski defterimiz olduğunu biliyor musun?”
Hâlâ yüreğime su serpildiği falan yoktu fakat küçüklüğümden beri bu konağın içinde kötü şöhretini duyurmuş o aileyi hafızamdan silebilmem imkânsızdı. Konuyla olan ilgisini yakalayamasam da, “Karaevren aşireti,” dedim tereddüt etmeden.
Benden sonra, “Karaevren aşireti,” diyerek kelimelerimi tekrar eden babam da unutmadığım gerçeğe onay vermiş oldu. Çalışma masasına kadar yürüdü. Masanın arkasında duran ceviz ağacından yapılma sandalyeyi yerinden kaldırıp tam karşıma koydu. Kaynağını çözemediğim sıkıntı, yüzünün her bir miliminden yansıyor, Fatih’in gözlerini andıran mavi gözlerini kederle ışıldatıyorken sandalyeye oturmuştu. Azıcık öne eğilip ellerimi avuçlarının arasına aldı. Yaptığı hareketle irkilsem bile onu dinlemeye tamamen hazırdım.
“Beni iyi dinlemeni istiyorum İclal,” dedi adımı gereğinden fazlaca vurgulayarak.
“Ben bu aileyi ayakta tutmak için çok çabaladım kızım. Soyadımız gücünü yitirmesin diye gecemi gündüzüme katarak uğraştım. Sizlere güzel bir gelecek bırakmak istedim. Ama…” yutkunmak için duraksadığında, tıpkı annemde olduğu gibi onun da gözlerinin nemlenmeye başladığını görmüştüm ve ben şu anda, daha öncesinde hiç olmadığım kadar korkuya kapılmış durumdaydım. Abimi suskunlaştıran, annemi ve babamı ağlatmaya meylettiren şey de neydi böyle?
“Ama… İstediğimiz her şeyi gerçekleştirebileceğimiz bir yerde yaşamıyoruz." Gayriihtiyari gülümsedi.
“Mesela sen… Laf söz olmasın diye seni okutamadım.” Avuçları arasındaki elimi sıksa da ses çıkartmadan öylece kaldım. Yıllarca bizi değil başkalarını düşünerek yaşamamızı öğütlemişlerdi. Dışarıda gözüm olduğu sanılmasın, terbiyem herkesçe anlaşılsın diye okumamamın nedeni buydu. Başlarda itiraz etsem de babamın kararlarından dışarıya asla çıkmamıştım. Çıkamazdım.
O yüzden bu laflardan sonra ne derse desin… İtirazsızca kabul edeceğimi biliyordum.
“Şimdi de kan çıkmasın diye seni bu evden göndermek zorundayım.”
Ellerimi ağır çekime geçmişçesine çektim babamın avuçlarından. Zihnim felaket tellalı olmuş tehlike çanlarını cenazem için çalıyordu sanki. Babamın tavrı değil de düşündüğüm şey korkutmaya başlıyordu beni. “Ne diyorsun baba sen?” diye sordum anlamamış olmayı çaresizce umarak. Oysa gayet de iyi anlamıştım. Zaten benim gibiler başına gelecekleri, önceden, az buçuk tahmin ettiği için bu gibi durumlarda işi anlamamak imkânsızdı.
“Karaevren aşireti ile aramızdaki husumeti sonlandırmak için kan berdeli yapacağız.” Babam konuşmadı. Yere eğdiği kafasını kaldırıp yüzüme bakan abim Rıdvan konuşmuştu. “Meran aşireti, Karaevren aşireti ile kan berdeli yapacak,” diyerek durumun ciddiyetini tekerrür ettirdi.
Şömine başında, kötü şöhretini ilmek ilmek ezberlediğim Karaevren aşiretinden birisi… Çok çok eskiden bizim aşiretimizden birini vurmuştu. Sebebinin güzeller güzeli bir kız olduğu söyleniyordu. Sırf bir kız uğruna bir can kaldırılmıştı bu dünyadan. Düşüncesizce ve tutarsızca katledilmişti tanımasam bile aynı soyadını paylaştığım bir insan. Sonrasında onun kanını yerde bırakmak istemeyenler akın etmiş denirdi yaşadığımız, şimdiki, konağa.
Ne olduysa olmuş bizimkiler yerde kan bırakmamıştı ama uzun yıllar sürecek olan sancılı bir kan davası doğuvermişti hiç yoktan. Yıllar boyunca bir Karaevren bir Meran’ı öldürmüş, bir Meran da bir Karaevren’i öldürmekten geri durmamıştı.
Dava yedi kuşaktır sürüyordu. Biz yedinci kuşaktık. Öldürme sırası ise Karaevrenlerdeydi. Bu gerçeği oldukça iyi biliyordum. Cahili oynamaya gerek yoktu. Vakti zamanı geldiğinde ya abim ölecekti ya da on ikinci yaş günü hediyesi diye eline silah tutuşturduğum Fatih.
İşte seni buna hazırlıyordum Küçük Bey. Senin ruhun duymadan, seni buna hazırlıyordum işte.
Annemin başlattığı babamın devam ettirdiği gözyaşı kervanına katılmış bulunarak burnumu çektim. Fatih’e ağlamaması gerektiğini anlattıktan azcık sonra ağlıyordum. İçli içli ağlamaya evirilen gözyaşlarımın ipine sıkı sıkı sarınmıştım bir kere.
Abim ise olayı açıklamak için devam ediyordu bir şekilde. “Daha önce defalarca kez kan berdeli yapmayı denemişler,” dedi. Umutsuzluk lime lime olmuş, dökülüyordu ses tellerinden.
“Ama her defasında iki aileden biri, içindeki intikam hırsına yenilip berdeli bozmuş. Eğer bunu bu defa da sonlandırmazsak bizim için geri dönüşü olmayacak İclal. Artık geri dönüş olmayacak. Anlıyorsun değil mi?”
Kan davası yarasını evlilikle sarmaktı amaç. Anlıyordum tabii ki. Fakat içimdeki küçük kız isyan ederek çırpınıyor, anlamak istemediğini haykırıyordu. Oturduğum yerden hışımla kalkıp elimin tersini gözkapaklarıma bastırdım.
“Baba,” dedim kırılmaya meyleden bir tonlamayla. “Abi…” abim de kalkmış, geçmişti karşıma. Olası bir isyanımı bastırmak için tetikte bekliyordu. Babam sandalyesini bizden tarafa döndürdü.
“Siz ne dediğinizin farkında mısınız?” lastik ayakkabımın tabanını güçlükle parke zemine çarptım.
“Ailede, abinden sonra bana en yakın büyümüş ikinci kişisin İclal,” dedi babam. Tavırlarımdaki itiraz havasını sezmiş olmalıydı. Aksi takdirde kolay kolay lafa başlamazdı.
“Törenin ne olduğunu da bizim ne dediğimizi de en iyi sen bilirsin. Bizden bir kız onlara gidecek, onlardan bir kız bize gelip abinin karısı olacak.” Yumruğunu ceviz sandalyenin koluna vurdu. Nemliliğine şahit olduğum göz pınarları, şimdi kupkuruydu. “Hüküm verildi. Cayamayız. Sözü bozamayız. Bu dava sonlanacak.”
Hüküm verildi. Sahi her Mardin masalı bir hükmün verilmesiyle başlamıyor muydu?
Dişlerimi dudaklarıma geçirip taşıp coşan hislerimi az da olsa dizginleyebilmeyi denedim. “Atalarınızın başlattığı kan davasının bedelini ben ödemek zorundayım yani?”
“Fatih için yapacağız İclal,” dedi abim. Kendini çoktan ikna ettiği açıktı. Beni de kendi safına çekmekti gönüllü çabası. “Kızlar için yapacağız.”
Tamam, kardeşlerimi seviyordum. Ancak bu, fedakârlıktan nefret ettiğim gerçeğini zerre kadar değiştirmiyordu.
Saçlarımı çekiştirip ıslak kirpiklerimi öylesine sildim. Günün birinde şart koşulan bir nedenden ötürü evliliğe mahkûm edileceğimin bilincindeydim de o günün bu gün olacağını yedi cihan yansa dahi tahmin edemezdim. “Hiç tanımadığım bir aptalla evlenmek zorundayım,” dedim kendi kendime.
Annem üstüne alınmıştı. “Baban oğlanın iyi biri olduğunu söylüyor,” dedi tesellisini bana sunarak. “Avrupa’da tahsil görmüş. Buranın yerlilerine benzemez. El üstünde tutar seni kızım.”
Avrupa telaffuzu beynimde şimşekler çaktırmaya yetmişti. Beni okutmamışlardı. Avrupa’da okumuş birinin beni el üstünde tutmasını bekliyorlardı. Hangi mantık kanunu doğru kılıyordu bunu?
“Ya da hiç okula gitmediğim, okuma-yazma dahi öğrenemediğim için yerer beni,” dedim annemin konuşmasına alternatif bir şık açarak. Vahamet kazanına atılmışımda içinde bulunduğum su dakika geçtikçe derecesini yükselterek kaynıyordu sanki.
“Öyle deme kızım.” Açık gerçeğe toprak atma taraftarı olan annem, peçetesinde yırtılmamış yer bırakmamıştı. “Hem belki seversiniz birbirinizi,” dedi duygusuzca. O bile inanmıyordu söylediklerine. Belki. “Bak babanla bana. Yola çıktıktan sonra sevdik birbirimizi.”
“O devri çoktan geçtik anne,” diyerek çıkıştım. Daha fazla burada durmayı kaldıramayacaktım. Beni bir takım tozpembe hayallere köle etmeye çalışmalarına dayanamayacaktım. Belkiymiş.
Seri adımlarla çalışma odasının çıkışına gidip sertçe kapıyı açtım. Onların göremediği ama benim görüş açımda olan Dilan halam, ani kapı açışımdan ötürü sıçrayarak geri çekildi. Bardağını yere düşürüp kırmıştı. Cam parçaları, duygularımı andırırcasına kırık kırık dört bir yana saçıldı.
“İclal,” dedi babam odayı terk edeceğim esnada. Bu bir uyarıydı.
Ona bakmayarak uyarısına direnmeyeceğimi bildirmek üzere araladım dudaklarımı. “Hüküm verildiyse boynumu o ilmeğe geçireceğim,” dedim kararlılıkla. “Merak etme baba, kaçacak değilim. Bu zamana kadar ne dedin de ikilettim?”
Çalışma odasından tamamen çıkıp kapıyı ardımdan kapattım. Yere düşürdüğü kırık bardağının parçalarını toplayan halam, “Ne oldu?” diye sordu. Oysa her detayı duymuştu.
“Ne olacak,” dedim dalga geçerek. “Duyduğun gibi işte… Kına hazırlıklarına başlayabilirsin hala.” Sonra da taş merdivenlere yönelip odama çıktım.

 

 

BÖLÜM SONU

 

 

Loading...
0%