Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. PSİKOLOJİ NASIL DÜZELTİLİR?

@hayalrafya

 

 

 

 

keyifli okumalar..

 

Tüm eğitim hayatını Avrupa’da heba etmiş birisi ile evlendiyseniz eğer o birisinin Avrupalı arkadaşlarına da bağışıklık kazanmanız gerekiyormuş. Bunu bugün öğrenmiştim. Berkay Karaevren’in Avrupa’da kalan yakasına ne zaman ya da ne kadar sürede bağışıklık kazanacağımı kestiremiyordum ancak şu an üzerimde Fransız bir modacının yeni sezon için tasarladığı –tıpkı gelinliğimde olduğu gibi– bir elbiseyi taşıyordum.

 

Ekonomi ve Finans okumuş olan Karaevren’in nasıl olup da moda sektöründen biri ile arkadaş olmayı başarabildiğini anlayamasam da… Arkadaşlıkları epey samimi, epey yakın olmalıydı. Çünkü mevzu bahis olan modacı, arkadaşının evleneceğini duyar duymaz atölyesinden topladığı envaiçeşit kıyafeti kutulara iliştirmiş ve düğün hediyesi yerine geçsin diye ilk kargo ile Mardin’e yollanmıştı.

 

O modacının cinsiyetini öğrenmemiştim. Bu konuda da cahil kalmayı gönüllülükle tercih edecektim.

 

Altın sandığından çıkarttığım beşibiryerdeyi usulca boynuma bağladım. Elbisem Fransa’ya, altınlarım halis muhlis Mardin’e, saçlarımın taraması ise mahalle kuaförümüze aitti. Bir kültür çatışması örneğiymişçesine dikiliyordum boy aynasının önünde.

 

Beni görmeye gelecek olanlar geleli az biraz olmuştu işte. Oturma odasındaydılar. Muhtemelen o aşiret senin bu aşiret benim dedikodu yapıyorlardı. Yeni gelin, aralarına teşrif edinceye değin…

 

Bedenimi kemirip bitiren, gözlerimin içini yakan yorgunlukla mücadele ederek altın takma sırasında küpelere geçtim.

 

Kelimenin tam anlamıyla bitkin hissediyordum. Dün gece bitirmişti beni. Dün gece yormuştu hem Berkay’ı hem beni. Dün gecenin getirilerini bölüm sonu canavarı misali defetmek saatlerime, saatlerimize mal olmuştu.

 

Hayat, planlara göre değil de beklenmedik olayların bireyler üzerinde kullandığı inisiyatife göre şekil alıyormuş meğer. Beklenmeyen, kapımı çalmasaydı planımı takip edip afiyetle sufle yiyebileceğim gibi.

 

Netleştirmek koşulsa eğer Selim beni seviyor olabilirdi fakat bana âşık falan değildi. Bunu anlayabilmesi için onu ikna etmem gerekmişti. Sebepsiz yere içki içmiş, sebepsiz yere yaşadığı duygu patlamasının lavlarını bana akıtmak için Karaevren konağını silahla basmıştı. Beni buradan kurtaracağını söyleyip durmuştu. Oysa benim kurtarılmaya ihtiyacım yoktu. Kendi isteğimle buradaydım.

 

Korumamı sakinleştirmeye gayret sarf ettiğim sıradaysa Berkay itfaiyeci kimliğine bürünmüştü. Ektiği sufleden biçtiği yangını böylece sönmüştü.

 

İki ayrı cephede, iki ayrı cephaneyle, iki ayrı güçte savaşmıştık. Galibiyetimizi ilan ettiğimizde gece, yerini sabaha bırakıyordu. Uyumaya hâlâ vakit yoktu. Ev halkının sorun olmadığı yönünde telkin edilmesi lazımdı.

 

Öyle ya da böyle…

 

Sufleleri gömme mecburiyetinde kalsak da mutfak kurtarılmıştı. Selime’e gelince… Onu, onunla sonra ilgilenmek üzere görevinden uzaklaştırmıştım. Tabii sonra sonra sonra diyerek halı altına süpürdüğüm o kadar çok sorun vardı ki elektrik süpürgesini elime aldığımda karşılaşacağım pisliğin büyüklüğü beni korkutmuyor değildi. Yine de sonra.

 

“Ben de en az bu kadar altın takmıştım,” dedi beni düşüncelerimden sıyıran, yabancısı olduğum bir kadının sesi. “Bazı şeyler hiç değişmiyor.”

 

Üç burma bileziği koluma takıyorken arkama döndüm. Yüzüne aşina olduğum lakin ismen tanımadığım bir kadındı. Buraya, Berkay’ın odasına kadar gelmişti. Omzu, kapı pervazına yaslanmışken hafif tebessümünü aksesuar niyetine sahiplenmiş, bana bakıyordu.

 

Aynı yoldan olmasa da bakışlarına karşılık verdim. Simasını inceledim. Giyimini gözledim. Giyimi, evin yardımcısı falan olmadığını, Karaevren konağında, gayet de mevki sahibi olduğunu anlatıyordu. “Affedersiniz,” dedim fazlaca beklemeyerek. Zira ne denli düşünürsem düşüneyim kadını tanıyamıyordum. “Siz kimsiniz?”

 

“Ah! Aptal kafam.” Avucunu pişmanlık nidasıyla alnına vurdu. “Kendimi tanıtmadım.” Kapı pervazını geçip odanın ortasında, önünde durduğum boy aynasının yakınına kadar gelmişti. “Düğün hengâmesinde tanışamadık.” Tokalaşmak için elini uzattı. “Adım Şimal. Berkay’ın yengesiyim.”

 

Kollarımı hareket ettirmem, kolumdaki burma bileziklerin feryadına neden olsa da saçlarımı karıştırarak daha dikkatle baktım kadının yüz hatlarına. Kendisi, ansiklopedi dolduracak kadar uzak değil, yakın mazide kaynamıştı eski hatıralarımın sayfasına. Sonra bir muhataranın önderliğinde yutkunabildim. “Han-Hande’nin annesi mi?”

 

Elimi tokalaşmak için eline uzatmadığımdan olsa gerek geri çekilerek kollarını göğsünde kavuşturdu. Kızına silah doğrultulmuşken attığı çığlıkların belli belirsiz gölgesi kulaklarımı uğuldatıyordu.

 

“Hande’nin annesi,” diyerek çıkarımımı doğruladı.

 

Mahcupluktan ya da pişmanlıktan belki de düşüncesizlikten ötürü bilemiyorum ama bu, Şimal Karaevren’in karşısında duruyor olmak beni dehşet mertebesinde rahatsız ediyordu. Tırnaklarımın kenarını kapatan kabukları soymaya başlamıştım ufaktan. “Ben…” boğazımı düğümleyen harfler birkaç saniyelik ara verdirdi konuşmama tabii. “Fatih adına sizden…”

 

“Hiç lafını bile etme.” İlginç bir şekilde, ben rahatsız oluyorken o, benim karşımda durmaktan nefret etmiyor gibiydi. Hatta bütünüyle benden nefret etmiyor gibiydi.

 

Tatlı tatlı gülümsüyordu sadece. “Yaşadığımız şartlar normal değil.” Kafasındaki yazmayı oyalanmak amacıyla düzeltmeye girişti. “Daha kötülerini görmüşlüğüm var.”

 

Zaten en kötüsünü ona yaşattığımı düşünüyordum. Benim rekorumu kırabilecek kadar kötü ne yaşamış olabileceğini merak etmemek mümkün değildi. Her şeye rağmen, tırnaklarım kabuk kaybedip kanıyorken büyük bir ılımlılık içinde benimle tanışmaya gelen bu kadına küçük bir gülümseme de ben göndermiştim.

 

“Öyleyse…” dedim aramızda problem olmadığına sevinmiştim. Yabancı kontenjanı ile dâhil olduğum Karaevren konağında yine yabancısı olduğum bir düşmanım olsaydı, karşılaşacaklarımla baş etmem kolaylaşmazdı.

 

“Kocana tuzlu kahve içirdiğim için özür dilerim.” Muzip bir tınıyla da ekledim. “Çünkü benim dışımda birisi Berkay’a tuzlu kahve içirseydi oracıkta onun selasını okuturdum.” Berkay’a deli gibi âşık olup onu deli gibi kıskandığım için değil de… Soyadını taşıdığım için tabii ki.

 

Yüzünü aydınlatan tebessümü genişledi. “Biliyor musun, onun içinde kızmadım sana.” Ayakta durmayı bırakıp içli tavırlarla örtüsünü yeni düzelttiğim yatağın köşesine oturdu. “Size gelmeden önce Barlas ile kavga etmiştik,” dedi.

 

Berkay’ın evli olan bir tane abisi olduğunu biliyordum elbette. Kendinden küçük erkek kardeşi evlenmemişti henüz. Şimal Karaevren, o abisinin eşiydi. Buraya kadar akrabalık bağını kurmuştum. Akrabalık bağına yazdığım x belirtecini ise ilk adımı atmaktan gocunmayan eltim netleştirmişti. Büyük abinin adı Barlas… İsim ezberleme konusunda usta olmasam da zamanla kimin kim olduğunu kavrayabileceğimi düşünüyordum.

 

Ben arkamı dönüp takı takmaya devam ederken Şimal Karaevren ise konuşmasına son yazmak üzere devam etti. “Tuzlu kahveyi içmesi iyi oldu. Bir nevi rövanşımı aldın İclal.” Sanki kocasıyla kavga etmiş olmaktan memnuniyet duyuyordu.

 

İntikam detayı onların ilişkilerine özgü bir öznellik barındırıyordu. İntikamdan çok daha fazla dikkatimi çeken ise Şimal’in paylaştığı diğer unsurdu. Beşibiryerdenin üzerine taşlı tuşlu bir gerdanlık ekliyorken, “Peki çok sık kavga eder misiniz?” diye sordum.

 

“Neden sordun?”

 

“Yani…” kafamı yana eğip cümlelerimi toplamak adına kendime fırsat tanımıştım. Fakat açılan konu toplanacak gibi değildi. “Berkay ile ben...” bu yüzden direkt nedenimi söylemeye karar verdim. “Bizim kavga etmediğimiz bir salise bile geçmiyor.” Berkay’ı gördüğüm andan itibaren aramızda geçen yüksek voltaja maruz kalmış gerilimli diyaloglar kafamın içinde fır dönüyordu şimdi.

 

“Kavgacılığın Karaevrenlerde genetik olup olmadığını merak etmiştim.”

 

Şimal Karaevren içten bir kahkaha savurdu. Uyumlu birine benziyordu. Onunla gayet iyi anlaşacağımın kanısına varırsam eğer… İleride yanılabileceğimi sanmıyordum.

 

“Kavgacılık Karaevrenlerde genetik olsa bile Berkay’ın genlerinin temiz olduğundan eminim.” Ayağa kalkıp bana yaklaştı. Klipsini takamadığım taşlı tuşlu gerdanlığı bir başarılı girişimde boynuma takıvermişti. “Kendisi çok hassas biridir.” Boy aynasına nazikçe dokunup buğulu bir ifade ile gözlerimi izlemeye koyuldu. “Karıncayı bile incitmez.” Konuşmasının esintisi Berkay’ı basbayağı tanıdığını kast ediyordu. “Şefkatlidir. Düşüncelidir. Fevri tepkiler vermez.” Uzandı ve parmaklarını saçlarımdan geçirdi. “Ayrıca tam bir romantik prenstir.”

 

Şimal Karaevren’in kocam hakkında söylediklerini bırakın kabul etmeyi hiçbir kelimesine inanmıyordum bile. “Romantik mi?” diye sordum hayretler içinde. “Aynı kişiden mi bahsediyoruz?”

 

Zira beyefendinin herhangi bir romantikliğine şahit olmuşluğum yoktu. Gerçi birlikte bir haftayı bile tamamlamamıştık ama bir haftanın tamamlanmasına bir buçuk gün varken aniden romantikleşecek bir karaktere sahip olduğuna ihtimal vermiyordum. Onun sergilediği tek romantiklik, kavga ederken sesini nadiren yükseltiyor olması.

 

Şimal Karaevren, dediğim şeyi şaka olarak algılamıştı. Arka arkaya gülüp geçti. Oysa ben, şaşmaz bir ciddiyetin himayesindeyken dert yanmıştım ona.

 

“Karşına Berkay gibi biri çıktığı için çok şanslısın, İclal.”

 

“Onu çok iyi tanıyorsun,” dedim üstünkörü bir yorum yaparak. Ondan bahsederken kullandığı sahici ifadeler ve yüzünün aldığı içtenlik formu beni bu yorumu yapmaya iten etkenlerin öncüleri oluyordu.

 

“Çok iyi tanıyorum.” Gözlerinin gerisinde gezinen duygular titreşti sanki. Hızla hüzne boğulmuştu. “Çünkü ben buraya gelin geldiğimde on dört yaşındaydım. Berkay ile birlikte büyüdük sayılır.”

 

Derdi çekmeyen ne dertten anlarmış ne de dermandan, hakikaten derdi ölmeden önce anneannem. Ne denli haklı olduğunu şimdi Şimal Karaevren söylüyordu bana. Daha kötü şeylerden kastının ne olduğunu biliyordum galiba. Yaşadıklarının şiddetini asla bilemeyecek olsam da sarsıntı yüklü çocukluğu, gözlerinden imdat diye bağırıyordu. Ufak bir empati, tüyleri diken diken etmeye yetiyordu.

 

“Kızlar,” dedi Esma Hanım odanın kapısına yaklaşarak. Onun sesiyle irkilmiştim. “Hadi. Misafirler bekliyor.”

 

Uyarı çanına benden evvel tepki veren Şimal sırtını dikleştirip, “Geliyoruz anne,” diye seslendi. Eşyalarımı dün yerleştirdiğim gardırobun başına gitmişti çabucak. Berkay’ın kıyafetlerinin arasına karışmış kıyafetlerimin arasından beyaz bir tülbendi çekip çıkarttı.

 

“Çocuk gelin yapmışlar seni,” dedim donukça.

 

Söylediğim şeyi duymamış olabilirdi. Ancak yakınımdaydı. Duymamayı tercih etmesi onun karar mekanizmasının ürünüydü. “Tülbendi takalım.”

 

Hiç kıpırdamadım. Konuşma yetim darbe almış gibiydi. Tülbendi saçlarımın üzerine çektiği sırada, tülbendi tek tokalarla saçlarıma sabitlediği sırada da kalakalmış, kendini Mardin’in yazılı olmayan kurallarına kurban vermiş eltimin kahverengine çalan gözlerine bakmıştım. “Hikâyeni anlatmanı istesem…” dudaklarımı ıslattım hafifçe. “Senden çok şey mi istemiş olurum Şimal?”

 

“Hayır,” dedi sevecenlikle. Tülbent üzerinde son dokunuşlarını da yapmıştı. Geri çekildi. “Hatta bana bir dert ortağı çıktığı için çok mutlu olurum.” Omuzlarımı sıvazladı. “Ama şimdi değil.” İşaret parmağı kapıyı, aslında alt salondaki grubu işaret ediyordu. “İçerideki heyet seni temize çıkarttıktan sonra konuşuruz.”

 

“İçerideki heyet,” diye bol alay yüklü bir edada mırıldanmıştım ben de. İçerideki heyet.

 

*

 

Vitrine dizilmiş ürün gibi incelenmekten nefret ediyordum.

 

Belki de bu hayattan ve kola paketine bantlanmış bardak misali hayatın getirdiklerinden böylesine aşırı nefret etmemeliydim. Bazı şeyleri sevemesem de onları görmezden gelmeyi öğrenmeliydim. Çünkü bir ortamdan ne kadar çok nefret edersem o ortama o kadar çok maruz kalıyordum.

 

Bir grup yaşlı teyzeden oluşan heyete çay-kahve servisi yapmaktan kollarım ağrımıştı. Bünyem ter içinde kalmıştı. Yadsınamayacak kuvvetteki takıların bir aşağı bir yukarı yaptıkları hareketten ötürü tenimin morardığına yemin edebilirdim. Aynı insanların aynı muhabbetlerini ezberlemek yerine de işkence kamplarından birinde on günümü heba etmeyi tercih ederdim.

 

Her halükarda üç saatin sonunda, aldığım, bolca tü tü tü gelin hanıma maşallah ifadesinden sonra, heyeti Karaevren konağından uğurlamıştık. Esma Hanım başta olmak üzere ben, Şimal ve birkaç yardımcı toplanıp heyeti çekiştirmeyi de ihmal etmemiştik. Odaklandığımız noktalar belliydi: Kim, kiminle, nerede, ne zaman ve ne yapmış… Bu soruların cevabı Mardin gibi bir yerde önem teşkil ediyordu.

 

Şimdi ise azat edilmiştim. Mutfaktaydık, tabii suç mahalli olan mutfakta değil. Oraya –yanan sufleler sağ olsun– az biraz yanık kokusu sindiği için ikinci kattaki mutfak kullanılıyordu. İkinci kattaki mutfakta, pencerenin önünde Şimal, Esma Hanım ile kahve içiyorken dışarıyı izliyordum. Bir yandan akşam yemeği hazırlanıyordu. Gün bitmeye yüz tutmuştu ve ben birazdan, tekrardan, Berkay ile baş başa kalacaktım.

 

Derken siyah arabasının bahçe garajına girdiğini gördüm. Tülü camın önüne çekip Esma Hanım’a bakarak, “Berkay geldi,” demiş mutfaktan çıkmıştım. Geriden kalanların arkamdan kıkırdadıklarını duysam da aldırmadım. Zira bir limonun dahi sıkılabileceğinden fazla sıkılmıştım. Berkay ile tartışmak, can sıkıntımı büyük ölçüde giderecekti.

 

Bizim konağın zıddı olan ahşap basamakları ikişer ikişer indim. Kontrolsüzce zıpladığım için ekmek taşıyan bir yardımcıya çarpıyordum ki onun güçlü sezgileri sayesinde olası bir kazayı önlemiştik.

 

Beş santimi geçmeyen topuklu ayakkabılarımın peşimden söylediği şarkı eşliğinde bahçeye açılan kapıya varmıştım ki kapıyı açmamla Berkay’ı görmem bir oldu. Kendisi zile basmaya hazırlanıyordu. Koşmaktan ötürü iç içe geçen nefesimi fark edip gülümsedi. “Sevgili karım yolumu mu gözlermiş!”

 

Kolunu omzuma atmaya yelteniyorken geri çekildim. Gülüşünü arttırıp ceketini omuzlarından sıyırdı. “Ne yaptın bakalım?”

 

Çıkarttığı ceketi alıp vestiyere astım. “Ne yapabilirim ki? Tüm gün yargılandım.”

 

“Yargılanmak canını sıkmışa benziyor.”

 

“Ben burada yargılanırken, sen şirkette günün tamamını Berkay Bey aşağı Berkay Bey yukarı diyen kişilerle geçirdiğin için sana çok sinirliyim Berkay. Çıkarımlarını benden uzak tut.”

 

“Gerçekten kıymet bilmiyorsun İclal.” Dış kapıyı kapatıp yönünü tamamen benden yana döndü. “Heyetin bozduğu psikolojini düzeltmek için valiz hazırlamanı söyleyecektim oysa.”

 

“Valiz mi? Ne valizinden bahsediyorsun sen?”

 

“Seyahat valizi.”

 

“Biri, bir yere mi gidiyor?”

 

“Biri değil, biz bir yere gidiyoruz.”

 

Tülbendin verdiği sıcaklığı, elimi yelpaze yapıp yüzüme sallayarak dağıtmaya çalıştım. “Allah aşkına, peki biz nereye gidiyoruz Berkay?” biz nereye gidebiliriz ki?

 

Kaygısızca omuzlarını silkti. “Balayına.”

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%