Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. SİMYA USTASI BİR SİMYACI

@hayalrafya

 

 

 

keyifli okumalar..

Emrivakilerden asla hoşlanmazdım. Hoşlanmadığım her şeyi itina ile yerine getirmeye yeminli olan Berkay Karaevren ise emrivaki adında bir kitap yazmıştı. Okumayı bilmediğim halde, sınavda kitaptaki tüm konulardan sorumluydum. Bu yüzden balayı saçmalığına –kaçış tüneli kazamadan– olacak olanlara uymuştum.

Torpido gözüne çikolata paketlerinden ayrı bir ülke kurulmuş o arabadaydık. Radyoda adını sanını bilmediğim bir şarkı çalıyor, gereksiz yere gürültü yapıyordu. Berkay direksiyondaydı. Gereksiz gürültünün gereksiz fanı misali şarkıya tempo tutuyordu. Tuttuğu temponun şarkı ile alakası olmaması ise sinirlerimi ayrı bir zıplatıyordu.

Yaşananlardan, yaşanacaklardan habersiz olan abim, Berkay’ın yanındaki yolcu koltuğunu süit otel odasıymışçasına benimsemişti. Dış varlıklar, kurması beklenen bağlantının yetersiz sinyal ışığı yakıyordu bir nevi. Koltuğa tamamen yaslanmış derin derin uyuyordu. Bizi umursamıyordu. Bu hali, bana yine uyuşturucu kullandığını düşündürtse de kendimi kandırmayı arzuluyordum içten içe. Olumlu düşün İclal.

Olumlu düşünme telkinlerimi destekçi bilmiş halde Beril ile birlikte arka koltuktaydım. Sürüş tarzından olsa gerek cama yaslanabilmek yerine oldukça dik bir konumda oturmam gerekiyordu. Çünkü kafam sürekli cama çarpıyordu. Berkay efendinin, bunu, bilhassa yaptığından emindim. Abimi ve Beril’i bizimle birlikte balayına davet etme vakasını da bilhassa gerçekleştirmişti. Çünkü kendisi kaostan besleniyordu. Beni sinirlendirmek kaostu. Ayrıca abim, ben, Beril ve o… Bizim dörtlüden kaos dışında ne olurdu? Hazır kahve mi?

Haklılığın da böylesi.

“Çok yorgun görünüyorsun İclal yenge,” dedi Beril. Söylediğini pekiştirircesine yorgun argın ona dönmüştüm. “Hiç uyumadın mı?”

Karaevren konağını radyoaktif maddeye benzetiyordum. Azıcık bile maruz kalınca yan etkisini uzun vadede çekiyordunuz. Beril’e bunu söyleyemezdim tabii ki. Baba evini yeni bırakmışken baba evini ona kötüleyecek kadar acımasız değildim.

“Abin uyutmadı,” dedim suçu Berkay’ın üzerine –yüksek ima barındırır halde– bırakırken.

Berkay’ın bölgesinden yayılan harmoni yoksunu tempo tutuşunun kaçıp gittiği işitildi. “Ben mi uyutmadım?” demek istediğimi havada kapmıştı elbette. “İclal Hanım’a gücümüz yetebilir mi ki?”

Sol sinyali verip orman yolu tarzında bir sapağa girerken ekledi. “Yengen uyumaya istekli değildi, Beril.” Pişkin pişkin sırıtıyordu şimdi. “Gece boyunca yakamdan düşmedi.”

Tırnaklarımı dişlerken iç çektim. Rakipmişiz gibi her cümlemde beni alt etmeye çalışıyordu. Günbegün yaşlanıyordum resmen. Acaba sahte aşkına sığınıp Selim’e kaçsaydım ve berdel köprülerini yaksaydım… Daha mı çok mutlu olurdum? Yoksa beni baskılamaya çalışan biri olmadığı için dert keder abidesi mi?

“Ne oldu?” diye sordu Beril. Keskin bir virajı dönüyorken kucağındaki pakete sarılmıştı. “Yani uyumadıysanız abime ne yaptın ki İclal yenge?”

Berkay Karaevren, aniden patlayan kahkahasını tutamadığı için şiddetle öksürdü. İsteğim dışında kocaman açılan gözlerimin şaşkınlığı, literatüre yeni kelimeler kaynaştırırdı o derece. Gerçekten anlamamıştı. Karaevrenlik otobüsünden müsait bir yerde inmiş olan Beril Meran’ın saflığını yırtmadan verebileceğim cevaplar üzerine bir çekişmeye tutuluverdim.

“Bunlar derin mevzular Beril,” dedi Berkay. İdeal bir abi gibi davranmayı kahkahasını, susuz, yutup bitirdiğinde hatırlayabilmişti ancak. “Boş ver.” Elini geçiştirircesine salladı. Sonrasında laf, güvenli kıyıya ulaştı. “O elindekiler ne?”

Anlayabileceği bir mevzudan bahis açılmasına sevinen Beril, coşkuyla tutundu paketine. “Yolluk,” dedi. “Sabah erkenden kalkıp ekmek yapmıştım. Zeytin peynir falan da hazırladım.”

Belirgin bir rahatlamayla emniyet kemerinin askısını çekiştirip abimin bahtına, “Zahmet etmeseydin,” diyerek karşılık verdim. “Yol üzerinde bir şeyler atıştırırdık.”

“A olur mu hiç? Rıdvan çok acıkır.”

Berkay da ben de zamanı geldiğinde sahibini ayaklandırmayı geciktirmeyen bir çalar saat çevikliğinde ön taraftaki yolcu koltuğuna baktık. Bırakın acıkmayı nefes almayı dahi hatırlayacağından şüphelendiğim abim, kim bilir hangi âlemde kaçıncı rüyasını izliyordu.

Hevesini gizleyemeyen Beril’in hevesi sakat kalmasın diye bir şeyler söyleme ihtiyacıyla dolmuştum o an. “Acıkır.” Hızlıca kafamı salladım. “Evet, abim yolculuklarda çok acıkır.”

“Düşünceli kardeşim benim.” Berkay olaya farklı bir açıdan yaklaşmayı seçerek, kardeşini yücelterek söylemişti bunu. Başını hafifçe çevirip abime yargılarcasına olduğunu bildiğim bir bakış fırlattı. “Umarım kıymetini bilirler.”

“Rıdvan kıymetimi bilir. Ama sen de İclal yengemin kıymetini bil abi. O da çok düşünceli.”

“Evet çok düşünceli,” dedi sevgili kocam. Kardeşinin aksine onun ifadesi, ironiyi valse davet ediyordu bir yerde. “Mesela kavgaya gideceği zaman mutlaka beni de çağırır.”

“Sen de çağrıma balıklama atlarsın,” dedim kısasa kısasın kayıtlara geçmesi için.

“Başına bir şey gelmesin diye…”

“Şu yaşıma kadar bir şey olmadı. Tabii şu yaşımı kurtaramadım ama…”

“Neden?” diye sordu Beril araya girerek. Meraklıydı. “Şu yaşında başına ne geldi ki İclal yenge?”

“Abin geldi.”

“Şans manasında mı?”

“Aynen Beril’cim. Şans manasında…”

Beril Meran ile aynı cümleyi arka arkaya telaffuz etmiş olabilirdim. Lakin ortada büyük bir fark, benim cümlemde ünlem onun cümlesinde ise görünmez bir nokta vardı. Berkay Karaevren’de ise nereden geldiği bilinmeyen keyifle harmanlanmış bir gülümseme.

*

Yolculuğun ilerleyen dakikalarında muhabbetimizden sıkılan Beril, abime katılmaya karar vermişti. Ekmek paketine sıkı sıkıya sarıldı ve arkasına iyice yaslanıp mışıl mışıl bir uykuya daldı. Son uykumun üzerinden bir asır kadar zaman geçmişti sanki. Bu yüzden bir parçam Beril’in uykusuna delicesine imreniyordu.

Yumruk yaptığım elimi çenemin altına yerleştirip akıp giden yolu, aralıksızca, izlemeye devam ettim. Yolculuk sırasında uyuyamamak gibi bezdirici bir huyum vardı. Uyuduğumda dış dünyada olanları kaçırmaktan korkuyordum. Bu korku ise kafeinin etkisini küçümseyecek raddede ayık tutuyordu beni.

Balayını geçireceğimiz çiftliğe ulaşıncaya değin asfalt kenarında biten ağaçları saymaya işte böylece karar vermiştim. Yüz ellinci ağacı saydığım esnada tuhaf bir şey hissettim. İlgimi dış dünyadan da asfalttan da kışa yenilmiş ağaçlardan da ayıran bir histi; birisi tarafından izleniyormuşum gibi.

Koskoca arabada dört kişiydik. Beni izleme olasılığına ihtimal dahi veremeyeceğim kişilerin uyuduğu kesindi. Öbürü ise…

Bakışlarımı dikiz aynasına kaldırdım. Araba sürüyorken yolu izleyeceğini düşündüğüm Berkay’ın elası açılmış irisleriyle karşılaşmayı elbette beklemiyordum. Kambur oturuşumu çabucak düzeltmiştim. “Önüne baksana Karaevren,” dedim. Aslında bu cümlenin hakkı, sertlikti de işte uyuyanlara duyduğum saygıdan ötürü varımı yoğumu yumuşak ifadeye yatırmıştım.

“Arkadaki manzara daha güzel,” diye yanıtladı. Gülüşünden ötürü alnı kırışmış, saçlarının uzun bırakılmış ön tarafı hafifçe kirpiklerine dokunmuştu. Çok fazla gülüyordu. Muhtemelen annesi ona hamileyken fazla fazla komedi filmi ya da dizisi izlemiş olmalıydı. Aksi takdirde bu gülüşlerini, onun hakiki akıl hastası olduğu düşüncesine yoracaktım.

Geri sar. Arkadaki manzara daha mı güzel dedi o? Arkadaki manzara sen mi oluyorsun İclal? Bu çocuk sana kur yapıyor, haberin olsun, bak, Hanım Ağam.

“La havle! Kaza yapacağız Berkay,” diyerek dişlerimin arasından konuştum bu kez de. Oturduğu koltuğun arkasına tutunarak tırnaklarımı deri kumaşa bastırdım. “Ciddiyim. Önüne bak.”

Vuran güneşle birlikte ışıldayan yüzünü dikiz aynası aracılığıyla bir defa daha yüzüme değdirip nihayetinde önüne bakmıştı. Bazı anlarda çocuksu bir mantığa aykırılığa bürünüyordu ki nasıl davranacağımı şaşırıyordum.

“Merak etme Gelin Hanım,” dedi. Demişti ama sesinde güvenceden eser yoktu. Tek eli direksiyonu gelişigüzel yönetiyorken diğer elini radyonun dokunmatik ekranında dolaştırdı. Birkaç saniyenin akabinde odasında dans ettiğimiz o hoş şarkıyla doldurmuştu arabayı. “Kaza yapıp da senin gibi bir güzelliğin bu dünyadan erken silinmesine izin vermem.”

Ne demek istiyorsun Karaevren?

Biz berdel evliliği yapmıştık değil mi? Berdel evliliğinin mensupları birbirlerinden ölesiye nefret etmez miydi? Birbirlerinin geleceğini bitirdiklerini düşünürlerdi. Biliyordum ki taraflar arasında aşk denilen illet, nadiren dünyaya gelirdi. Çoğunlukla mutsuz evlilikler sürüp giderdi. Gelecek nesillere de aynı mutsuzluk taşınırdı.

Bu denklemde sorunlu olan ben değildim. Berkay Karaevren’den nefret etmeye dünden razı olarak parmak basmıştım nikâh defterine. O ise halinden memnun olduğunu defalarca ima etmişti. Neden peki? Sırf âşık olduğu kadına benzediğim için mi?

Kendi sözüme karşı çıkarak dikiz aynasına çevirdim bakışlarımı. Beyefendinin bakışlarıysa zaten aynaya demir atmış durumdaydı. “Neden sürekli bunu söylüyorsun?” diye sordum.

Garip bir ahenkle tek kaşını kaldırdı. “Neyi söylüyorum?”

Dudaklarımı ısırıp kendime kısaca bir izin verdim. Nefes alışverişlerimi kontrol edip çekinmeden onun elalarına odaklanabilmek için… Gerçi doğrudan bakmıyordum da. Aramızda ayna vardı. “Neden sürekli güzel olduğumu söylüyorsun?” artık rahatsız etmeye başladı.

Şarkının tınısı afiyetle aktı da aktı. Tatlı bir dinginlik aşılanıyordu bünyeme. Berkay’ı gözüme yakışır şekilde gösteren bir dinginlikten bahsediyordum ki bu nokta gururumu bizzat ayaklar altına almış oluyordum.

“Ben söylemiyorum,” dedi başını yana eğerek. “Sana her baktığımda kafamın içindeki sesin bana söylediği şeyi tekrar ediyorum yalnızca.” Kısa süreli lakin etkisi yüreğimi yoklayan bakışını güç bela aynadan ayırdı. “Çok güzelsin İclal.” Telaffuzu, bir iç çekişin emarelerini taşıyordu zerrelerinde.

Boş, faydasız, hareketlerle kirpiklerimi kırpıştırarak oturduğu koltuğun arkasına kilitlemiştim görüş alanımı. Sonra onun gözleri çelmişti aklımı. Bence Berkay simya biliminde uzman bir simyacıydı. Çünkü en değersiz mevzuları bile en değerli maddelere evrilsin diye ustaca işliyordu sarı hareli elaları.

“Biliyor musun,” dedim durgunca. Fikirlerimin arasına sızan yılan, sokuyordu beni en tatlı anımdan. “Bence asıl nedenin bu değil.”

“Peki…” şarkının sesini –uyuyanları önemseyerek– açtı. “Sence asıl nedenim ne?”

Ona karşı hissettiğim duyguların belirsiz olmasından faydalanarak rahatlattım kendimi. “Sen bana her baktığında âşık olduğun o kadını özlüyorsun.” Koltuğu bırakıp dikiz aynasına çevirmiştim seyredişimi. “Güzel olduğumu söyleyerek ona olan özlemini dindirmeye çalışıyorsun.”

Arabanın hızı düşmeye başladı. Çenesini sıktığını fark ettim. Hayır, çenesi de dikiz aynasına yansıdığı için değil, artık tepkilerini hatmetmeye başladığım göz kenarlarının kırışmasından fark etmiştim bunu.

“Seni onun gibi görmediğimi söylemiştim.” Gitgide hızını kaybeden arada, ağaçların yamacında, bir yol kenarında duruverdi. İki elini de direksiyona saran Berkay, öne doğru eğildi. Böylece dikiz aynasına yaklaştı. Bana yaklaşmasa bile bana yaklaşıyormuşçasına bir algı yaratmıştı. Algı, hislerimi dikenli kapanında parçaladı.

“İstersen kanıtlayabilirim.”

“Kanıtla,” dedim meydan okurcasına.

“Kanıtlamam için,” diyerek konuşmaya başladığında yüz hatlarının gerginliğini temizleyen gülümsemesine şahitlik ettim. Yanağının sol tarafı azıcık içe çöktü, sevimliye kaçan gamzesini yeniden açık arttırmaya serdi. “Kanıtlamam için seni öpmem gerekiyor, İclal.”

Birden boğuldum. Yanaklarımı basan sıcaklıkta… Nerede ne söyleneceğini bilmiyordu açıkça. “Şi-şimdi mi?”

“Ne zaman olmasını istersin?”

“Abi,” dedi Beril. Haber vermeden araya girmesi hem beni hem de Berkay’ı irkiltmişti. Bizi içine hapseden trans baloncuğundan kurtuluşumuzun öyküsü, bu şekildeydi.

“Neden durduk abi? Geldik mi?”

Kafamı çevirip camı açtım. Yüzüme çarpan serinliği yudumlamaya çalıştım. Henüz gelmemiştik belki. Ama bana gelmişlerdi ve bu hiç iyi değildi. Bir simyacı, aklıma sızıvermişti çoktan.

 

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%