@hayalrafya
|
keyifli okumalar.. Etki dedikleri şey gerçekti. Gitti mi gelmiyordu geri. Ortam bir defa bozulduğunda, hisler tutmuyordu birbirini. Kara kedi misali araya giren Beril Meran’ın böldüğü sohbetimiz havada asılı kalmıştı. Devam edip etmeyeceği meçhuldü lakin sis bulutu misali kıdemli eylemsizliğini koruyacağına şüphe yoktu. Yolculuğun kalanında pür dikkat suskunduk her birimiz. Neyse ki yollar bize acımıştı da sessiz söylevlerin hükmü, geçerliliğini çabucak kaybetmişti. En fazla yarım saatin sonunda, bir haftalık balayı süresini harcayacağımız çiftlik evine gelmiş bulunuyorduk. Çiftliğin konumu epey güzeldi. Mardin’den uzaktaydı. Ağaçların arasına gömülmüş, ormanın ortasına oturtulmuştu sanki. Odunsu mimarisi, çevreye müthiş derecede uyum sağlıyordu. İki katlıydı. Ufaktı. Saçtığı etkisinin büyüklüğüyle ise dünya üzerinde hiçbir ölçü aleti baş edemezdi eminim. Araba durduğunda dışarı ilk atlayan Beril olmuştu. Mekânı gayet iyi biliyordu. Zira burası, Karaevrenlerin şehirden kaçtıkları bir çeşit sığınaktı. İkinci sırada ben inmiştim. Zor bela abimi uyandırmıştım. Kardeşinden sonra inen Berkay’sa anında bagaja yönelmişti. Abimin de onun peşinden gitmesini sağlamak durumundaydım ki aykırı davranışları dikkat çekmesin… Erkekler, valizleri arabadan indiriyorken çiftlik evine girmiştik Beril ile. Dört mevsim boyunca burada ikamet eden ve evin bakımını sağlayıp ev sahipleri geldiğinde ortamı hazır etmekle görevli olan Âmine Teyze ve Yeis Amca kapıda karşılamışlardı bizi. Ayaküstü tanışmanın, selamlaşmanın ardından oturma odasına alınmıştık. Evin dışını aratmayan oturma odası, buram buram otantiklik kokuyordu. Tasarımı, döşemesi, dekorasyonu… Bir mimarın elinden çıktığını haykırıp duruyordu. Başlarda balayı fikrine kızmıştım ancak Mardin’in bağışladığı sorunlardan uzakta, böylesine sakin bir yerde –Berkay ile olsa bile– kafa dinlemek epey güzel olacağa benziyordu. Dinlendirici olacaktı. Âmine Teyze’nin tabağıma doldurduğu üzümlü iç pilavdan büyükçe bir çatal aldım. Akşam yemeğine yeni oturmuş sayılırdık. Biz geleceğiz diye erkenden hazır edilen envaiçeşit yemek bekliyordu sofrada. Hepsi birbirinden güzeldi, hepsi birbirinden iştah açıcıydı. Yolculuğa gönülsüz olan abim bile kendini kaybetmişçesine yemek yiyordu. “Eline sağlık Âmine Sultan,” dedi Berkay. Bizler yemeye daldığımız için konuşmayı akıl edememiştik. E tabii… Benim bahtıma düşen kişi bir adet şehirli olunca, bizim ihmal ettiğimiz kibarlığı bizzat sunabiliyordu o kibarlığı sağlayan insanlara. Küçük bir parça kestiği eti çiğniyorken ekledi. “Bu güzel yemekleri neye borçluyuz acaba?” Kafamı yanımda oturan Berkay’dan tam çaprazımda kalan Âmine Teyze’ye çevirdim. Şeffaf gözlüklerle görüşünü desteklediği gözlerinde sevecen bir mutluluk dolaşıyordu. Berkay ve Beril’i gördüğü için mutlu olduğu her halinden anlaşılıyordu. Aralarındaki akrabalık derecesine vakıf değildim fakat epey yakın oldukları kesindi. “Aman Berkay…” derken yaptığı yemeklerin ciddi lezzetini cidden küçümsemeyi ihmal etmemişti. “Sanki her zaman yaptığım şeyler değil.” Tabağını boşaltmış olan abimin tabağına biraz daha patlıcan salatası aktarmıştı o an. “Abartma.” Abartmanın Berkay’ın kanında olduğunu dile getirmedim. Çünkü yemeklerin tadı, abartılmayı hak ediyordu. Zaten Yeis Amca da hem benimle hem de Berkay ile aynı fikirdeydi ki; hafif kızarcasına, “Abartsın,” demişti. Sonra uzandı ve karısının elini uzun uzun öptü. “Olur mu öyle şey, abartsın tabii.” Aralarında çok kuvvetli bir bağın olduğu âşikardı. Bağın gücü dışa vuruyordu. Onların aşkını izleyen insanın somurtması işten bile değildi. Gerçi sözümü meclisten sürgün etmeliydim belki. Abim gülmediği için… “Bugün önemli bir gün…” Yemeğe başladığımızdan beri abimin yüzünden yüzünü çekmeyen Beril’in dikkati, Yeis Amca’nın son cümlesiyle uçmuştu. Lokmasına dokunmadığı tabağını kenara çekip kollarını masanın üzerinde birleştirdi. “Neden? Ne oldu ki bugün?” Berkay’ın tabağımdan aşırdığı mısır unlu poğaçayı, aynen, onun tabağından aşırdığım sırada Yeis Amca’nın açıklamasına verdim kendimi. “Evlendik,” dedi bizim için basit ancak onlar için anlamı evrenlere bedel olan gerçeğin örtüsünü kaldırırken. Benimle başlattığı poğaça kapma çekişmesine kısa bir reklam arası veren Berkay, “İnanamıyorum,” nidası atarak iç sesime tercüman oldu bir nevi. Ellerini saçlarının tepesinde birleştirip hissettiği heyecanı aksettirircesine yerinde kıpırdanmıştı. “Evlilik yıl dönümünüzün üzerine mi geldik?” Sağ kolunu sandalyemin sırtına attı birden. “Müthiş.” Hayranlığının yüzüne vuran kuvvetini kaçırmak istemediğim için başkalarının ilgisini çekecek olma riskini almıştım bir kere. Bir müddet ona bakıverdim öylece. Kardeşinin saf olduğunu tescillemiştim. Berkay ise duygularını aynı saflıkla yaşıyordu. Ne hissediyorsan onu yansıtıyordu ve bu durum benim zihnimi allak bullak ediyordu. Ya bana bakarken âşık olduğu kadını görmediği konusunda da bu kadar katışıksız ise fikirleri diye düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi. İrademe danışmayan parmaklarım, tuttuğum çatalı sertçe sıktı. Madem öyle, onu ilk günkü tavırlarından döndüren şey ne peki? Sana olan iki günlük aşkı mı? Güldürme beni? Bir gerekçe olmaksızın insan, kaderini karartan kan berdelini ne diye sever ki? “Bilseydik hediye alırdık,” dedi Beril pişmanlıkla. Sesini düşürmüştü üzgünce. “Neden söylemediniz?” “Hediye almayın diye…” eh, Yeis Amca’nın cevabı itiraza yer bırakmıyordu. Bizden çekinmeyerek karısına sıkıca sarıldı. Onun sarılışıyla kasılan Âmine Teyze’nin yanaklarının kızarışı, her türlü, sevgi destanı kabul edilirdi, eminim. “Benim en güzel hediyem yanımda zaten.” Sonra kollarını karısından saniye uğruna dahi çekmeyerek masadaki rakı şişesinin kapağını açmaya koyulmuştu. “Sizin getireceklerinizi ne yapayım?” “Aman diyeyim Yeis Amca,” dedi Berkay, varlığına mahal olmayan bir isyanla. Sandalyemin sırtına attığı kolunu yavaş yavaş omuzlarıma indirerek –Yeis Amca’yı– taklit edercesine sarılmıştı bana. “Çıtayı Nirvana’ya çıkartıp da başımızı yakma.” Yavaş hamlesine karşın hızlı sarılışı, kafalarımızın tokuşmasına neden olmuştu. Başımın ağrıdığını hissediyorken tablonun hatırını bozmamak adına zoraki bir gülücük konduruverdim dudaklarıma. “İki günlük evlilikte başın yanmaz.” Lafını ortaya atıp ara veren Yeis Amca’nın konuşmaya devam etmesi için bardağına doldurduğu rakıyı bitirmesi gerekti. “Hele bi’ bir yıl geçsin o zaman gör sen asıl yangını.” Abim, Yeis Amca’nın rakı izine saldırdı. Geriye kalanlar içtenlikle gülmüştü. Ben hariç. Ben gülemiyordum. Çünkü bir navigasyonun, karşılaşılan yol çalışmasından ötürü çizilen rotayı yeniden oluşturması gibi, Berkay ile mücadele etmeye karar verdiğim tekniği değiştirme zorunluluğunda bırakılmaktan usanmıştım. Omzuma sarılmayı bırakmadan dudaklarını kulağıma yaklaştırdığını tenime çarpan soluklarından fark ettim. “Birkaç yıl sonra bu tarz şeyler için sahiden yakar mısın beni İclal?” diye sordu. Ses tonu yakmamı emrediyordu bir yerde. Ne oluyor sana beyefendi? Yemeğimi bitirme arzuma kement vurarak ona döndüm, tamamen. Bana o kadar yakındı ki alınlarımızın birbirini yoklamasına, neredeyse, santimler kalmıştı. Gülümseyen yüzüne karşı ben de gülümsedim. Ama sinir olmuş bir efektte. “Birkaç yıl sonra yanma kısmını geçmiş oluruz.” Sağ elimi kaldırıp yanağını avucumun içine aldım ve yalancı şefkatle beyefendiyi aldattım. “Birkaç yıl sonra, mezarına çiçek taşıdığım kısma gelmiş oluruz Berkay.” Ben, keşfini yeni yaptığım gamzesini seyre dalmışken çehresini kıpırdatıp yanağını avucuma sürttü. “Mezarıma çiçek taşıyacak kadar çok mu önemsiyorsun beni?” Allah aşkına ne olsun istiyorsun seni şehirli serseri? “Önemsemek değil de,” dedim düşünüyormuşçasına dudağımı bükmüştüm. “Eşin olarak vazifemi yerine getiririm diyelim.” “Eşim olarak üzerine düşen her vazifeyi yerine getireceğin sonucuna mı varmalıyım yani?” tek kaşını kaldırdı. Keyfini katlamıştı. Elimi yanağından çekip denge şaşırtan yüzünü kendimden uzaklaştırdım. “Sen raydan çıkmadan konuşamayacağız biz değil mi Karaevren?” “Canım karım benim,” dedi sırnaşık sarılışını arttırıyordu ki abim kurtarmıştı beni onun kafesinden. “Kaç yıldır evlisiniz?” diye sordu. Morarmış gözaltlarına aldırmadan Yeis Amca’nın açılışını yaptığı rakıyı tüketiyordu. Üzerinden akan tahammülsüzlük boyutlansaydı eğer çiftlik evi sel altında kalırdı şüphesiz. “Elli altı yıldır,” diye yanıtladı Âmine Teyze. Berkay’ın kolundan zar zor sıyrılıp abimin önündeki rakı bardağını uzaklaştırdığımdaysa kocasının akıbetiyle içli dışlı olmayı bırakmış olan Beril, karşısındaki yaşlı çiftin aşkına hevesleniyordu. “Yarım asrı devirmişsiniz. Ve hâlâ ilk günkü gibi birbirinize âşıksınız.” Derince bir iç çekişi işittik. “Eşsiz bir şey bu...” Meran olmasına rağmen abim, zorluklara direnemezdi. Defalarca pes ettiğine şahitlik etmiştim fakat bu akşam kendi sınırlarının ötesine doğru koşuyordu. Rakı bardağını elimden alıp nefes yutmadan içiverdi. “Yarım asır,” diyerek Beril’in ifadesini daha sarhoş bir edada tekrarladı. “Aynı kişi ile evli kalarak yarım asır nasıl geçebilir ki?” “Geçer,” diyen Âmine Teyze, abimin temelsiz tezini çürüttü tek kalemde. “Sevdiğinle her şey geçer. Üstelik yılların ne denli hızlı akıp gittiğini anlamazsın bile.” Abimin haline endişelenmeye başlıyordum içten içe. Sonu iyi değildi. Beril’in sonunu da iyi etmeyecekti. Gerçekten Hüma’yı seviyor muydu ki? Karşımda acı çekiyordu resmen. Beni berdele ikna ederken kendini ikna etme konusunda başarısızlık madalyasını göğüslemesi epey fenaydı. Zira alışmak, kabullenmekle başlardı. Görünen köyün kılavuzuna göre; abim, kabullenemiyordu ki alışsın. “Ah Âmine Hanım Ah!” diyen Yeis Amca, bu esnada dert yanmıştı misafirlerine. “Elli altı yılın her döneminde beni seviyormuş gibi konuşuyorsun. Çocukları kandırmayalım şimdi.” “Nasıl yani?” diye sordum yansıttıkları aşkın ikinci perdesine geçildiğinde. Abimin rakısını tekrardan almıştım kendime. “Siz severek evlenmediniz mi?” “Mardin’den bahsediyoruz kızım,” dedi ibretlik hikâyenin başına geçirilmiş Yeis Amca. “İnsanın burada sevmeye fırsatı olmaz.” Âmine Teyze de ekledi. “Ha sevdim ha seveceğim derken kendini hiç tanımadığın biriyle nikâh masasında buluverirsin.” “Töre bu,” dedi abim. Zihni hepten bulanmıştı. Bendeki bardağı değil de Yeis Amca’nın himayesindeki bardağı teklifsizce alıp içmeyi sürdürdü. “Kanser gibi.” Beyaz sıvıyı tek dikişte bitirdi. “Yakalandığında kurtulamıyorsun. Kurtulsan bile tekrar nüksediyor. Ya da bedenini bitiriyor.” Katı bir sessizlik oluştu. Ayakkabımın burnunu Berkay’ın bacağına çarptım. Abim hakkında bir şeyler hissettiği belliydi. Bu yüzden verdiğim mesajı yorumlamakta gecikmemiş, konunun gidişatını değiştirmişti. “Sen sonuca bak Yeis Amca,” dedi. “Sonuçta kızı kapmışsın.” Dudaklarını yanağıma bastırdıktan sonra bana bakarak devam etti laflarına. “Bana da birkaç taktik versen de benimki elimden gitmese.” Dudaklarının yanağımda bıraktığı ıslaklığı silmeye yeltenemeden bana bakan Berkay’a bakmıştım. Kendime itiraf edemesem de ruhumun kabul ettiği bir şey vardı ki… Galiba beni o kadın gibi görmediğini kanıtlamasına izin verecektim. “Bugünün şerefine dans edin,” dedi yerinden kalkan Beril. Şöminenin üzerindeki modern teknolojiye sahip eskitme hoparlöre telefonunu bağlamıştı. “Hadi Yeis Amca...” Şarkıyı açıp yeniden masaya döndü. “Âmine Teyze, kalkın hadi.” Barış Manço’nun ezbere bildiğim şarkısı, Kara Sevda’nın melodik aroması kulaklarıma akın etmeye girişti. Yaşlı çifti piste çeken Beril, bizimle uğraşmak adına yanımıza gelmişti. “Hadi abi, siz de.” Bu tarz entel dantel şeylere dünden razı olan Berkay, olağanüstü enerjisiyle ayaklanıp elini bana uzattı. “Yine mi ya!” diye hayıflandım ben de. Ancak bu, ne onun ne de kardeşinin umur kapsamına girmiyordu. Teklifini verip, beni çekerek elimi kavramıştı aniden. “Dans bahanesiyle de olsa…” ayağa kalktığımda gecikmeden belime sarıldı. “Görüyorsun değil mi İclal, kader seni hep benim kollarıma itiyor.” Ah be kadar, işin gücü yok mu senin de bizimle uğraşıyorsun? * Kara sevda, kara sevda, dedikleri daha ne olabilir ki? Kara sevda, kara sevda, seni benden kim ayırabilir ki? Çocukça bir aşk deyip de geçme, sakın gülme halime... Nasıl olduğunu anlayamadım ama seviyorum seni delicesine. * Dans mevzusundan yakamı sıyırabildiğimde kendimi ormanlık alanla birleşmiş, geniş bahçenin göbeğine bırakmıştım. Evin kısmen uzağında, sarı ampullü ışıklandırmanın himayesinde krem rengi, örgü bir hamak vardı. Ben de göçüp geldiğinde şahsına terk edilmiş bir yuva bulup o yuvayı sahiplenen göçmen kuşlar misali tünemiştim hamağa. Cildimi dağlayan soğukluğa rağmen; yerdeki nemli toprağı olanca nazikliğiyle eşeleyen ayakkabılarım tarafından sallanıyordum. Kollarımı göğsümde kavuşturmuş, gökyüzünün çeyizi niyetine karanlığa serilmiş yıldızları seyrettim durdum. Huzurla, sakinlikle… “Ayaklarım nasıl ağrıyor anlatamam.” Gözlerimi açıp aşağıda kalan patika yoldan gelen sesin sahibine baktım. Sanki Berkay mıknatıstı ben de değeri biçilmemiş bir metal parçası… Gittiğim her yere onu da çekiyor olduğum gerçeğinin başka kabulü olamazdı piyasada. Hamaktan kalkmayarak sırtımı azıcık doğrulttum. “Ne güzel,” dedim az önceki hareketli dansın bir o kadar hareketli figürlerinden bahis açarak. “Benimle dans etmemen gerektiğini iyice anlamışsındır.” Dans ederken onun ayağına bilinçli olarak basmamıştım elbette. Lakin bilinçli olarak bassaydım etkisi bu kadar belirtmezdi birliğini herhalde. Patikayı aşıp yanıma geldi. Koluna hamakla aynı rengi paylaşan bir battaniye atmıştı. “Aslında anlamak istemiyorum.” Adımları, ilk şikâyetini kanıtlarcasına sarsaktı. “Çünkü şu tavırların…” kendini yanıma, hamağa bıraktı. “Seninle dans etme arzumu güçlendiriyor sevgili zevcem.” Bedenimi dik tutamadım. Berkay’ın ağırlığı ile birlikte çöken hamakta sağa doğru kaymıştım. Denge kuramamamı değerlendirmekten gocunmadı. Kolunu –bugün içinde ikinci kez– omzuma atarak beni kendine çekmişti. “Bu zevce seninle ne yapacak?” dedim bıkkınlık ezgisinde. Fakat ondan uzaklaşmak gibi bir girişimde bulunmamıştım. Kolunun omzuma yaptığı ağırlığı sadakatle misafir etmeye koyuldum. “Ne yapacak biliyor musun?” kucağındaki battaniyenin bir katını açtı, arkamıza çekti ve ikimizin de üzerine gelecek şekilde örttü. “Benimle birlikte yıldızları izleyecek.” Battaniyenin kırışıklıklarını özenle düzeltiyordu. “Ama önce sıkıca üzerimizi örtelim.” Devamında ise tamamen sarınmıştık tüylü kumaşa. “Eğer üşürsek çocuğumuz olmaz.” Bana ihanet eden dudaklarım, gülmek için kıvrıldılar. “Ya Berkay!” şakayla karışık dizine vurdum. “Ne ya?” dedi muzip ciddiyetini konuşturarak. “Pislik yapma.” “Pislik yapmayayım.” Kafasını kafama dokundurdu. Yüzlerimizi yukarıya, sonsuzluğa, gökyüzüne çevirmiştik. “Abin gibi olmamı mı tercih ederdin yoksa?” sıcak parmaklarını yanağımın üzerinde dolaştırdı usul usul. “Adam berdel depresyonunu hakkıyla yaşıyor.” O, yıldızları izliyorken ben gözlerimi kapatıp şişelerini kıramadığım parfüm kokusunun sistemime işlemesine izin verdim. Abimi illa ki gündeme getirecekti. Getirmek içinde şimdiyi seçmişti. “Herkes senin kadar kolay uyum sağlayamıyor.” “Bende kolay uyum sağlama yetisi yok zaten İclal,” dedi tane tane. “Benim kolay uyum sağlamamı sağlayan şey…” kısaca duraksamanın ardından ekledi. “Güzel partnerim.” Benimle bu şekilde konuşması yavaş yavaş hoşuma gitmeye başlıyordu. Ona can-ı gönülden hak verdiğimi hissettim. Varlığına ve varlığının takındığı davranış kalıplarına alışmaya başlamışken hayır, abim gibi olmasını tercih etmezdim. “Güzel partnerim derken benden mi bahsediyorsun sen?” sonuçta senin için iki kişiyim Karaevren. “Tabii ki senden bahsediyorum zevcem.” Geriye çekilirken beni de kendinden uzaklaştırmıştı. Gerçi çok değil, sadece bir nefeslik mesafe iliştirdi aramıza. Yıldız ışığını yudumlayan elalarından kopamadan baktım ona. Mesafenin getirisinden yararlanmak mı deniyordu buna? Ailemin şehirli damadı, ne yapıyorsun sen Mardin’in ali kıran baş kesen hanım ağasına? “Âşık olduğumu sandığım kadın bile…” işaret parmağını tokasız saçımın düşürdüğü kalın bir bukleye doladı. “Beni flechazo etkisiyle çarpmamıştı.” “Ne?” diye sordum yüksekçe. Yine aynı dilleri konuşmamaya başlamıştık. “Ne, ne?” dedi. Neye ne dediğimin gayet de farkındaydı. Sadece… “Ne zo… Ne dedin?” sadece onu anlamıyor oluşum hoşuna gidiyordu. Onu anlamayayım diye özellikle uğraşıyordu. “Hım,” diye mırıldandı. Dalgası artmış saç buklemi çekerek bırakmıştı. “Flechazo dedim sanırım.” “O ne demek?” Ağzına hayali bir fermuar çekip fermuarın –yine hayali olan– anahtarını ağaçların arasına doğru fırlattı. “Merak ettim işte ya.” Şarkı sözlerini anlayamamış olmamı geçtim de, ne cevap vereceğimi kestiremediğim sözcüklerle gelmemeliydi önüme. “Söylesen ölür müsün?” Oyunbozan çocuklar gibi –ısrarla– kafasını iki yana salladı da salladı. “Berkay,” diyerek çıkıştım. “Hiç çırpınma zevcem.” Bedenimi yeniden çekti bedenine. Birlikte hamağa uzandık. “Zamanı geldiğinde her şeyi söyleyeceğim.” Zamanı geldiğinde. Zamanı mı geldiğinde? Artık o zaman da ne zaman da ne zaman gelecekse.
BÖLÜM SONU |
0% |