Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13. UĞRAŞILMASI GEREKEN FOBİLİ

@hayalrafya

 

 

keyifli okumalar..

Bir işin ya da oluşun içine Berkay kendini dâhil ettiyse, o işin ya da oluşun gövdesine sorun bulaşıyordu. Artık anlamıştım –tıpkı tuzlu kahve olayında olduğu gibi– gittiği her yere karışıklıkla karışmış bela çekecekti beyefendi.

Hamakta sallanmayı oldum olası sevmiştim. Ama Berkay Karaevren hamağımı kaptığında sevgim nefrete dönüşmüştü. Beni boğacakmış gibi sarılmasını geçtim, üç defa düşme tehlikesi atlatmıştık. Boyumla dalga geçip hamağı tek başına sallayacağını söylediğinde bacaklarımızdan aşağısı çamurla kaplanmıştı. Üşümemem için ise apayrı bir çaba sarf etmişti ki en sonunda çıkan sert rüzgâr, battaniyeyi uçurduğunda üzerimden kalkan yükün hafifliği ile donatılmıştım.

Zaten çok değil, battaniyenin bizi terk edişinden biraz sonra yağmur bastırmıştı. Koşmayı yarışa çevirip çiftlik evine girdiğimizde de bir devrin kapısı güle oynaya arkamızdan kapanmıştı.

Abim ve Beril –nerede oldukları bilinmez– uyumak için odalarına çekildiklerinden ötürü evin içi sakindi. Üzerimdeki çamurdan kurtulurken Âmine Teyze’nin getirdiği sakinlik veren papatya çayını sakin sakin içebilmiştim yani. Öte yandan Berkay’ın da ona özgü çamurunun da ne yaptığından bihaberdim. Yeis Amca onu himayesine almış halde kaybolmuştu.

Akrep ile yelkovan gece yarısını vuruncaya değin ayrı kalmış, gece yarısı vurulduğunda da çatı katında bizim için ayrılan, orta genişlikteki odada buluşmuştuk. Berkay’dan yayılan yağmur kokusunu yorumlarsam eğer ayrı kalmışlığımızın dakikalarını veranda da heba ettiği çıkarımında bulunabilirdim. Ancak şu an çıkarımdan da Berkay’ın yapıp ettiklerinden de büyük bir sorun vardı. Yatacak yer sorunu, uyuyacak yer sorunu vardı.

Standart mobilyalarla standart bir çiftlik evi odasıydı burası. Ortada oval formlu yatak duruyordu. Yatağın iki yanından püsküllü abajurlar yükseliyordu. Yatağın hemen karşısında ceviz yeşili minderli bir puf vardı. Pufun önüne –yine benzer ahşaptan imal edilmiş– makyaj masası koyulmuştu. Arta kalan duvarı beş kapaklı giysi dolabı koruyordu. Yanımızda getirdiğimiz valizlerse giysi dolabının bitişiğine yerleştirilmişti.

Biz…

Biz araladığımız kapının kıyısında, odanın girişinde, yan yana duruyor farklı düşünce âlemlerinden aynı yatağa bakıyorduk.

Evlendiğimiz saniyeden itibaren –gelişen olağandışı koşullar yüzünden– aynı yatakta uyuma fikrine kapılmamıştık hiç. Nasıl uyuyacağımızı planlamadığımız da kesindi. Şimdi bir odada bir yatak, bizden iki taneyken düşünceler tüpsüz dalıyordu kanyonun içine.

Gerçi abartacak bir şey yoktu. Böylece dikilip sanki bir seri katille bakışıyormuş gibi yatağa bakmanın mantığı yoktu. Evliydik değil mi? Evlenmiştik. Sözlü kuralların gözetiminde, aynı yatağı pekâlâ paylaşabilirdik.

Berkay’ın kıpırdandığını fark ederek ona döndüm. O da zaten bana dönmek için kıpırdanmıştı. Çünkü bir terslik olduğunu belirtircesine dişlerini sıkıyordu. Hafiften kızaran yanaklarının sorumluluğunu, dışarıyı kasıp kavuran rüzgâra yükledim.

“Ben yerde yatabilirim.” Ensesini ovalayarak kendi etrafında tam tur döndü. “Ya da…” saçlarını karıştırmak için duraksadı. “Ya da salona inerim.” Kafasını sallayarak sözlerini şahsen onayladı. Başparmağıyla dudağının kenarını sildi, özensizce. “Fazladan misafir odası var.” Ellerini beline koyup nefesini dışarı üfledi. “Tabii misafir odasını hazırlamamış olabilirler ama olsun. İdare ederim.” Belindeki elleri, çatık kaşlarımın takibiyle pantolonunun ceplerine kaydı. “Çiftliktekiler, berdel evliliği yaptığımızı biliyorlar. Ayrı yerlerde yatmamızı tuhaf karşılamazlar.”

Ağırlığımı bir bacağımdan öbürüne verirken rahatlığıyla beni çıldırtan Berkay Karaevren’in aynı yatakta yatmak cümlesi söz konusu olunca, karşımda, stresten kasılıp durmasını ve sözcüklerini eğip bükmesini keyifle dinlemeye koyuldum.

“Yeis Amca’dan koltuk getirmesini isteyeyim mi?”

“Berkay,” dedim kabaca. Durgunlaşması için… Kendine gelip yaptığı şovu bitirmesi için… Yanakları ciddi ciddi kızarmıştı. Okuldan kaçıp gizli saklı sevgilisiyle buluşmaya giden lisesi kızların çekingenliğine bürünmüştü. Liseli kızların çekingenliğini Zehra ve Zeliha’dan biliyordum. Berkay tam da onlara yakışan şekilde davranıyordu. Saçma sapan imalar yapan o şehirli adama ne olmuştu birden?

İki adımda yanına yaklaşıp kollarını tuttum sıkıca. Gözlerime bakamıyordu. Bense gözlerine bakıyordum doğruca. “Namusunu kirletecekmişim gibi davranma Berkay.”

Kafasını, çenesine dokunarak yönlendirip gözlerime bakmasını sağladım. “Merak etme yemem seni.” Çenesini de kollarını da bırakıp geriye çekildiğimde derin bir nefes almıştı. “Birlikte yatabiliriz. Sorun olmaz.” Giysi dolabına yürüyüp kapaklarını açtım. “Aramıza yastık mastık koyarız işte bir şeyler.”

Tahmin ettiğim gibi; dolaba fazladan yastık istiflenmişti. Berkay’ın bakışlarının beni takip ettiğini netçe hissederek kucakladığım üç yastığı yatağın üzerine bıraktım. Beyefendi asla hareket etmiyordu. Parmaklarını bacağına vurarak olduğu yerde durmayı sürdürüyordu.

Yatağın dantelli örtüsünü açıp –tam ortaya denk gelecek şekilde– yastıkları sıraladım. Ardından valizlerin başına geçtim. Tüm eşyaları bizzat yerleştirdiğimden dolayı pijamaları bulmam zor olmamıştı.

Bulduklarımı alır almaz Berkay’a doğru yürüdüm. Bilincini kaybettiğini sandıracak haldeydi, sanki bu dünyadaki tek meziyeti durup bakmakmış gibi. Lakin onun keyfini bekleyemeyecektim. Bir türlü almadığı pijamalarını uzatmaktan koluma ağrı girmeye başlamıştı.

“Oğlum neden yüzüme bakıyorsun ya?” birlikte uyumak konusunu öylesine büyütmüştü ki geldiğimiz ölçüler beş oda bir salon apartman dairesini kast ediyordu resmen. “Ben mi giydireceğim seni? Alsana pijamanı.”

Hafiften dolaşan elleri, solmaya yüz tutmuş yaralarının dikkat derecesini azaltan kızarıklığıyla, pijamasını almıştı sonunda. “Arkamı mı döneyim?” diye benim pijamamı işaret ederek sordu.

“Bir zahmet,” dedim dayanmayı geçerek.

Eş zamanlı olarak arkamızı döndük ki Berkay’ın hissettiği telaş bana da yansımış gibiydi. Elbisemin fermuarını dördüncü denemede açabilmiştim. Karpuz desenli pijamamı aceleyle giydim. Arkamdan duyulan kıyafet mırıltılarına bakılırsa çiçeği burnunda kocam da giyinmeyi bitirmiş olmalıydı.

Pijama giyme faslı tamamlanır tamamlanmaz yatağa yöneldik. Ben sol tarafı seçmiştim. İtiraz etmeyen Berkay sağ tarafa geçti. Yatağa girip yorganı üzerimize çektik. Aradaki yastıklar yattığımız kısımları küçültüyordu fakat problem değildi. Zira asıl problem, yastıksız kaldığımızda başlardı. Eğer sadece fikri bile Berkay’ı irkiltmeye yetiyorsa savunmasız yattığımızda bayılacağından neredeyse emindim. Neyse ki ambulansı aramaya yetecek kadar, hangi rakamın ne olduğunu öğrenebilmiştim.

Kafamı Berkay’dan tarafa çevirdim. Bana bakıyorduk. Bakışlarımız buluşunca ateşe dokunmuşçasına birbirimize sırt çevirdik. Tepemdeki abajurun püskülüne nazikçe dokundum.

Beyefendinin kıpırdanmayı kesip yattığı yere yerleşmesi beş dakikayı bulmuştu. Öksürerek boğazını temizledikten sonra, “Kâbussuz geceler,” dedi.

Bana yine sorgulatıyordu bir şeyleri. “Kâbussuz geceler mi?” dedim garipseyişimi gizleyemeyerek.

“Hı-hım…” yastığını vurarak kabarttı. “Gecelerin her zaman iyi geçmesi zordur. Özellikle de bizim durumumuzda.” Telaffuzu, harflerini tökezletmiyordu. Muhtemelen sakinleşmeyi başarmıştı. “Ama en azından kâbussuz bir gece geçirmeni dileyebilirim diye düşündüm.”

“Bu kadar düşünceli olma Berkay,” dedim. “El kızı üzer seni.” Masaldaki el kızının ben olduğum gerçeğiyse gerginliği kırmış, gülümsetmişti bizi.

Uykunun davetine istekle katılacağım bir esnada Berkay sinir bozucu bir şekilde kıpırdanıyordu yine. “Kâbussuz geceler İclal.”

Karşılık almadan rahat edemeyecekti herhalde. “Kâbussuz geceler Berkay,” demiştim içtenlikte. Sırf o, rahat edebilsin diye.

*

Gecenin bir yarısında uykumdan uyanmama sebep olacak şeyler belliydi; ya savaş ya kıyamet. Şimdi bu ikisinin arasına eklenen bir şey vardı. Bir ses. Birisinin ağlama sesi.

Gözlerimi art arda sıktıktan sonra aralayabildim. Bilincime kavuştuğumda ilk işim yastıkları kontrol etmek olmuştu. Yerli yerindeydiler. Ardından yastıkların ötesine baktım. Orada eksik vardı. Olması gereken yoktu. Berkay olması gerekendi ve yerinde yoktu. Onunla birlikte yattığım yataktan kalktığımda yalnızdım.

Uykumun dağılması için birkaç saniye boyunca, öylece, bekledim. Beklediğim sürede kulaklarımı tırmalayan ağlama sesi ikiye üçe katlanarak şiddetlenmişti. “Gece gece ne oluyor ya?” diye söylenerek yorganı üzerimden attım. Âmine Teyze’nin ödünç verdikleri terlikleri geçirdim ayağıma.

Abim ve Beril’in uykuya karıştıkları odanın yerini hâlâ bilmiyordum. Ancak bildiğim bilgi başkaydı. Onlar bu katta değillerdi. Çatı katında bir tane oda vardı ve o oda bize ayrılmıştı. E ben de ağlamıyordum. Öyleyse ağlayan kişi… Aklıma giren düşünceyi katılıkla savuşturdum.

Karanlıkta yönümü bulmaya çalışarak –etrafa çarpa çarpa– kapısını açtığım odayı hızla terk ettim. Diğer kapı, odanın karşısında, çatı katı koridorunun sonundaydı. Banyoya girişe izin veren kapıdan bahsediyordum.

“Berkay,” diye seslendim. Seslenişime aldığım karşılık yine bir ağlama dalgasından ibaretti. Kalp atışlarım hızlanırken banyo kapısının dibinde durup parmaklarımı kapı koluna sardım. Yanılmıyordum. Ağlama sesi buradan, kesinlikle banyodan geliyordu.

“Berkay,” derken kapıyı yeniden tıklatmıştım. “İçerideki sen misin?” tabii ki o.

İyiden iyiye telaşlanmaya başlıyordum. Duyduğum ses… Allah’ım, gerçekten Berkay’ın sesiydi bu. Gece gece kalkmış, banyoya gitmişti. Ağlıyordu. Ama neden?

“İclal?” dedi devamlı kapı tıklatışımın arasına girerek. Tonlaması kırıktı. Harfleri çatlak… Sesi az biraz perişandı. Ağlayışının şiddeti boğazına vurmuş olmalıydı. Bu… Bu, şehirli rütbesine hiç yakışmıyordu.

“İclal sen mi geldin?” gürültüyle burnunu çekti. “Gelmişsin. Geldin.” Ağlamayı bırakmamış, ağlamanın yanına sayıklama da eklemişti. “Geldin,” diyordu. “Geldin, geldin, geldin.”

“Geldim,” dedim avazım çıktığı kadar bağırarak. “Geldim evet. Kes şunu söylemeyi.”

Kapının kolunu aşağı indirdim fakat nafileydi. Omzumla kapıyı ittirerek kolu yeniden aşağı indirdim ki bu, hepten faydasız bir eylemdi. “Neler oluyor ya?”

“Bo-boğuluyorum İclal,” dedi yutkunarak. “Nefes alamıyorum. Ço-çok korkuyorum.”

Avucumun içini, yarısı buzlu cam olan kapının buzlu camına sertçe vurdum. “Neden korkuyorsun?” çıldıracak raddeye gelmiş hissediyordum. İçeride ne oluyordu ki? Ne olmuş olabilirdi? Ah, sorduklarıma cevap versen bir de. Kuleye hapsedilmiş beyaz atlı prens gibi davranıyordu. “Berkay açsana kapıyı…”

Kapıyı açmak gibi bir girişimde bulunmadı. Ağladı ve daha fazla ağladı. Banyodan duyulan başka bir ses de yoktu. Sadece ağlıyordu. Ben kapının bu tarafında telaştan delirmek üzereyken, öfkeden bitecek haldeyken… O, kapının öbür tarafında sadece ağlıyordu. “Korkuyorum,” dedi. “Yardım et bana. Yardım et bana İclal.”

Adımı yalvarırcasına söylemesine dayanacak yürek bulunamazdı herhalde.

“Sakin ol bir saniye,” dedim ondan çok kendime. Önüme dökülen saçlarımı çekiştirerek geriye savurdum. “Ağlamayı bırak.”

Berkay’a bir an evvel ulaşabilmek için kapıyı defalarca kez tekmelemiştim. Kolu hızlı hızlı hareket ettirmeyi denedim. Buzlu camı kontrolsüzce yumrukladım. Omzumu kapının ahşabına çarpmaktan bedenim ağrımaya başlamıştı. “Anasını sattığımın kapısı niye açılmıyor lan?” diyerek çığlık atmıştım en sonunda. Eh, bir bardağı sonsuza dek dolduramazsınız sonuçta. İlla ki taşar.

Fevri tepkilerim, zaten korktuğunu iddia eden Berkay’ı daha beter korkutmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sürekli ağlıyordu. “Berkay kes artık ağlamayı.” Çiftlik evi sakinlerinin uyanıp uyanmayacağını umursamayarak ayağımı yere geçirdim. “Aç şu kapıyı!”

“A-açamam,” dedi güç bela anlayabilmiştim demek istediğini.

“La havle!” Biten sabrımın sosuna ekmek banıyorken yüzümü sıvazladım. “Neden? Neden açamazsın?”

“Kolu...” bir kalp atımı süresi boyunca duraksayıp burnunu çekti. “Kolu kırıldı.”

Kapının kolu kırılmış İclal.

“Kapının kolu kırılmış,” dedim iç sesimi tekrar ederek. “Kapının kolu kırılmış.”

Yanağımın içini dişleyerek etrafa bakındım durdum. Aralıksız çalışan beynimin bir planı vardı ve ben Berkay’ı banyodan çıkartmak için, ağlamayı bırakmasına yardım etmek için karşılaşacağım sonuçları düşünmeksizin beynimin planını uygulayacaktım.

Koşar adımlarla odaya dönüp ışıkları açtım. Bir süre boyunca odayı tarayıp yapacağım şeyin üstesinden gelebilecek bir materyal aradım. Makyaj masasının yanında orta boy bir süs vazosu vardı. Kilden yapılmıştı ama işimi görmeye yetecek kapasitedeydi.

Vazoyu alıp içindeki kuru çiçekleri gelişigüzel bir şekilde yere fırlattım. Geldiğim hızla odayı terk ederek soluğu tekrar banyo kapısının pervazında almıştım. “Kapının arkasından çekil,” dedim bir kuvvetle. Yanlışlıkla da olsa ona zarar vermek istemiyordum. “Duydun mu beni Berkay? Kapının arkasından çekil.”

Ses vermedi. Duymuş olduğu varsayımına tutunmak zorunda kalmıştım. Olanca gücümle vazoyu kapının camına vurdum. Tek vuruşumla tuzla buz olan cam, alaycı bir feryatla dört bir yana dağıldı. Dağılan parçalardan birkaçının yüzümü çizdiğini hissetsem de aldırmadım. Vazoyu yere atıp tamamen kırılan açıklığa yaklaştım.

Berkay banyonun bir köşesine çökmüştü. Kollarını, kendine çektiği bacaklarının etrafına dolamıştı. Kafasını da dizlerinin üzerine gömmüştü. Camın kırılışı bile kendine getirememişti onu. İleri geri sallanarak ağlıyordu. Hıçkırarak, iç çekerek ağlıyordu.

“Kendine gel İclal,” dedim kendi kendime. “Kendine gel İclal.”

Kırıldığını söylediği kapı kolu, banyo lavabosunun içinde duruyordu. Camın bağışladığı açıklıktan içeri eğilerek lavaboya uzandım. Ufak cam kalıntıları karnıma batmıştı ancak beni durdurmak için bu acıdan fazlası lazımdı.

Zorla kaptığım kapı kolunu, kırık yere yerleştirip nihayetinde kapıyı açmayı başararak içeri girdim. Asla duraksamadan Berkay’ın yanına gitmiş, sıkıca sarılmıştım şehirli kaderime. “Ne oldu sana?”

Sarılışıma karşılık vermek için kafasını kaldırdı. Ağlamaktan kızaran gözleriyse durumunun vahametini vurguladı. “Pencereyi açmayı denedim. Açmayı denedim.” Yüzünü saçlarımın arasında saklıyordu şimdi. Kollarımı daha çok sardım etrafına. “Sıkışmış galiba bilmiyorum.” Titriyordu. Sarılmam titremesini yatıştırmıyor, beni de onunla birlikte titremeye itiyordu.

“Pencere açılmayınca panik yaptım.” Kısaca ağlamak için konuşmayı bıraksa da devam etti. “Panikten… Kapıyı yeniden açmak isteyince panikten kolu kırdım işte.”

“Kol kırılmamış,” dedim gayriihtiyari gülümseyerek. “Sadece yerinden çıkmış.”

Ne kadar olduğunu kestiremediğim kadar çok dakika süresince sanki birimiz birden yok olacakmış gibi sıkıca sarılmıştık birbirimize. Titremesi hafiften diner gibi oluyor sonra yeniden başlıyordu. Onu kendimden uzaklaştırıp ağlamasının emaresi niyetine kızaran yaralarına tek tek dokundum. “Daha iyi misin?”

Kirpiğine tutunan bir damla yaşı düşürüp kafasını salladı. Hâlâ ve hâlâ titriyordu. “İyiyim.”

“Neden bu hale geldin sen?”

Sorum, onu eskiye çekmiş olmalıydı ki yeniden ağlamaya başlayarak yeniden sarıldı bana. Gözyaşları pijamamı ıslattı usulca. “İclal,” dedi çaresizce. Kollarımın arasında titriyorken ona şefkat beslememek imkânsızdı.

“Bende klostrofobi var İclal.”

*

Yastık barikatını aradan kaldırmıştık. Titremesi hafif hafif silinmeye koyulmuş olan Berkay’ı ve yeni öğrendiğim fobisini Kaf Dağı’nın arkasında bir başına bırakacak değildim nihayetinde.

Kafasını karnımın üzerine koymuştu. Belime sarılarak yatıyordu. Bense hipnotize olmuşçasına tavana bakıyor, az önce içinden çıkamadığım telaşın artçı sarsıntılarıyla mücadele ederken parmaklarımı Berkay’ın kum kahvesinde, kum yumuşaklığındaki saçlarında dolaştırıyordum.

Onca çığlığa rağmen Âmine Teyze geç gelmişti. Geç gelse de gelmişti ya o yeterdi. Biz burada yatıyorken o, koridorun tüm ışıklarını açmış cam kırıklarını temizliyordu.

“Bilmem gereken başka fobilerin de var mı?” diye sordum. Bir sonrakine hazırlıksız yakalanmak istemiyorum.

Kendisini kastığı için saç dipleri terlemişti. Teri parmağıma işliyor olsa da geri çekilmek gibi bir arzum yoktu hiç. Saçlarını hissetmek güzeldi.

“Üç tane daha var,” diyerek kısık sesle cevapladı sorumu. Evet, ağlamaktan dolayı sesi kısılmıştı.

“Ne olduklarını söyleyecek misin peki? Yoksa onları da rastgele mi öğrenmem gerekecek?”

“Söyleyeceğim.” Burnunu pijamamın kumaşına sürtüyordu arada sırada. “Söyleyeceğim ama sonra. Şimdi dinlenmek istiyorum.”

Parmaklarımı kibarca kafasına bastırıp masaj yapmaya başladım. “Fobilerini nasıl yatıştıracağız Berkay?” zira bu şiddet, erkenden tüketecek gibiydi bizi.

“Parmaklarını saçlarımdan çekmeyeceksin,” dedi baygınca. “Bir de…” sağ kolunu halsizlikle kaldırıp başucumuzdaki komodini işaret etti. “Telefonumu versene. Kulaklık da olması lazım…”

İstediği gibi, parmaklarımı çekmemiştim saçlarından. Telefonu ona verdim. Kulaklığıysa komodinin çekmecesinden çıkartmıştım.

Telefonun müzik galerisine girdi. Kulaklığı da telefona takmıştı ve iki ucundan birini bana uzattı. Diğer ucu kendi kulağına koydu. O, bana daha çok sarılırken daha çok oyalandım saçlarıyla. Üst üste yerleştirip sırtımı desteklediğim yastıklara tamamen yaslandım.

Telefondan kulağımıza naif bir şarkı sıçrıyordu. Şarkının tonlamasıyla birleşen Berkay’ın müptelası olunacak parfüm kokusu, beni mayıştırıyordu.

“İclal,” dedi yakarırcasına. “Parmaklarını asla çekme tamam mı?”

“Tamam,” dedim. Ve söz verdiğim gibi –gece boyunca, gece gündüze dönüyorken de– parmaklarımı saçlarından asla çekmedim.

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%