@hayalrafya
|
keyifli okumalar.. Kirpilerin doğal ortamda yaşamaya düşkün olduklarını sanırdım; ta ki bir tanesinin yatağıma girmiş olduğuna şahit oluncaya dek. Gözlerimi açtığımda dün akşam uykuya nasıl daldıysak yine öyle günü selamladığımızı gördüm. Ancak bir farklılık vardı. Korkudan tir tir titrediğini; gece boyunca ara sıra uyanıp ağladığını hatırladığım Berkay, onu son bıraktığım haline kıyasla uykusunu epey almış gibiydi. Uyanmıştı. Parmaklarımı saçlarından çekmek gibi bir girişimde de bulunmamıştı. Yattığı yerden –karnımın üzerinden– doğrulmuş şekilde telefonuyla ilgileniyordu. Elimi, kirpi dikeninin daha yumuşak sürümü sayılabilecek saçlarının kaşındırıcı egemenliğinden uzaklaştırdım. Ardından, üzerimden kalkması için sırtımı dikleştirmeye yeltenmiştim. Hareket ettiğimi fark eder etmez telefonunun ekranını kilitleyip gözlerinin dikkatini bana çevirdi. Dışarıdaki güneşten bolca ışıltı çaldığından emin olduğum gülümsemesi meydanda, gamzesi yerli yerindeydi. Dağılmışlığından kurtulmuştu. Sadece… Gözaltları hafifçe şişti, o kadar. Uzanıp dudaklarını yanağıma bastırdı. “Günaydın zevcem.” Ardından çabucak geriye çekilmiş, ensesini ovalayarak bakışlarını kaçırmıştı benden. Yediği çekirdekle la havle çeken iç sesime katılmadan edemedim. Madem çekiniyordu bana dokunmayı eser miktara indirgeyebilirdi. “Günaydın Korkak Ağa,” dedim ağır bir göndermenin eşliğinde. Arkamdaki yastıkları düzeltip yatak başlığına tamamen yaslandım. Onun tatlı hitabına karşı kullandığım hitap, muhatabımın yüzünü düşürmüştü tabii. Yorganın altından çıktı. Ufak bir çocuk gibi küskünce, gamzesini sakladı. “Gerçekten bunu yüzüme mi vuracaksın?” Heyecanı, sevinci, neşeyi… Pozitiflikten nasibini almış her çeşit duyguyu en güzel ve en yakışır şekilde sergiliyordu sahnesinde. Ona çelme takan kişi olmak; ruhuma çökmüş negatifliğin bir kısmını –düşsün diye– sahnesine atmaktan nefret etmeye başlıyordum yavaş yavaş fakat kendime engel olabilmem daha zaman alacaktı. “Evet,” dedim bu yüzden. Gaddar cadılar gibi… “Ama her zaman değil, sadece yeri geldiğinde.” Huyun kurusun İclal. Bana yaptığını ödünç alarak iade ettim ona. Dizlerimin üzerinde doğrularak benden uzaklaştırdığı bedenine yaklaştım ve dudaklarımı aynen bastırdım yanağına. Solan gülüşünün yeniden yeşerdiğini fark etmemek imkânsızdı. Gülümsemesiyle belirginleşen elmacıkkemikleri daha fazla değmişti bana. Mardin’de haddinden çok tanıdığımız vardı. Hâl böyle oluncaysa haddinden çok berdel evliliği görmüş, berdel evliliği gerçekleştirenlerin ıstırabına defalarca maruz kalmıştım. Açıkçası Berkay ile evlendiğimde çevremdeki o ıstırap kurbanı insanlardan birine dönüşeceğimi düşünüyordum. Tıpkı abim ve Beril’in dönüştüğü gibi. Ancak Berkay, şehre yatkın töreye aykırı karakteri ile klasik berdel tanımını yıkıp beni başka bir boyuta sürükleyen geminin, utangaçlık pastasının süslerini aşırmış, kaptanıydı. Onu öpmeyi bırakıp geri çekildiğimde yutkunarak telefonunun kılıfıyla oynamaya başladı. “Alışabilirim sanırım,” der demez öptüğüm yeri kaşıdı. Rotasız bir gemideyken yapılacak en güzel şey güzergâhı seyre dalıp buzdağına çarpmamayı dilemekti belki de. “Alışmamız gereken çok fazla şey olacak,” dedim barikat görevi görsün diye sıraladığımız fakat şu anda gardırobun bitişiğinde yatan yastıklara hitaben. “Teşekkür ederim İclal.” Kafasını önüne doğru eğmişti. Minnettarlık doluydu ifadesi. Yastık atma devriminden etkili, ayrı bir devrimi vurguluyordu sanki. “Ne için?” “Hissettim,” diyerek kulaklığının kablosunu bileğine sararken ekledi. “Elini çekmedin.” “Çekmedim.” Kahvehane köşesine oturmuş mahalle delikanlısı oturuşuyla takas etmiştim oturuşumu. Zaman zaman Berkay’ı yaparken gördüğüm hareketi tekrarlayarak da başparmağımla dudağımın kenarını sildim. “Bizde söz senettir Karaevren.” Kaşlarını kaldırıp indirdi. Zihnindeki çayırda başıboş dolaşan, kuyruğu birbirine değmeyen tilkilerin tasmasını açmış gibiydi bir nevi. Acayip bir gizemle, acayip bir sıkıntı çerçevesinde, “Öyleyse hatırlat da başka mevzularda da sözünü alayım,” dedi. Yüzünü benden çevirmesin diye çenesini tuttum sertçe. “Nasıl mevzulardan bahsediyorsun sen yine?” Elalarını kırpıştırıp inatla geri çekildi. “Derin mevzulardan bahsediyorum İclal.” Arkasını dönüp yataktan kalktı. “Derin mevzulardan bahsediyorum.” Önüne kurulduğum kahvehanenin iskeleti tepeme yıkılmışçasına kalakaldım. Derin mevzular… Berkay yazar olsaydı, kurguları yok satardı eminim. “Berkay,” dedim dikkatini üzerime çekerek. Şu anda derin mevzulardan bir tık daha sahici merak ettiğim bir şey vardı çünkü. Odanın camını açtıktan sonra bana baktı. Konuşmama devam etmem için hazırladığı bir tepkiydi bu. “Benden önce kim yapıyordu?” diye soruverdim birden. “Neyi?” Sessiz sinema oyuncusu edasında parmaklarımı saçlarıma götürdüm. Genişçe gülümsedi. Sorduğum şeyi anladığını işte böyle anlamıştım. Yatağın üzerine gelişigüzel bıraktığı telefonu alıp ekranında kısaca oyalandı. Ayarladığı ekranı bana çevirdiğinde ise… Allah aşkına bunu beklemiyordum herhalde. Hayatının aşkının ismini vereceğini tahmin etmiştim. Korku atakları dalga dalga boğarken kendisini, âşık olduğu kadına sığındığını tahmin etmekten başka ne yapabilirdim sahi? “Ciddi misin?” dedim hayretle. Zira ciddi olduğuna inanamıyordum. “En son bu kadar ciddi olduğumda,” dedi repliğimi alıntılayarak. Telefonun ekranını yeniden himayesine almıştı. “Boks ringinde seni yenmiştim İclal.” Evet, boks ringinde beni yendi. Gözlerimi devirdim. Kaçak oynuyordu. Ring mevzusunu öne süremezdi. Çünkü o gün, dikkatimi bizzat dağıtmıştı. Lanet olası parfüm kokusu… Bana değdiği her saniyede işletim sistemimi bozuyordu. “Ringi karıştırma,” diye çıkıştım. “Sen o fotoğrafı saklamaya bak. Eğer bir gören olursa aşiretten sürülürsün.” Güldü. Yalnızca ve galibiyet keyfiyle güldü. Hafızama çoktan yerleşmiş, pembe bir oyuncak ayıya sarılan Berkay Karaevren’in fotoğrafı, şiddetli fosfor ışıklarıyla yanıp sönüyorken algılarımda ben de katılmıştım gülüşüne. Fazla gülümsemeli bir sabah oluyordu bu sabah. Oysa bir parçam hâlâ dün geceye saplıydı. Yaşanan fobilerin, genellikle, küçüklük travmalarına dayandığını biliyordum. Hep küçüklükle alakalıydı her şey. Peki devamlı gülümseyen bu pembe oyuncaklı ağaya kim, nasıl bir travma anısı bırakmış olabilirdi? Ne yaşadın, ne yaşattılar sana Karaevren? “Tüm gün evde oturamam,” dedi beni hayal dünyamdan hakikate getirirken. İçindeki eşyaları henüz çıkartmadığımız valizleri karıştırmaya koyuldu. “Abinin asık suratını görmek istemiyorum.” Abim, kesinlikle, kırmızı çizgimdi. Birden sempati duymaya giriştiğim beyefendi ise kırmızı çizgimde yürüyordu öyle mi? “Abimin asık suratını görmek istemiyorsan gözlerini oymana yardım edebilirim Berkay.” Elalarına yazık olur. “Gözlerimi yerindeyken seviyorum.” Valizleri karıştırmaya ara verip omzunun üzerinden bana baktı. Serseri ifadesi bayrak sallıyordu. “Piknik yapmayı tercih ederim.” Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Kiminle piknik yapacakmışsın?” “Seninle.” “Peki, benim bundan haberim var mı Karaevren?” “Şimdi oldu işte.” Valizlerden çıkarttığı kıyafetleri toplayıp ayağa kalktı. “Şimdi haberin oldu ya zevcem.” Odadan çıktı. Odadan çıktığında yüzümü sıvazladım. “Keşke biraz da ben korkutsaydım seni.” Lakin tüm alkışları kapan kapalı kutu, banyo olmuştu. Yani, piknik yapacaktık mecburen. * Âmine Teyze’den –içi dolu– büyükçe bir piknik sepeti ile büyükçe bir piknik örtüsü almıştık. Abimi Beril’le birlikte, düşüncesizce, geride bıraktığımızda da direkt ağaçların arasına dalmıştık. Aslında fikirler güzeldi. Berkay’ın yoldaşlığında bir şeyler yapmanın güzel olmadığını iddia edemezdim. Ancak sadece ilk beş dakika için. Beş dakikadan fazlası insanı çıldırtıyordu. Berkay Karaevren, tuhaf tuhaf karakteristik özelliklerini pazara sererek beni, onlara bire bir tabi tutuyordu. Şu anda on beşinci dakikaya girdiğimizden, neredeyse, emindim. Zira üzerime çullanan üç adet beşlik etkiyi netçe hissedebiliyordum. Koluma attığım piknik örtüsünün ucu yerdeki otlara sürünmesin diye tutuşumu değiştirirken arkama dönüp beyefendinin ne âlemde olduğuna şöyle bir baktım. Piknik sepetini düşürmemeye çalışıyor, zıplayarak yürüyor ve her iki saniyede bir yüzünü buruşturarak yakalarını silkiyordu. “Of Berkay ya!” ağlamama ramak kalmıştı gerçekten. “Böceklerden korkuyorsan neden pikniğe çıktık ki?” Belki de arta kalan üç fobiden biri böceklerle ilgilidir. “Çünkü zevcem,” dedi ve önünde duran, boyunu aşan ağaç kökündeki karıncalara basmamak uğruna benden yardım istedi. “Bir elimi tut da şurayı atlayayım.” Ayaklarımı yere vura vura geriye dönüp elini sertçe tuttum. Ağaç kökünden tek hamlede atlamıştı. Akabindeyse başladığı cümlesini sonlandırdı. “Çünkü zevcem, sevgili kocan böceklerden korkmuyor.” Yanlış alarm! Arta kalan üç fobiden biri böceklerle ilgili değilmiş. “Neden kaçarak yürüyorsun o zaman?” diye hayıflanarak sordum. Sesimdeki sıkılmış şiddet, tepemizdeki ağaçları sığınak bilen birkaç kuşu rahatsız etmişti. Alanı, ötüşerek terk ettiler. “Sadece…” kafasını önüne eğip saçlarını da silktiği kısmı görmezden gelerek dinlemeye devam ettim beyefendinin uzaydan çekip çıkarttığı her bir saçma lafı. “Minik bacaklarıyla üzerimde yürümelerinden de…” işaret parmağını ve başparmağını kullanarak kast ettiği minikliğe gönderme yaptı. “Üzerimde barınmalarından da hoşlanmıyorum.” “La havle!” dedim. Dişlerimi sıkıp memnuniyetsizken bile yakışıklı olan, çarpan güneş ışınlarıyla buruşturduğu yüzüne sert bir bakış atmayı denemiştim. Ancak olmadı. Berkay söz konusu olduğunda –olanca problemine rağmen– sert olamıyordum ve bu daha fazla harap ediyordu sinirlerimi. “Üzerinde barınmazlar Berkay. Hayvanat bahçesi misin sen?” Kahkaha attı. Attığı kahkaha, kaçırdığım kuşları geri getirmişti. Hemen yukarımızda, ortalığı birbirine katan, artan kanat çırpışlarını fark etmemek mümkün değildi çünkü. Pamuk prensesten rol çalmaya başladığını düşündüğüm Karaevren, doğayı da yanına almış benimle dalga geçiyordu resmen. “Hayvanat bahçesinden daha cazip bir seçenek olduğum kesin,” dedi. Bir başka tümseğin üzerinden daha atlamasını kolaylaştırdım. “Çok pardon, kim söylüyormuş bunu?” “Böcekler,” diye fısıldadı ve benim şalterimi o an attırdı. “Tamam.” Piknik örtüsünün katlarını açarak az ilerideki düzlüğe ilerledim. “Yeter.” Örtüyü yaklaşık dört hamlede yere sermiştim. “Oturalım şuraya.” Sporcu şapkasını siperliğinden tutup çıkartarak uzağı, en uzağı işaret etti. “Tepeye çıksaydık keşke.” O, burunun kıvırıyorken ben ayakkabılarımı çıkartmış, örtünün üzerine oturmuştum bile. “Tepedeki manzara daha güzeldi.” Depresyon hırkama sarınarak rüzgârdan korundum. Fakat yine açık bıraktığım –çünkü toplama konusunda sınıfta kalıyordum hep– sarı saçlarımı korumamış, uçuşmalarına izin vermiştim. Asla bilmediğim bir tepe ile sorunum yoktu tabii ki. Zaten sorunun esaslısını yanımda taşıyordum. “Tepeye kadar çekemeyeceğim seni,” dedim. Piknik sepetini örtünün kenarına bırakıp toprağa temas etmediğinden hızlıca emin oldu. Şapkasını da sepetin üstüne bıraktı. Sonrasında yanıma oturmuş, sol elinin yüzük parmağını saran alyansı gösteriyordu. “Bırak tepeyi, bir ömür boyu çekeceksin beni İclal.” Piknik örtüsünün genişliğine güvenerek, oturduğum yerde azıcık kayıp uzandım. Berkay’ın aksine, saçlarımın böcek istilasına uğrayıp uğramamasını takıntı statüsüne taşımadım. “O kadar emin olma,” dedim belirsiz geleceğin yapacaklarını kestiremeyerek. “Boşanırız belki.” En başından beri bunu bekliyordum. Atıldığım cehalet kuyusundan çıkar çıkmaz onun soyadından kurtulmaktı emelim. Kardeşlerimi de çekecektim törenin pençesinden. Kan davası da hangi katılımcılarla devam ederse etsin… Ama şimdi, evde yaptığım hesabı çarşıya uyduramıyordum sanki. Kendini test edercesine yanıma uzanan Berkay’a baktım. Soyadından kurtulma faslını ertelersem eğer, bunun sonucu bana nasıl dönerdi ki? “Evleneli beş gün bile olmadı,” dedi. Atmosferi yoğunlaştırırcasına yüzümüze kuru yapraklar yağdıran ağaçlara karşı gülümsemişti. “Hemen boşanma planları mı yapmaya başladın?” hırkamın kolunu çekiştirdiğini hissettim. “Seni bu kadar sıktığımı bilmiyordum.” Neydi bu adam böyle, duygu sömürüsünde bir dünya markası falan mı? Yağan yaprakların arasında ona, şu kısacık sürede bana kazandırdığı anılara döndüm. “Zorsun Berkay.” Kopya koyun Dolly misali hareketimi taklit ederek bana dönmekte gecikmedi. Örtüden kaptığı bir yaprağı burnuma vurdu. Refleks olarak gözlerimi kapattım. “Kolay olanı seviyormuşsun gibi konuşma İclal.” “Zoru seviyorum,” diyerek onayladım. Burnuma vurduğu yaprağı alıp ezmiştim. Küllerini kolumdan aşağı gönderdim. Herhalde zoru sevecektim. Çünkü zoru başarmanın getirdiği zafer sarhoşluğuna paha biçilemezdi. Ancak aleyhimde olgunlaşan elmalardan geçinen çiftçi, zoru seven tek kişi olmadığımı sayıklıyordu. “Diğeri de mi zoru seviyordu?” “Diğeri mi?” diye sordu. Hemen anlamamıştı. Anlaması için göz temasımızı kesmeden ona bakmam gerekti. Çokça baktım elalarına. Çokça senaryo gelişti o elalarında. Nihayetinde anlayabilmişti. “Mimli kişi,” diye mırıldandı. Kendine yakın olan, sol, elimi ellerinin arasına yerleştirdi. Kayıp bulmacanın son parçasına erişmiş gibi tutuyordu elimi. “Beni iyi dinle zevcem.” Yattığı yerde bedenini hareket ettirerek yaklaştı bana. Başını başıma değdirmişti saçlarımızı karıştırırcasına. “Onunla İngiltere’de tanıştım.” Benzerimin gizemli Fransız kimliği böylece çürümüş oluyordu. Gerçi kızın İngiliz olmasının köprü altındaki suları değiştirdiği de yoktu ya neyse. Dinlemeye devam ettim. “Finans danışmanlığını yaptığım şirkette,” dedi elimin üstünü usulca okşuyorken. “CEO’nun kızıydı.” İç çekip nazik bir tebessümü buyur etmişti oturma odasına. “Filmlerdeki gibi bir ilk karşılaşma yaşadık.” Filmlere nazaran Berkay ile yaşadığım ilk karşılaşmanın terör estirici tavırları beynime paraşütsüz iniş yapıyordu. “Bayağı etkilemiş seni,” dedim yüz ifadesinin ve ses tonunun değişimini yorumlayarak. Kendini o kızla karşılaştırmayı bırak İclal. “Etkiledi,” diyerek onayladı sözlerimi. Elimi eliyle birlikte ağaçlara doğru kaldırmıştı. Yapraklarla yıkandık defalarca ve defalarca. “Koridorda yürüyordum. Karşıdan geliyormuş.” Alyansıma dokunup halkayı parmağımın etrafından döndürmeye girişti. “Raporları incelemekle meşgul olduğum için onun geldiğini görmedim.” Bakışlarını bir defa daha bakışlarıma kilitledi. “Çarpıştık.” Şimdi, bana baktığında kimi gördüğünü güçlü bir nefretle merak ediyordum. Teninden tenime akan sıcaklığın soluklarımı tekletmesinden de ayrıca nefret ediyordum işte. “Ne romantik!” dedim küçümsercesine. “Hatalı olduğum halde,” dedi dediğimi duymayıp cümlesine devam ediyorken. “Etrafa saçılan kâğıtları toplayıp benden özür diledi.” Oldukça keyifliydi beyefendi. Mazinin mezarına çelenk taşıma işini oldukça keyifle yapıyordu. “Ben de durumu değiştirmedim tabii. Eğer gerçekten özür dilemek istiyorsa…” dalgın dalgın iç içe geçmiş parmaklarımızı gözetliyordu bir yandan da. “Eğer gerçekten özür dilemek istiyorsa bana bir kahve ısmarlaması gerektiğini söyledim.” “Fırsatçı,” dedim az biraz hırsla. Elimi çekmiştim dokunuşundan. Güldü. Huy edinmiş gibi gülüp burnunu kırıştırdı. “Çekme hemen elini…” sonrasında yeniden tutmuştu elimi. Bana olan uzun vadeli dokunuşundan dolayı parmakları hafifçe titriyordu. “Kahve ısmarlamayı kabul etti mi?” diye sordum. Nasıl tepki verirsem vereyim elimi bırakmasını hiç istemeyen hislerim, öykünün akıbetine ilgiliydi çünkü. “Etti,” dedi. İşaret parmağı, bileğimi besleyen damarların silik izini takip etti. “O, ilk karşılaşmamızda etkilemişti beni. Etkisi zamanla büyüdü. Büyüdü, büyüdü ve…” elimi örtünün üzerine düşürdü. “Surlarımı yıktı.” Serçe parmağını serçe parmağıma doladığında boştaki elimi tırnaklıyordum hoyratça. “Ona âşık olduğumda iş işten geçmişti.” “O da…” dedim. Nefesimi yenilemek için duraksamıştım. “O da sana âşık oldu mu peki?” Dön de evlendiğin adama bir bak dedi iç sesim ise. Platonik aşk yaşayacak birine benziyor mu? “Bilmiyorum.” Ancak Berkay’ın cevabı, iç sesimin savunmasını mahkeme salonundan kovmuştu. “Açıkçası önemli de değildi.” “Neden?” diye sordum. Hiç unutamayacağım bir pikniği kaşeliyordu. Merakım asla azalmıyor, onun hakkında bilmeye başladıklarım, asla yeterli gelmeyecekmiş algısı yaratıyordu. “Mardin’e gelin gelmeyi kabul etmedi.” “Anladım.” Sinirli bir gülüş firar etti dudaklarımdan. “Sen de âşık olduğun kadının Mardin’deki benzerini seçmeye karar verdin yani?” Cık cıkladı. “Sadece şaka yapıyorum İclal. Olayın Mardin gelinliği ile alakası yok.” Şu zamana kadar başımdan ayırmadığı başını nazikçe hareket ettirdi. “Hem unutma, seni ben seçmedim ki,” dedi seçilmeyenin neticesini düelloya davet ederek. “Seni kan berdeli seçti. Ona olan benzerliğinse yalnızca bir tesadüf.” Dirseğinden aldığı destekle doğrulup yüzüme yukarıdan bakmaya başladı. “Benim duygularımı değiştiren bir tesadüf…” Elimi çekip ona çarpmayı umursamadan ben de doğruldum. Bir kaza çıkmasın diye hafifçe uzaklaşsa da elimi yeniden yakalamıştı. “Çekmesene kızım elini,” diye çıkıştı. “Neden ayrıldınız Berkay?” âşıksan kızı niye bıraktın ya da o seni niye bıraktı Berkay? “Hanımefendi evli çıktı.” Derin bir nefes aldım. Neden fırtınadan sonra ateşe kavuşmuş gibi hissettiğimi bilmiyordum ama hanımefendinin başını bağlayan kişiye ayrı bir iyimserlik besler olmuştum. “Üzüldüm,” dedim nezaketen. “Üzülme zevcem,” dedi kayıtsızca gülümsüyorken. “Üzülme çünkü seni tanıdıkça onun değersizliğini fark ediyorum.” Gözlerini yumarak bekledi biraz. Elime dokunuşu, alyansıma olan takıntısı, parmaklarını parmaklarıma geçirmekten çekinmemesi ancak gerginliğini durduramadığı tavırları ısıtıyordu sanki buz tutmuş tüm katı duygularımı. “İclal.” Mırıldanışı fazla cansızdı. “Hım?” Gözlerini aralayıp baktı gözlerime. Tonunu kavrayamadığım elaları, etrafımızdaki ağaçların sarı solgunluğunu üstleniyordu. “Bana baktığında gülümsemeni istiyorum,” dedi. Kafasını yere eğdiğinde söylediklerinden vardığım sonucu irdeliyordum ben de. “Seninle birlikte töreyi yerle bir etmek istiyorum.” Zor bela yutkundu. “Biraz da…” konuşması aniden durdu. İki arada bir derede kalmışlıkla teşvik ettim onu konuşmaya. “Biraz da ne?” Devam etmeden önce ensesini kaşıdı. Başparmağıyla sildi alt dudağının kenarını.“Beni sevmeye çalışabilir misin?” Talepkâr bakışlarına karşın nefesimi tuttum. Geldiğimiz noktaya inanamıyordum. Benimle evlenmeyeceğini haykırıyorken şimdi onu sevmeye çalışmamı istiyordu. Peki, neden azarlamak ya da ona karşı çıkmak gibi bir arzum yoktu? Bunu bekliyormuş gibiydim. Sanki hep bunu bekliyordum. “Neden seni sevmeye çalışacakmışım?” diye sordum. “Yoksa sen beni seviyor musun?” bu ifade, kalbimi kaynatan kazanın altını açtı sanki. Fokurdayan kabarcıklar, bir üç adetlik korkuyu da bana rezerve etti. “Sanırım…” ben ona bakıyorken o, gülüşünü sakladı benden. “Sevmeme çeyrek kaldı sanırım.” “Da-daha yeni tanıştık,” dedim. Görüyorsun ya, iki çeşit berdel varmış İclal. “Şıpsevdi olmadığını söylemiştin.” Anlaşma gününe dönmüştüm bir nevi. Boğazıma yine bir omlet parçası takılıyordu. Dehşet vericiydi bu. “Söyledim,” dedi. Rüzgârın savurmaktan vazgeçemediği saç tellerimi cildimden çekti. Tabii ben onun parfüm kokusundan kolay kolay çekilemiyordum ya iptaldi mantığımın devrilmiş krallığı, temelli. “Ama hayatın bana yaptığı jesti göz ardı edemem. İnsan her gün ruh eşine rastlamıyor.” Tepki verme dileğiyle parmaklarımı tuttuğu gibi tuttum parmaklarını. “Ruh eşi olduğumuzu mu söylüyorsun cidden?” “Değil miyiz?” yüzüme bakmadan bileğini bileğime bastırdı. “Kimyanın benimkiyle yakaladığı uyumu hissedemiyor musun?” Hissettiğim tek şey nabzımın üstünde atan nabzıydı. Öyle ki kölesi olmaya gönüllü olabileceğim bu his, çorak toprakları verimlilikle kutsardı. “Saçmalama,” dedim isteksiz itirazımla. “Biz ayrı dünyaların insanlarıyız Berkay.” “İnkâr etme,” dedi inadıma yapar gibi. Nabzımı özgürleştirmedi beni gitti. “Sen bozacısın bense şıracı…” dudaklarını yalayıp diğer elini yumruk yapmıştı. “Sözün anlamını biliyor musun?” Bozacının şahidi şıracı mı? Güldürme Karaevren. “Biliyorum,” dedim çabucak. “Öyleyse pek bir farkımızın olmadığını da anlamışsındır.” Yutkunarak, yumruk yaptığı elini avucuma aldım özenle. “Şıracı olduğundan nasıl emin olacağım?” “Dediğimi yap.” Gözleri, ikna olmam adına yakarıyordu bir nevi. “Beni sevmeye çalış zevcem.” “İnsanları sevmeyi beceremem.” “Bu, kabul ettiğin anlamına mı geliyor?” “İnsanları sevmeyi beceremem dedim Berkay.” “Yardım edebilirim.” Ellerimizi ayırmadan omzunu omzuma yasladı. “Ya başaramazsam?” “Benim öğrencim olursan başaramayacağın hiçbir şey olmaz,” dedi özgüvenle. “Ama her ihtimale karşı başaramadın diyelim…” omzumdan ayrılıp yüzünü yüzüme yaklaştırdı bir kez daha. “En azından denemiş oluruz.” Bakışlarım istenç dışı gömleğinin yakasındaki hareketliğe kaydı. Orada gezinen böceği izledim bir süre. “Sonrasında ne olacak?” “Törenin temellerini sallayacağız.” Kulağa peri masalı dinliyormuşum gibi geliyordu. “Peki,” dedim kendimi bilmezce ve kendimi onda yitirmek istercesine. “Peki ne?” Israr etme işte. “Peki. Seni sevmeye çalışacağım ama öncesinde sakin ol.” “Neden?” “Yakanda böcek var Berkay.” “Yakanda böcek mi var dedin İclal?” “Yakanda böcek var dedim Berkay.” Akabinde güzel bir kurtuluş maçı seyretmiştim. Ufacık bir böcek, Berkay Karaevren’e karşıydı.
BÖLÜM SONU |
0% |