Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. GÜZEL BİR SUİKAST

@hayalrafya

 

keyifli okumalar..

Pikniği bitirip yeniden çiftlik evine döndüğümüzde ortalık yine sakindi. Yine kimsecikler görünmüyordu.

Âmine Teyze ve Yeis Amca mutfakta çörek pişirmekle meşguldü. Abim ikinci katın terasını mesken tutmuş sigara içiyordu. Beril ise yatağına uzanmış, büyük ilgi ile okuyabilseydim adını en az üç günde telaffuz edebileceğim bir moda dergisini okuyordu.

Herkesi kendi halinde bırakmaya karar vererek şömine odunlarının cayır cayır yandığı, yanarken etrafı ısıttığı oturma odasına geçmiştik böylece.

Alınan kararlar, yaşanan olaylar ve paylaşılan anılarla gün içerisinde birbirimize haddinden fazla maruz kaldığımız için, biz de, aynı ortama rağmen kendi dünyalarımıza çekilmiş olarak bulmuştuk kendimizi.

Berkay yemek masasına oturmuştu. Daha önce hiç görmediğim, siyah çerçeveli bir okuma gözlüğü takıyordu. Arada sırada –gözlük kaydığı için– gözlüğü burnunun üzerinde itmeyi huy edinmişti. Önündeki, ekranından karman çorman terimlerin aktığına emin olduğum bilgisayarın ışığı ise gözlüğünün camına vuruyordu. Tam manalı konsantre olmuştu. Parmakları klavyeyi terbiye edercesine basıyordu her bir tuşa. Herhangi bir raddede rahatsızlık verecek herhangi bir duruma tahammül edemeyeceği açıktı.

Eh, zaten onu rahatsız etmek gibi de bir niyetim yoktu. Zaten, bugün, sevgi üzerine verdiğimiz sözlerden sonra uzunca bir süre kimseyi rahatsız edebileceğimi sanmıyordum. Çünkü zihnim, kendi rahatsızlığımla boğuşuyor olacaktı.

Tabii yeni anayasamın kapsama alanı meclisten dışarı…

Meran konağındakiler aradaki kilometrelere karşın beni rahatsız ediyorken onları rahatsız etmememin oluru yoktu.

Berkay’ın oturduğu masanın çaprazında kalan koyu turuncu örtülü üçlü koltuğa yerleşmiştim. Koltuğun en köşesinde, şömineye epey yakın bir yerdeydim. Çiftlik evinin dışı yağmur damlalarıyla coşuyorken odunların sıcak ninnisini dinlemek hoştu.

İçindeki iki yudumu içtiğim porselen kahve fincanını orta sehpanın üzerine koyup kulaklığımı taktım. Sözde balayı tatiline başladığımızdan beri bıkmayıp usanmadan beni görüntülü olarak arayan Meran hanımlarına cevap vermek artık bir zaruretti benim için.

Tıpkı Zehra’nın ezberlettiği gibi WhatsApp denilen yeşilimsi uygulamaya girdim. Dilan halamın adını nerede arayacağımı bilmiyordum. Bu yüzden profil fotoğraflarına bakarak açmıştım onun sohbet duvarını. Sağ üst köşedeki video kamerasını işaret eden ikona hafifçe basıp beklemeye koyuldum.

Şöminenin kızılımsı ışığı yüzümün yarısını ışıtıp yarısını karanlıkta bırakıyorken telefona yansıyan görüntüm pek net görünmüyordu ancak görüntüm net değilken bile o üçü bir aradayı azarlayabileceğimden dolayı, asla, sorun yoktu.

Dördüncü çalışta görüntüm küçülüp yerini halamın görüntüsüne bıraktı. Benimki neyse hadi… Onun görüntüsü de bir tuhaftı hani. Gerçi teknikten çok halamdan kaynaklanan bir tuhaflıktan bahsediyordum. Yazmasını –bone gibi– kafasının tepesinde toplamıştı. Yüzünde, kil maskesinin elini değdirmediği tek kısım dahi bulunmuyorken burnu kameraya epeyce yakındı.

“Hele şükür,” dedi tüm korkutuculuğuyla. “Arıyoruz arıyoruz açmıyorsun İclal.” Boynunu çevirip görmediğim kişi ya da kişilere gelmelerini belirten bir işaret yaptı. “Balayına daldın bizi unuttun vallahi.”

Görmediğim kişiler, hemen sonra, kıkırdayarak göründüler. Dilan halamın görüntüsü kenara çekilirken telefonu eline alan Zehra, kamerayı kendisine ve Zeliha’ya çevirmişti. İkisi ekrandayken üçüne hitaben konuştum ben. “Sizi aramaya ancak fırsat bulabildim,” dedim Berkay’ın bana bakıp bakmadığını kontrol ettikten sonra cümlemi sürdürmüştüm. “Sağ olun siz de her beş dakikada bir arıyorsunuz yani.”

Sakızını gürültüyle patlatan Zeliha, yanındakilerin yanı sıra benim dikkatimi de büyük ölçüde çekti. “E merak ediyoruz abla.” Zehra ve Dilan halam onaylayan mırıltılarla ona katıldı. “Kafasına silah dayadığın adamla balayındasın sonuçta. Öldünüz mü kaldınız mı, bunlar önemli hususlar.”

Bir onaylama mırıldanışı daha duyulmuştu.

Fakat benim duyduğum şey onaylamanın da ötesindeydi. Kaşlarımı çatarken idrak yeteneğimin zedelenmiş olmasını ve ya bir ihtimalle yanlış anlamış olmayı diledim. “Siz…” dudaklarımı birbirine bastırırken yutkunmam gerekmişti. İmkânsıza tepki niyetiyle yaşıyorlar resmen. “Siz silah olayını nereden biliyorsunuz?”

Halamın uzattığı paketten bir dal sigara çeken Zehra omuzlarını silkti. “Çok basit.” İkizinden aldığı çakmakla ise sigara kaleminin ucunu ateşlemişti. “Saklanıp sizi izledik.” Dumanı kameraya üfledi.

Resmen diyordu ki cinlerime; gelin toplu konut dikin İclal’in tepesine. Yerleşin. Gitmeyin hiçbir yere. Sinirden kalbi dursun bu kızın. İliği kemiği kursun.

Dilan halam ve kendine benzettiği kardeşlerim, ibretlik birer örnekti. Başka bir deyişle; bir insanın nasıl olmaması gerektiğini, nasıl fikirler tarafından nasıl zehirleneceğini, kalıplara körü körüne bağlı kalmanın bünyeyi nasıl yıpratacağını ve dahasını uygulamalı olarak aktarıyorlardı.

“Bravo!” dedim telefonu dizimin üzerine bıraktığımda sesi kısılmış alkışlarımı sunmuştum onlara. Ardından, yeniden, gülen yüzlerine baktım. “Özel hayat kavramından bihaber olmanız takdire şayan gerçekten.”

Neyse ki o silahlı günde Berkay’la konuştuklarımızı duymamışlardı. Aksi takdirde şimdi çok başka şeyler konuşuyor olurduk.

“Aman ne özel hayatı İclal ya,” dedi Dilan halam. Yanaklarına ikinci kat kil maskesini yaymaya girişmişken girmişti kadraja. “Zaten bize anlatacaktın.”

Kahvemi yudumladım. Benim adıma karar vermelerine fena şekilde kızıyordum. Ancak bağıramıyordum. Sertçe çıkışamıyordum. Çünkü Berkay çalışıyordu. “Anlatmayacaktım.”

Zeliha sakızını patlattı art arda. “Sen bize her şeyi anlatırsın abla.”

Doğru söze ne denir? “Bunu anlatmayacaktım.”

Sonra Zehra da karışmıştı aramıza. “Anlattırırdık.”

Şömine sıcağı yavaştan boğmaya başlıyordu. Elbisemin yakasını çekiştirdim. “Anlattıramazdınız.”

Berkay ile yaşadıklarımı düşüncelerimde tekrarlamaya dahi çekiniyorken onlara anlatabileceğim bir şeylerin olması mümkün değildi ki zaten.

Zehra’nın sigarasından ödünç dumanlar kapan halam, “O zaman işimizi sağlama alıp sizi izlediğimiz iyi olmuş,” dedi yüzsüzce.

“La havle!” dedim ve bana belirlenen kotanın sonuna geldim. “Kapatıyorum ben.”

Belli ki önemli bir durum yoktu. Kayda değer bir şeyler de konuşmuyorduk. Onların magazin gündemi canlı kalsın diye internet heba etmenin anlamı yoktu.

Aramayı sonlandıracağını kast eden ikona basmaya yeltendiğim esnada, “Dur, dur, dur,” diyerek panik yapmıştı Zeliha. Dişleri arasında ezilen sakızın balon halini almasını izlerken istemsizce duraksadım. “Kız abla…” fısıltıya ekledi. Sanki başkası duyacakmış gibi. “Enişte bey oralarda mı? Oralardaysa bir göstersene…”

Gözlerim Berkay’a doğru kaydı. Savaştığı ufak böceğin ona kattığı çizik yaralarıyla birlikte konsantrasyon balonunun içinde kalmaya devam ediyordu. Sonra, ekranda can sıkıcı bir şeyle karşılaşmışçasına tahribatını bir türlü solduramadığımız yüzünü buruşturdu.

“Saçmalama Zeliha.” Tuttuğum telefonun açısını azıcık daha kendime çevirdim. “Rezil mi edeyim kendimi ya?” tonlamamın perdesi düşüktü. Berkay’ın, kelimelerimin tınısını duymasını dahi istemiyordum çünkü.

“Niye rezil edecekmişsin?”

Akabinde Zehra, dâhiyane fikrini öneriverdi yüce divana. “Rezillik bir şey yok abla. Arka kamerayı çevirirsin ruhu bile duymaz.” Sigaranın külünü küllük olduğunu varsaydığım bir şeyin içine çırptı. “Tamam, yakışıklılığından eminiz. Ama nasıl bir tipi olduğunu sakin kafayla inceleyemedik. Meraktan çatlayalım mı?”

“Allah aşkına tipini inceleseniz ne olacak sanki?” dedim kabaca. “Beğenmediğiniz takdirde boşayacak mısınız bizi?”

Berkay’ın güldüğünü işitince hızla ona bakmıştım. Fakat ekranla olan münasebeti kesilmiş değildi. Yine de söylediklerime güldüğünü sanmak bile kepaze etmeye yetmişti beni.

“Yok ayol boşanma falan. Ağzından yel alsın. Deme kızım öyle şeyler.” Maskesini tamamen sürmüş olan Dilan halam, bir yelpaze almış alçı gibi duran çamurumsu şeyi kurutmaya başlamıştı. “Biz sadece gelecek nesillere aktaracağınız genlerin profilini çıkartalım dedik.”

Bu gerekçeye sahiden şapka çıkartılırdı.

“Neden?” diye sordum. “Biyolog musun hala sen?”

“Yalnız biyologlar o işe bakmıyor abla,” dedi Zehra. Yarı zamanlı umursadığı okulundan aşırdığı bilgileri konuşturacak zamanı bulmuştu.

“Kızım…” kendimi sıkarak derinliği tartışmalı birkaç nefes yolladım ciğerlerime. “Haşere misiniz siz benim başıma?”

“Aman tamam,” dedi Zeliha’ysa. Bana neyse tavırlarıyla ters psikoloji yapmaya çalışıyordu. “Yemedik kocanı. Göstermezsen gösterme.” Zehra’ya dönerken otuz iki dişlik sırttı. “Zehra’nınkini iyice gördük zaten. Az buçuk bir fikrimiz var.”

“Bir dakika…” dedim kafa karışıklığıyla dudaklarımı yalarken. “Zehra’nınki mi? Zehra’nınki kim? Zehra’nınki ne demek?”

“Aramalarımızı açsaydın Zehra’nınkinden haberin olurdu İclal.” Halamın tripleri bitmiyordu.

Ortada tehlikeli bir şeyler döndüğü kesinken halamın tripleriyle uğraşacak son kişi dahi değildim ben. “Ya hala çıldırtma,” demiştim açtıkları konuyu değiştirmelerine müsaade tanımayarak. “Zehra’nınki ne demek dedim?”

Tartışmanın onur konuğu olan Zehra, bakışlarını şaibeli halde kamera merceğinden kaçırdı. “Seninkinin küçük kardeşiyle görüşüyorum demek.” Yumruk yaptığı elini çenesine yaslarken akıllanmayacağını söylüyordu sanki. Akıllanmayacaktı. “Ciddi düşünüyoruz.”

“Bir dakika…” Bir dakikalara duyduğum ihtiyaç tükenmek bilmiyordu. “Bir dakika sen…” Karaevrenler’in soyağacını zihnimde canlandırdım. Bildiğim kadarıyla Berkay’ın evlenmemiş bir tane kardeşi vardı. Liseye yeni başlamıştı. Zehra ile olması imkânsızdı.

“On beş yaşında,” dedim homurdanırcasına. “Berkay’ın on beş yaşındaki kardeşiyle mi çıkıyorsun sen Zehra?”

“Evet.”

“On beş yaşındaki bir çocukla…”

“Ne olmuş on beş yaşındaysa,” derken sözümü kesmişti çabucak. “Ben de on yedi yaşındaydım. Ne olmuş yani? Allah Allah, aşkın yaşımı olurmuş ya?”

Dilan halam ile Zeliha aynı anda, “Olmaz,” derken Zehra’yı desteklediler. “Aşkın yaşı olmaz.”

Bire iki kaybediyordum.

“Zehra şu an sana terlik fırlatamıyorsam aradaki telefona dua et,” dedim. “Oraya geldiğimde ciddi ciddi konuşacağız.”

Ak koyun kara koyun çıkacaktı ortaya.

“Bu haklı davamda, ben kimseyle konuşmayacağım abla.” Oysa kardeşim makul bir şey yaptığını düşünerek ak koyunları, kara koyunları kullanarak saklamaya uğraşıyordu.

“Kızım zaten Kara-,” diye başlayıp Berkay’a bir bakış attıktan sonra olabilecek en minimum sesle konuşmaya devam ettim. “Zaten Karaevrenler ile yeteri kadar akrabayız. Aradaki bağı arttırmaya çalışmak neden? Üstelik on beş yaşında bir çocukla!”

“Abla,” şeklinde mızmızlandı. “Âşık olduklarında Romeo on yedi, Juliet ise on üç yaşındaymış, biliyor muydun? Buna bu kadar takılma. Yaşı önemseme. Kimler, kimlerle beraber ya.”

“Ya sabır, ya selamet.” Tırnaklarımı turuncu koltuk örtüsüne hırsla sapladım. “Biz başkaları kadar vurdumduymaz olamayız Küçük Hanım. Hem bunlarla neden uğraşıyorsun sen? Derslerinle niye ilgilenmiyorsun Zehra?”

“Romeo ve Juliet’i derste öğretiyorlar abla.”

Cevap yetiştiremediğim kardeşimi bırakıp kamera arkasında görünmez güç niyetine duran kişiye yöneltmiştim öfkemi. “Hala,” dedim çıldırmama ramak kala. “Sen mi sokuyorsun bu fikirleri kızların aklına?”

“Aaa üstüme iyilik sağlık.” Ve Dilan halam, ödüllere layık şaşkınlığıyla yeniden görünmüştü meydanlarda. “Ben en başından beri Karaevrenler’den hazzetmemiştim. Hepsi kibirli. Hepsinin burnu havada… Kızlar, uzak durun onlardan dedim.”

“Vallahi de dedin hala,” diyerek yanıtladı yandaş Zeliha.

“Bak demişim duydun mu İclal? Zaten Zehra’da azıcık akıl kırıntısı olsaydı Zeliha’nın yaptığını yapardı.”

“Allah’ım,” diye iç geçirdim. Elimi kalbime koydum. Şimdi kriz geçirecektim. “Buna hiç hazır değilim ama…” nefesimi gerginlikle dışarı üfledim. “Sen ne yaptın Zeliha?”

Kendi kendine gülen Zeliha sakızını neşeyle patlatıp sevinçle kıpırdanmıştı yerinden. “Yakışıklı mı yakışıklı bir İtalyan buldum.”

İtalyan. İtalyan bulmuş, İclal. İtalyan.

“Mardin’de İtalyan’ı nereden buldun yahu?” diye inanamayarak sordum. Sanki bir bilim kurgu filmindeydim. Kötü haber aldıkça daha kötüsüyle sınanıyordum. Murphy Kanunları ’nın kaçıncı evresiydi bu?

“Mardin’i küçümseme abla,” diye ekledi Zeliha. Küskündü tavrı. “Kozmopolitan bir şehir olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz sonuçta.”

“Kozmopolitanlar götürsün seni Zeliha.” Okların hedefinden çıktığını zanneden Zehra katıla katıla kahkaha atıyorken yüzümü sıvazlamıştım. “Ben gideli daha iki gün oldu ya!” boğazımı sıkıntıyla ovdum. “Bu kadar olayı hangi arada yaşadınız siz?”

Daha devam edecektim aslında. Azarlamaya, kızmaya daha devam edecektim. Ancak ikinci kattan güçlü bir çığlık sesi yükselmişti.

“Ne oldu? Kız o bağrışlar ne?” diye sordu Dilan halam. Aynı anda, çığlık sesi katlanarak ağlamaya dönüşmüştü. Büyük patırtılar koptu.

Berkay ile birbirimize baktık. Bakmayı ilk kesen de oturduğu sandalyeyi ilk terk eden de o olmuştu.

“Abla,” diye haykırdı Zeliha ve Zehra hep bir ağızdan.

“Ka-kapatmam lazım.” Koltuktan tökezleyerek kalktım. Son dakikada onlara gözdağı vermeyi de unutmamıştım. “Sonra görüşeceğiz sizinle.”

Aramayı sonlandırıp telefonu, gelişigüzel, koltuğa bıraktım. Telaşlı adımlarla Berkay’ın peşinden yukarı çıkmıştım. Elbisemin eteklerine takılıp ahşap merdivenlerde düşecek olsam da düşmeden çıkabilmiştim yukarıya.

Gürültü, patırtı, ağlayış ve çığlıkların hepsi Beril’in odasından geliyordu. İçeriye bakan Berkay kapı eşiğinde duruyordu. Nefes nefese gidip onun yanında durmuştum. Şaşkınca odaya bakıyordum, odanın içindekilere bakıyordum yalnızca.

Etraf darmadağınıktı. Eşyaların çoğu dört bir yana savrulmuştu. Beril bir köşede ağlayarak oturuyor, yanağını tutuyordu. Abim ise… Elinden akan kanların parkeye süzülmesine izin verirken öylece duruyordu.

“Sen,” dedi Berkay anlamayarak. “Sen benim kardeşime mi vurdun lan?”

Sorusunu kimse cevaplamamıştı ancak cevap ortadaydı. Gördüklerimiz veriyordu bize cevabı. Abim, çiçeği burnunda karısı Beril Meran’a vurmuştu.

“Sen benim kardeşime vurdun,” dedi Berkay bir kez daha. Solukları hızlanmıştı. Yumruklarını sıkarak abime doğru ilerlemeye başladı. “Elini kırarım senin.” Kafasını abimin yüzüne çarparken öfkeyle bağırmıştı. “Elini kırarım lan senin.”

Hiçbir şey yapamadım. Berkay, abimi acımasızca dövüyorken hiçbir şey yapamadım. Korkudan bana sarılan Beril’in sarılışına karşılık dahi veremeden kalakalmıştım.

Berkay’ın abimi dövmesini, abimin de aynı şekilde karşılık vermesini izlemiştim yalnızca.

Abimin ve Beril’in kirletici sıfatıyla Berkay ile –aniden– arama girişini izlemiştim yalnızca.

Ben yalnızca izlemiştim. Güzel anımızı bölen bu güzel suikastı yalnızca izlemiştim, yalnızca izleyebilmiştim.

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%