@hayalrafya
|
keyifli okumalar.. Koyu turuncu örtülü koltuğun kolçağında, ateş almaya gelmiş iki dakikaya gidecekmiş gibi oturuyordum. Oysa uzunca bir süredir buradaydım. Bakışlarım önümde, avucumun içindeki cismi seyrediyordum. Berkay’ın siyah çerçeveli okuma gözlüğü, yüzünde kırılıp yere düştüğünde her bir kırık parçayı toplamıştım bir yere. Tutuyordum işte avucumun içinde. Bırakmaya niyetim de yoktu. Bu olay geçtikten çok sonralarda bile bırakmaya niyetim olmayacaktı galiba. Gözlüğün temsil ettiği kişinin şu anda –oturma odasında– fırtınalar kopartıyor olması önemli değildi. Onun gözlüğü himayemde daimi şekilde yer edinecekti. Şimal Karaevren’in benimle paylaştıklarına katılmaya başladığımı yeni yeni fark ediyordum. Evlendiğim adam kibar biriydi. Görüp görebileceğim tek hakiki beyefendiydi belki de. Defalarca kez sabrını sınamama rağmen çizgisini bozmamaya çalışmıştı. Akabinde evlenmiştik. Nikâh defteri bizden birer iz ile mühürlenmişti ve ben o beyefendinin, aslında, içinde çekingen, dört fobili bir korkak beslediğini öğrenmiştim. Korkularını sindirdiğimi sandığım bölgede ise başka bir şey çıkıyordu karşıma. Tarifsiz sinirine şahit oluyordum bulunduğumuz zamanda. Kimseninkine benzemeyen, harlandıkça körüklenen bir öfkenin koruyuculuğunu yapıyormuş meğer. Ve muhtemelen ilk defa, gerçekten tedirgindim. Farklı olaylara aşırı farklı tepkiler vermeye meyilli olan Berkay Karaevren’i sahiden tanıyamayacağım konusunda tedirgindim. Bir nevi bukalemun gibiydi. Rengine aşina olduğum anda değiştiriyordu kendini. Bir bukalemunun hangi tonuyla ilişki kurulabilirdi ki? Hangi tonunla ilişki kurmam gerekiyor Berkay? Tamam, burada suçlu tarafın akrabası olarak bulunuyordum. Haksızdık. Berkay’ın sinirlenmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Ancak ondan beklediğim şey; durup düşünmesi, olayı irdelemesi, ne olduğunu ya da abimin Beril’e neden tokat attığını öğrenmesiydi. Zira bana soracak olsaydı benim abim böyle bir şeyi hayatta yapmazdı. Birisine vurmayı geçtim diyelim. Bir kadına vurmanın hiçbir makul noktası olamazdı, evet. Yine de abimin kontrolünü yitirmesine neden olacak bir takım durumlar yaşandığına inanmaktan alıkoyamıyordum benliğimi. O durumları öğrenmek istiyordum. Gerçi kocamın emrindeki yakın gelecek, öğrenemeyeceğimi haykırıyordu ya susuyordum. Şiddetli bir kaosun dağıtım merkezindeydik. Âmine Teyze ve Yeis Amca’nın müdahale etmek istemedikleri için bizi koridordan –nefessizce– izlediklerini hissedebiliyordum. Beril hemen yanımda –yanağını tutmayı hiç bırakmamış– ağlıyordu. Abisi bağırdıkça ağlamasını arttırıyordu. Öfkeli adımlarla oturma odasında ileri geri volta atan Berkay ise kardeşinin kederini bir çeşit benzin olarak kullanıyordu. Kız kardeşi ağladıkça abime daha fazla bağırıyor, daha fazla hakaret ediyordu. Bir tanesi Meran olmuş Karaevren kardeşler, doğru orantıyla yol alıyordu. Öte yandan bana verilmiş Karaevren’in kaşı, çenesi, burnu aynı anda kanamakta ustalaşmıştı. Yaraları tazelenmiş, teni sesinin kuvvetiyle kızarıyordu. Bu defa çekingenlikten değil bariz nefretten ve öfkeden. Sakinleşemiyordu. Berkay’ın öfkesinden yeteri kadar nasiplenmiş olan abim ise bizden en uzak köşedeki tekli koltuktaydı. Kırdığı vazodan ötürü kanayan; kanı dursun diye sardığım elindeki sargıya bakıyordu. Uslu uslu azar yiyordu. Kafası önündeydi. Karısından bir farkı yoktu. Sadece döktüğü gözyaşları, nispeten, daha dingindi. Abim pişmandı. Biliyordum. Hissediyordum. Sadece gerekçesini anlayamıyordum. Öte yandan servis dışı bırakılmış gibiydim. Bal mumu heykellerini anımsatırcasına göz kırpıyordum. Kulaklarım uğulduyordu. Netçe duyabildiğim olgular, toz zerreciklerinden daha hafif, dört bir yanımda uçuşuyordu. Berkay’ın sesi uzaklardan geliyordu ancak abimi duymakta zorlanmamıştım. Kullandığı kırık tonu tanımış, acilen kaldırmıştım kırık gözlükteki başımı. “Yeter Berkay,” dedi cılız perdeden. Cılız lakin etkiliydi. Yarım saattir monolog halde konuşmaya devam eden Berkay en nihayetinde karşılık almış olmanın zaferine tutulmuştu. Güldü. Her zaman yaptığı gibi fakat her zamankinden farklı bir temelde güldü. Şimdiki gülüşüne sinir bulaşmıştı tabi. Güldüğünde ortaya çıkan gamzesi bile öfkeye bürünmüştü sanki. “Yeter,” diyerek tekrar etti Berkay. Parkeyi falakaya yatırmış ayakları, adım atmayı kesiverdi. “Yeter öyle mi?” Abimin, maruz kaldığı hakaretlere ve çeşit çeşit aşağılanmalara dayanamıyor oluşu Berkay’ın yeter kavramına aykırıydı besbelli. Ensesindeki ufak saçları sertçe çekiştirirken işaret parmağını bana çevirdi. “Aynı şeyi ben İclal’e yapmış olsaydım yine yeter mi diyecektin enişte?” abimin üzerine eğildi. Olanca alaycılığını son kelimeye yüklemişti. Birden olaya dâhil edilmek, birden dur noktamı kırdı. Beril’in hıçkırıklarının bana çarptığı mıntıkadan sıyrılıp ayağa kalktım. “Sen bana vuramazsın,” dedim Berkay’a hitaben. “Onu bir geç önce.” Avucumdaki kırık gözlüğün etrafına parmaklarımı sararak elimi kapattığımda Berkay, abime arkasını dönmüştü. Enkaza çevrili yüzündeki gerginliği bana yöneltti. “Doğru.” Sinirden apaçık titriyordu. “Doğru ama vuramazsın değil,” diyerek devam etti. Burnundan sızan kanın dudağı boyunca seyrettiği rotaya odaklanmış halde dinledim onu. “Vurmazdım.” Dişlerini sıkarak telaffuz ettiği ifadeyi bastırdı. “Vurmazdım. Çünkü İclal, ben bir kadına el kaldıracak kadar karaktersiz bir insan değilim.” “İleri gidiyorsun Berkay,” dedim tam gözlerinin içine bakarak. Faili olmadığımız kavganın cefasını çekiyorduk resmen. “Abimi tanımıyorsun bile.” Boştaki elimi alnıma koyup nefes alış verişlerimi düzeltmeye çalıştım. “Onunla bu şekilde konuşamazsın.” Abimin Berkay’a karşı savurduğu yeter temelli itirazdı beni büyük ölçüde harekete geçiren. Onun yufka yürekli bir adam olduğunu bilen tek kişi olmayayım, onlar da bilsinler istiyordum. Mutlaka bir yanlış anlaşılma vardı. Bu tokat, yanlış anlaşılmadan ibaret sayılmalıydı. “Zaten olabilecek en hafif şekilde konuşuyorum. Abin daha kötüsünü hak ediyor ama ben senin ailenin onurunu, sırf içlerinde sen varsın diye kırmamak için kendimi frenliyorum.” Konuşurken aramızdaki mesafeyi iyice azaltmıştı. Ayakkabısının ucu, ayakkabımın ucuna değiyordu. Boğuştuğu yoğun duygulara karşı kaybediyordu sanki ve ben deli gibi ona sarılmak istiyordum. Yüzüne işlemiş her bir yarayı, defalarca, öpmek istiyordum. Neden? Büyücü müsün sen Berkay? Büyülüyor musun sen beni? Bu durumda bile. “Senin için İclal,” dedi. Sesini kısmıştı. Belki de sadece benim duymam için. “Abini tanımayı geç…” kafasını iki tarafa salladı. “Ne var biliyor musun, ben seni de tanımıyorum ama bu gerçek sana olan hislerimi şüpheye düşürmüyor.” Kurumuş kanla lekelenmiş parmaklarını yanağıma çıkartarak ne zaman aktığını kestiremediğim bir iki damla gözyaşımı kuruladı. “Bir insanın hamurunu anlamak için illa ki onu tanımak gerekmez.” “Beril’e vurmak istemedim.” Abimin aramızdaki atmosfere plansız müdahalesiyle Berkay’ın kapsama alanından çıkmıştım. Aklımın kapsama alanında onun kalmış olması önemsizdi. “Yemin ederim.” Kırık gözlük camı batıncaya değin avucumu sıktım. “Bu… Bu düşüncesiz bir kazaydı İclal.” Biliyordum. Tabii ki sana inanıyorum abi. Çünkü sen böyle değilsin. Böyle değil… Benimle muhatap olurken harcadığı kılıftan sıyrılan Berkay, yine cinnet geçirme raddesine gelmiş bir şekilde abime doğru ilerledi. “Senin cesedini bulduklarında ben de bir kaza yalanı uydurayım o zaman.” Kollarını iki yana açıp bağırmayı sürdürdü. “Nasıl olsa kazaydı, istemeden oldu diyen herkes darağacından kurtuluyor.” Normal bir zamandayken Berkay’a metaforlara başvurmaması gerektiğini söylemeyi zihnimin bir kıyısına not edip abime ulaşmadan evvel yakaladım onu. “Berkay!” bana direnmediği için bedenini kendime çevirmek kolay bir eylemdi hani. “Beril çok kötü,” dedim. Dediğime kanıt geçen Beril tekrardan hıçkırmıştı. “Onu da al, gidin biraz kafa dağıtın.” Çünkü bu hararetle burada durmaya devam ederse abimi hem fiziksel hem de sözel manada katledecekti. “Lütfen Berkay.” Birkaç dakika ve birkaç dakika daha gözlerime baktı. Sonrasında kardeşini de alıp oturma odasından çıkmıştı. Mutsuzluktan senfoni koparan abim kalmıştı geride, benimle birlikte öylece. “Ne oldu sana?” diye sordum. “Ne yapıyorsun sen?” Berkay’ın voltalarını devralarak oturma odasını turlamaya giriştim. “Nasıl bir insansın sen? Nasıl bir Meran’sın sen? Yaptığın şeyin ailemize yakışır yanı var mı abi? Yaptığın şeyin insanlığa yakışır bir tavrı var mı, Allah aşkına?” gözlük camını sıktım da sıktım. Avucum iyice acıyordu artık. “Yahu en başında, o çalışma odasında beni kan berdeline ikna eden sen değil miydin? Senin sözlerin üzerine kabul ettim ben. Bu tavırlar ne demek oluyor abi? Beril’e neden böyle davranıyorsun?” yanına yaklaşıp yere eğdiği kafasını kaldırdım. “Kızın tek yaptığı şey seni düşünmek. Sana değer verdiği belli. Ama sen onu umursamıyorsun bile.” Konuşmadan durmaya devam ettiğinde sesimi yükselterek ekledim. “Beril’e neden vurdun abi? Neden?” “Ço-çok konuşuyor,” dedi. Cevabı beni asla tatmin etmedi. “Çok konuşan herkese tokat mı atıyorsun sen? Böyle biri misin sahiden? Beni, Berkay’ın hakaretlerine destek vermek zorunda bırakma. Ne olduğunu adam gibi anlat. Yoksa bir posta dayak da benden yiyeceksin.” “Ço-çok konuşuyor,” diye tekrar etti. Ancak tekrarını geliştirdi. “Telefonda o haberi aldığımda da çok konuşuyordu İclal. Susmasını söyledim ama susmadı. Onu susturmak zorundaydım. O haberden sonra onu susturmak zorundaydım anlıyor musun? Yemin ederim sana.” Yüzünü sıvazlamak için duraksadı. “Bak sana yemin ederim ki istemeden oldu.” Dudaklarımı sıkıp ıslanmaya meyilli kirpiklerimi aceleyle kırpıştırdım. “Ne telefonundan bahsediyorsun? Neyin haberini anlatıyorsun ya?” “Hüma,” dedi. Burukça gülümsemişti. Gözleri yaşarmamayı beceremedi. “Hüma aradı.” Art arda yutkundu. “Hüma,” dedim tedirginlikle. “Hüma seni neden arıyor ki? Hüma ile ne gibi bir işin olabilir abi? Hüma sana ne diyebilir ki?” “Söyleyeceğim.” Tekli koltuktan kalktı. Azıcık eğilmiş, ellerini omuzlarıma yerleştirmişti. “Ama hiç kimseye söylemeyeceksin,” diye fısıldadı. “Tamam mı İclal? Hiç kimseye söylemeyeceksin. Yoksa onu yaşatmazlar. Tamam mı? Anladın mı?” Sayıklamayı kesmesi içi, “Lanet olsun,” dedim benzer bir fısıltıydı seçtiğim. “Söylemeyeceğim tamam.” Yeniden yutkundu. Bir kez daha yutkundu. Buruk gülümsemesi gözlerinin içine sıçramıştı. “Tebrik ederim İclal…” sesindeki heyelanı netçe fark ettiriyordu. “Tebrik ederim İclal. Hala oluyorsun.” Hala oluyorsun mu? Hala mı oluyormuşum? Ben hala oluyormuşum öyle mi? Hala. Gerisini dinlemedim. Gerisini dinleyememiştim. Zira sadakate bağlı, sırsızlıkla kuşatılmış ruhum, iç sesimi dinliyordu. Ben de ona kulak verdim. İç sesim diyordu ki; Berkay’a söyleyeceğim ve ona sarılacağım. Berkay'a söyleyeceğim ve onu doyasıya öpeceğim, yaralarından.
BÖLÜM SONU |
0% |