Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17. ŞEHİRLİ DAMAT

@hayalrafya

 

oylarınızı ve yorumlarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Ölümsüzlük iksirinden çoklu yudumlar aşırma fırsatı çıkmamıştı karşımıza. Töre kalıpları öyle bir işlemişti ki varlığımıza, bu noktada, Pandora’nın kutusu, çözümsüzlüğü reva kılıyordu yalnızca.

Bahttansa tamamı, rızamızı addetmek şarttı. Köprüye ulaşmadan evvel acil kaçış yolunu bulmak; ciğerlerimize çekeceğimiz oksijenin vaktini arttırmamızı sağlardı. Ama nasıl? Nasıl kaçacaktık buradan?

Çatı katındaki odaya, ruhum bitmiş halde, adım attığımda içerisi boştu. Hem boştu hem karanlık. Berkay ve Beril kafa dağıtmak için artık her nereye gittiyse henüz dönmemiş oldukları gerçeği, sessizlikten anlaşılıyordu işte. Aslında bu iyiydi. Dönmemiş olmaları faydama gelirdi. Zira Berkay ile baş başa yüzleşmeden önce benliğimle olay tekrarı yapmam gerekiyordu. Neticesinin kurtuluşla taçlanmak mecburiyetinde olduğu bir olay tekrarı…

Depresyon hırkamı çıkartıp, top şeklinde kıvırarak yatağın üzerine fırlattım. Balayı tatili uğruna rezerve ettiğimiz günleri doldururken yerleşmiş durumda kalacağımız komodinin başına yönelmiştim. Sık kullanıcı yoksunluğu çeken komodin çekmecesi yağlanmamıştı. Bu yüzden çekmeceyi çekerken zor kullanmak şarttı.

En nihayetinde açabildiğim çekmeceden yarısını tükettiğim, kalan yarısının gri bulutunu da kötü anıları boğmak için ayırdığım sigara paketini alıp yere oturdum. Çakmak zaten bendeydi. Sırtımı yatak başlığına yasladım. Sigarayı yaktım ve soluduğum ilk tatsız dumanla birlikte abim ile konuştuklarımıza geri döndüm.

Hala olmakla ilgili iyi hayallerim vardı. İyi hayallerimin başını da kendi halam gibi bir hala olmamak çekiyordu. Yeğenimi ya da yeğenlerimi çok sevecektim. Karşılıksız sevecektim hem de. Ona ya da onlara kendi ayaklarının üzerinde durmayı, nazik olmanın kimseyi alçaltmayacağını öğütleyecektim. Törenin içinde olsa da töre ile büyümelerine izin vermeyecektim. Ama şimdi Hüma’nın meşru olmayan, törenin tam göbeğine doğacak çocuğuyla ne yapacağımı bilmiyordum.

Bir şey yapılması gerekiyordu. Benim bir şeyler yapmam gerekiyordu. Çünkü durumun ciddiyetinden bihaber olan abim, kabile dansı ile sevinç coşkusunu çılgınca harmanlamışken bir şeyler yapabilecekmiş gibi durmuyordu hiç.

“Baba oluyorum,” dedi. Çaktırmamayı denese de uyuşturucudan uçmuş haldeydi. Bunu, koyu turuncu örtülü koltuğun kolçağındayken anlamıştım. “Şaka gibi ama gerçek… Baba oluyorum İclal.” Put kesmiş bedenimi kendine çekip hızlıca sarıldı. “Baba oluyorum.” Sonra benden ayrılmıştı.

Keşke tüm bunlar gerçekten şaka olsaydı. O zaman bünyem, her türden benzetmeye dayanırdı.

“Anladım,” dedim sertçe. Aynı lafları tekrar etmek onu usandırmıyorsa bile aynı lafları tekrar tekrar duymak beni canımdan bezdiriyordu. Yeter. Sanki ölümüme geri sayılıyordu. “Şunu söylemeyi kes artık.”

Kesti. Orta sehpanın üzerine kendini yığılırcasına bıraktığında sahiden tekrarlamayı kesmişti. “Beş hafta olmuş.” Dudaklarımı kemirirken sinirden ağlamamak için gözlerimi tavana çevirerek dinledim onu. “Beş haftalık hamileymiş İclal.”

Hüma’nın abime karşı takındığı şüpheli tavırlarının temeli gittikçe sağlamlaşıyordu.

“Rezilliğinin detaylarını duymak istemiyorum,” diye çıkıştım. Duyulmamak için bağıramıyordum lakin hücrelerime çullanan duygulardaki hararet, dışarıyı kasıp kavuran kış fırtınasından farksızdı.

“Dünyaya yeni bir can getirecek olmanın neresi rezillik?” diye sordu abim. Algıları bütünüyle körelmişti. “Kafayı mı yedin sen İclal?”

“Keşke kafayı yiyen ben olsaydım,” dedim içtenlikle dua ederek. “Keşke.”

Ateşi ucunda, bitirdiğim sigaranın izmaritini avucumda buruşturdum. İzmarit, kırık gözlük camının kestiği tenimi dağlıyormuşçasına acıtmıştı. Fakat biliyordum ki hissettiğim bu acı, kan berdelinin hiçe sayıldığı haberi Mardin’in kulağına iliştiğinde karşılaşacağımız acının yanında devede kulak kalacaktı yalnızca.

Kafamda felaket senaryoları dönüp duruyordu. Yazarı belirsiz tiyatro metinlerinin birini bin kan götürüyordu. Çıkmaz sokaktaydık sanki. Temel kazmaya kazma kürek yoktu. Katman katman ağırlaşan hava, oksijeni karbondioksit ile nişanladığından olsa gerek bunalmıştım. Oturma odasının fon perdeler altındaki camını açıp serin yağmurun yüzüme vurmasına olanak tanıdım.

“Bebeğin senden olduğu kesin mi?” diye sordum. Her ihtimali ‘belki bir umut’ diyerek değerlendiriyordum.

Abim kızdı. İhtimaline bile kızmıştı. “Ne saçmalıyorsun sen İclal?” kontrolsüz harfleri birbirine karıştı. Gerçi ana fikir ayan beyan ortadaydı. “Bebek tabii ki benden… Hüma öyle bir kız değil.”

Yanılıyordu. Hüma, kelimenin tam anlamıyla öyle bir kızdı. Eğer öyle bir kız olmasaydı, en başta abime yanaşmazdı.

Tırnaklarımı ısırmaya başladım. Strese el pençe divan durmaktan sıkılmıştım. Berkay’ın yokluğu yeterliydi. Bir başıma kalmak, en başta, kötü bir fikirmiş. Berkay’ın gelmesini istiyordum artık. Abimin attığı tokattan ötürü kendimi suçlu hissetmeseydim onu arayıp nerede olduğunu sorabilirdim belki. Fakat şu sıralar boş boş durmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Ben saçlarımı yolmadan önce onun gelmesini istemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.

Yakın mazide, ondan hoşlanmadığım doğruydu. Hareketlerinden de tutumlarından da sözcüklerinden de hazzetmediğim doğruydu. Atide bekleyenlerle onsuz yüzleşemeyeceğim ise ayrı bir doğruydu.

“Bunu kimseye söyleyemeyiz İclal. Yaşatmazlar bizi.”

Bunu birine söyleyeceğim kesindi; yaşatması için bizi. “Sır olarak saklayabileceğimiz bir şeyden bahsetmiyoruz,” dedim. Ciddi manada yorgundum. Abimin iradesizliği yormuştu beni. “Kızın karnı şişmeyecek mi? Çıldırtma ya beni!”

Hayat neden vardı? İnsanlar hayat üzerine neden planlar yapardı? Daha iyiye ulaşmak; refahı yaşamak istemenin amacı neydi? Mutluluk neden avlanırdı ki? Günün birinde, ansızın biri gelsin her şeyi yerle bir etsin diye mi? Peki, abimin yerle bir ettiği bir daha nasıl eski haline getirilecekti?

Tokat izini fondötenle kapattık diyelim. Beril’in kırık ruhunu da alçıyla sıvadık…

Hüma’nın çocuğunu öldürecek emri töre mi verecekti silahlara? Yoksa biz mi diyecektik doktorlara bebeğin dünya vizesini iptal edin diye hissiyatsızca?

“Bıktım senin aptallıklarından ya,” dedim çözümsüzce. Katlanma raddesini geçeli çok oluyordu. “Bir değil beş değil…” fırtına, sesimle eş zamanda yükseldi. Sanırım artık bağırmak ve ya yerin kulağına duyulmak umurumda değildi. “Bitmiyor! Çıkarttığın sorunlar bitmiyor.” Elimi, hızla, abimin kafasına çarptım. “Kafatasının içindeki et parçasını çalıştırmayı denesene biraz.”

Bazı şeyler hiç değişmiyordu. Eskimde de abim vardı; abim ve sorunları, eskiden gelen bir alışkanlıktı aslında. Dağıtırdı, dağıttıklarını toplamamsa bir çeşit alışkanlık…

“Küçükken de böyleydin. Senin yüzünden kendimi defalarca feda ettim ben.” Avucumdaki kırık gözlüğe can simidiymişçesine tutunuyordum. “Hiçbir şeyden ders almıyorsun. Ortalığı darmaduman edip saklanıyorsun. Hatalarını birisi düzelttiği sürece hayat sana kırk dönüm bostan değil mi?”

Adını Rıdvan değil Osman koymalılarmış. Daha uygun kalırmış.

“Haddini aşma İclal,” dedi sadece. Berkay’ın hakaretlerine ses çıkartmazken benim küçük çaplı –hak ettiğinden küçük çaplı– azarlamama tahammülü yoktu. “Ben, senin abinim.”

“Evet abimsin,” dedim vurgun yemişçesine. “Aklın yaşta değil başta olduğunu kanıtlayan abim.”

Atalarımız ne güzel söylemiş.

Belki de abimi kurtarmamam gerekiyordu. Düştüğü bataklıktan çıkmak için bizzat çırpınmalıydı. Batsa dahi hayatı için savaşmalıydı. Çoktan uzattığım odun parçasını tutmuş, beni de kendisiyle birlikte –hatta Berkay’ı ve Beril’i de– bataklık cinlerine yem etmek üzere olmasaydı eğer… Bu defa gerçekten, onu kurtarmayı düşünmezdim.

Son bir kez daha diyordum. Sonra temelli emekli olacaktım kurtarıcılık vasfından.

“Ne yapacağız İclal? Gerçekten, biz ne yapacağız İclal?”

“Hiçbir şey,” diyerek en başından kestirip attım. Aksi takdirde, ayak bağıydı tamamen. “Sen hiçbir şey yapmayacaksın abi.” Özellikle abiliğinin altını çizmiştim. “Yapacağını yapmışsın zaten. Pisliğini temizlemem için kenara çekileceksin. Artık ben de kan dökülmeden o pisliği nasıl temizleyeceksem…”

İçini çekmiş sigara paketini, öfkeyle, yatağın altına itip karşımdaki duvarı izlemeye koyuldum. Odanın perdesi açıktı. Camı kapalı tutmuştum. Dışarıdaki fırtına dinmek nedir bilmiyordu bir türlü. Bulutlar neye kederlenmişlerse artık ağıtlar sunuyordu yeryüzüne, ruhumun yaktıklarıyla birlikte.

Aradığım kurtuluşa ulaşamıyordum. Bir mucize olmalıydı ya da bir işaret, kurtuluşa uzanan iletişim direklerini tamir edecek.

Derken çatı katı odasının kapısı, unvanına yakışacak şekilde gıcırdayarak açıldı. Kapının açılmasıyla çakan şimşeğin zamanlaması birbirine denk olduğu için hafifçe irkilmiştim. Ancak bunu odaya giren, kimliğini zaten bildiğim, kişiye hissettirmedim.

“İclal?” dedi Berkay oldukça küçük bir tonda.

Varlığını teyit etmek uğruna gözlerimi çeşit çeşit gölgenin oynaştığı duvardan ayırıp ona çevirdim. “Berkay?” akabinde o meşhur soruyu soruvermiştim. “Geldin mi?”

Gelmedim diyecek hali yoktu tabi. Benimkisi yalnızca ne yapacağını bilememek, sıkışmışlığa boyun eğmekti.

Yine de bozuntuya vermeden, “Geldim,” dedi uysalca. Kapının yanındaki lamba anahtarını dört defa açıp kapattı. Oysa lamba, ilk seferde de aydınlanmamıştı ki kalan üç seferde odayı ışıtabilsin. Bu gece iyi olmayan tek kişi değildim, ne mutlu!

Elektriklerin kesildiğinden iyice emin olan Berkay, odaya girip kapıyı ardından kapattı. “Neden uyumadın sen?”

Ün yapmış parfümüne sinen yağmur rayihasını yavaştan solumaya başlamıştım bile. Rayihanın güzelliğine inat hem havaya hem ortama yayılmış karanlık bitmiyor, saçma sapan soruların da ardı arkası kesilmiyordu.

Göremeyecek olmasına rağmen göz devirdim. “Sanki çok huzurlu bir akşam geçirmişiz gibi benden uyumamı bekleyemezsin Berkay,” dedim hafif tripli bir tonlamada.

Güldü. Bu halde bile gülebiliyordu. Berkay, her daim ve her koşulda çarpıcı efektlerle gülebiliyordu, hep. Asal sayı gibiydi. Olağandışı şartlar altında dahi kendisinden taviz vermiyordu.

“Beklediğim karşılık bu değildi,” dedi. Parkeye döktüğüm sigara küllerini elinin tersiyle saçmış, yanıma kurulmuştu. Tıpkı yaptığım gibi, sırtını yatağın kenarına yaslayarak dinlendirdi. Onun ağırlığını anlık yüklemeyle kabullenemeyen yatak, azıcık geriye kaymıştı.

“Nasıl bir karşılık bekliyordun?” diye sordum. Islak kıyafetlerindeki soğukluk tenime akıyordu sanki. Abimle yaptığım konuşmanın hararetini alacak soğukluğa rastlamıştım belli ki. Bilemiyorum… Tüm ihtiyacım olan; Berkay’ın verdiği soğukluk olabilirdi.

Her neyse işte… Yanıma geldiği için, burada olduğu için mutluydum. Memnundum. Endişeli hissetmiyordum.

Tek kolunu teklifsizce omzuma attı. Hareketlerine destek veren yağmur damlaları, camı döverken daha aceleci davranmaya girişmişlerdi. Sonra bir şimşek çaktı ve Berkay Karaevren, benden ne tür bir karşılık beklediğini açıkladı. “Sen olmayınca uyuyamadım Berkay, desen fena olmazdı.”

Kolunu omzumdan itmedim. Aksine, başımı onun bedenine yaslamıştım. Onca hakareti dillendiren ses tonu, kısıkken bile muzip çıkmayı başarabiliyordu. Esas konu ortada bekliyorken ise biz, boş laflar arasında tur atıyorduk.

“Bakıyorum da sinirin geçmiş,” dedim geleceğin sis perdesini aralamak için. “Özüne dönmüşsün.”

Bana takıldığına göre sahiden de bulmuştu benliğini yine. Yalnızca bitmiş haldeydi ki onun için de belliydi asıl gerekçe.

“Ah!” derken iç çekti. Elbisemin açıkta bıraktığı kolumda dolaştırıyordu parmaklarını. Parmaklarını saran kurumuş kanların peyda ettiği pütürlü hisse maruz kalmamak mümkün değildi. “Sinirim asla geçmeyecek İclal.” Eğilerek başını başımın üstüne yasladı. Şu anda yoğun olarak yaşadığım bir şey varsa o da Berkay’ın kalp atışlarını örnek alan kalbimin onunkiyle yakaladığı kalıcı duygudaşlıktı.

“Abin nefes almayı bıraktığında bile sinirim geçmeyecek İclal.”

Benim sinirim de geçmeyecekti. Sadece sinirimi, sinirlerimizi kapatacak daha kaliteli örtüler dokuyacaktık. Çünkü hiçbir şey geçmezdi. Törenin, kurban almaktan hiç geçmeyeceği gibi...

“Kocam, abimi öldürmeyi mi planlıyor?” diye sordum. Ortamın bunaltıcılığını kırmaktı amacım. Zaten ya Beril’in nasıl olduğunu soracak; defterin yeni sayfasına karalar bağlatacaktım ya da Beril’in nasıl olduğunu bildiğimi hakikaten kabullenecek; parçalı bulutlu tarlaya serilecektim. Parçalı buluta sığınmak, kavga bayatlamamışken en güvenli olanıydı bence.

Kendini hafifçe geriye çeken Berkay, şimşeğin yaptığı fenerli gölgelikte yüzüme baktı. Dudağının yaralı kenarı minikçe yukarıya kalkmıştı. “Kocam mı dedin sen bana?”

Şimşek tarafından kullanmamıza izin verilen saliselik aydınlığı boşa harcamayarak bakışlarımı bakışlarında sabit tuttum. Abimi imha etmek için yaptığı bir çalışma vardı belli ki. Hitabıma dikkat çekerek imhanın değerini gözümden düşürmeyi denemişti.

Müzeye bırakılsa hayranlıkla seyredilecek, açılan yaraların katiyen kıymetsizleştiremediği yüzüne uzunca maruz kalmak tuhaf hislere çekilmeme neden olsa bile soruma cevap almakta kararlıydım. Bu yüzden, “Sorumu cevapla Berkay,” derken onunla Fizan’a kadar inatlaşabileceğimi söylüyordum.

Kolunu omzumdan ayırıp yan dönerek yaslandı yatağa. Yüzü bana bakıyordu hâlâ. “Evet,” dedi. “Abini öldürmeyi planlıyorum İclal.”

Dürüstlüğü mest etmişti beni. Yan oturup ben de ondan tarafa çevirdim kendimi. Abimi öldürmeyi planlayan yegâne kişi değildi. Katiller listesine ilk ben girmiştim. Ama hazır planını kurmuşken sıramı ona devredebilirdim. “Öyleyse bombayı duyana kadar sabret,” dedim. Bir taşla iki kuş vursa kârda olurduk kısaca.

“Ne bombası?” diye sordu. İstenç dışı oyalanmaya meyilli olan kanlı parmakları, oturduğumuz parkeyi süpüren elbisemin eteğini hafifçe bükmekle meşguldü.

Uzatmadım. Direkt konuya girmek üzere, “Meran konağında bir kıza var,” diyerek başlamıştım.

Sırsızlık yeminimin hükmünü yerine getirerek abimin rezilliğini Berkay’a açıklayacaktım. Ayrıca ikinci bir hükme de sığınıp ona, pekâlâ, sarılabilirdim. Üçüncü hüküm ise… Ah, o böyle şimşek ışıkları altında, bütünüyle benim cephemde olduğunu tüm güzelliğiyle belirtiyorken ona dokunmaya kıymam zaman alacaktı.

Doğal bir eylemmişçesine alnına silah dayadığım o güne dönseydik, hükümler bağlamazdı beni. Fakat günler geçmiş, Berkay ile aramda üç boyutlu bir bağ meydana gelmeye koyulmuşken isyan bayrağını göndere çekmekte zorlanıyordum.

“Meran konağında bir kız var. Konağın getir götür işlerini falan yapıyor. Adı Hüma.”

Elbisemin eteğini milim milim kat eden parmakları, dizime çıktı. “Yardımcınızın hikâyesi umurumda değil, İclal.” Hayat memat meselesi mevzuyu tek kalemde silip attı.

Dizimde gezinen parmaklarına tepki niyetine –bilmem kaçıncı kez– avuçlarımı tırnakladım. “Yardımcımız umurunda olmak zorunda,” dedim.

O esnada bir şimşek daha intikal etmişti çatı katındaki odamıza. Böylece Berkay, tırnaklarımın faale döktüğü katliamı görmüştü. Gördüğünü, yüzünün değişen ifadesinden anladım. Akabinde cümlemi tekrar toparladım. “Yardımcımız umurunda olmak zorunda Berkay çünkü kız hamileymiş.”

İçine mi doğdu bilinmez, avuçlarımı kurtarmak adına parmaklarını tırnaklarıma sardığında, “Bebeğin babası abin çıkmadığı sürece yardımcınız umurumda değil,” dedi.

“E süper öyleyse!” sevinçliydim. Berkay leb demeden leblebiyi anlayanlardandı. Ancak leblebiye vereceği tepkinin sağlık boyutu yoruma müsait bırakılacaktı. “Umurumuzda olması gereken nur topu gibi bir meselemiz var artık.”

“Bebeğin babası abin miymiş?” diye sordu. Şüphesini gidermek için bakışlarını tırnaklarımdan kopardı. Onun karşısında düğme iliklemeye daima hazır olan şimşek ise bir kez daha, olanca beyazlığıyla göğü patlatmıştı.

Konuşmaya gerek yoktu. Olan olmuş, biten bitmişken konuşacak pek bir şey de yoktu zaten. Telaşsızca kafamı salladım.

“Neden hiç şaşırmadım acaba?” diye –bu kez– kendi kendine sordu. Epey sakindi. Parmak uçlarını tırnaklarıma çeper olmuş oje üzerinden geçirirken kısılmış, şahsi tonlamasından kaymış sesi şaşırtıcı derecede sakindi işte.

“Abin tam olarak ne İclal? Dünyanın şerefsizlik dağıtım merkezi falan mı?”

“Önceden böyle bir insan değildi,” diye mırıldandım. Kaybedilmiş bir davayı savunmaya çalışan çaresiz bir avukat gibiydim. Kara lekeye çamaşır duyu dökerek beyazlatmaya çalışıyordum. Fakat samimiydim. Abim gerçekten böyle değildi. Berdel, sistemini değiştirmişti.

“Önceden de değil,” dedi elinin tekini yüzüme düşmüş saç tutamına uzatan Berkay. “Şimdi de yaşıyoruz İclal ve ben, şimdimde şükrediyorum.”

“Ne için?”

“Abine benzemediğin için.” Saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırıp uzaklaştı. “Abine benzeseydin ne yapardım ben?”

Abime benzeseydim onun bir şey yapmasına gerek kalmazdı. Zaten diğer hayata doğru yola çıkmış olurduk.

“Kızmadın mı?” diyerek merakla sordum. Bir tokat için ortalığı ateş hattına çevirmişti. Kardeşinin aldatıldığı açık seçik meydandayken sergilediği bu yatıştırılmış tavırları garipti. “Abim, gayrimeşru bir çocuğun babası olacak.” Pekiştirme yaparken ekledim. “Kızmadın mı?”

Arka planda vokal olmayı layıkıyla üstlenmiş rüzgârın uğultusunu dinlememize fırsat tanıdı bir süre. Akabinde Berkay, alyansının soğukluğunu avuçlarımın içine yedirme faslına geçti.

“Bu akşam kızma kotamı yeterince doldurdum.” Yüzünü buruşturacağı esnada atmosfere zelzele aşılayan şimşek, çığlık attı. Berkay’ın ifadelerini kaçırmamam adına çabalıyordu sanki. Böylece izleyebilmiştim. Yaralardan yamalı kumaşa dönmüş cildini ıstırapla buruşturmasını ve boğazını işaret etmesini izleyebilmiştim. “O kadar çok kızdım, o kadar çok bağırdım ki boğazım ağrıyor.”

O kadar çok kızmaya, o kadar çok bağırmaya –hakikaten– iyi bile dayanmıştı. Boğaz ağrısı ve yumuşak sayılacak ses kısılmasıyla olaydan sıyrılması büyük talihti. “Âmine Teyze’den papatya çayı alabilirim,” diye bir öneride bulundum.

Ayağa kalkmaya yeltendiğim mühlette bileğimden çekerek tekrar oturtmuştu beni karşısına. “Çay istemiyorum. Gitme hiçbir yere,” dedi baygın baygın. Ona uymuştum. Gitmedim hiçbir yere.

“Ne yapacağız Berkay?” diye sordum sessizliğimiz uzayıp çekmeden evvel. Onunla karşılaşmadan önceki ömrüm boyunca hep tek başımaydım. Ne yapacağımı aynalara sorar, cevap alamazdım. Tam şu anda, birlikte mücadele edeceğim biriydi o. Berdele zorunluluk deyip lanetler yağdırıyorduk fakat güllerin açması için onları sertçe budamak da bir zorunluluk değil miydi sanki?

“Bir şeyler yapmalıyız Berkay. Yoksa kanımızla Mardin’i boyarlar.”

“O tokadı attığında karar vermiştim Beril’i Rıdvan’dan kurtarmaya,” dedi. İz bilmez alyansı bu defa da bileğimi tutan nabzımın tepesine saldırmıştı. “Bebek de olayın tuzu biberi oldu.” Ne kadar iç çekerse çeksin hiçbiri bu geceye yetmeyecekti. Ancak o, yine de iç çekmişti. “Bir şeyler düşüneceğim.” Kirpiklerinin elmacıkkemiklerine düşen gölgesinde bulandırdım ben de aklımı.

“Öyle bir şeyler düşüneceğim ki,” diyerek ekledi. “Berdeli bozmadan Beril’i Rıdvan’dan kurtaracağım. Böylece gidip kime istiyorsa ona babalık yapabilir.”

“Berdeli bozmadan mı?” diye sordum. Fikirlerim pas tutmaya epey razıydı.

“Berdeli bozmadan,” diyerek doğruladı. “Berdeli bozmadan ve kimseye duyurmadan…”

Karşı yakada, vezir ile şah kol kola bekliyordu. Berkay ise dediğimizi yapmaya niyetli sekiz adet piyonla satranç tahtasını fethetmekten bahsediyordu. Bu gerçeği, mümkünattan gün alan doğum günü çocuğu yerine koyamazdık. İmkânsız, Dilan halama yadigârdı. İmkânsız, Zeliha’ya yadigârdı. İmkânsız, Zehra’ya yadigârdı, Berkay ve İclal’e değil.

“Bu…” dedim. “Bu Yüce Honos için bile imkânsız Berkay.” Olayın ütopikliğini vurgulamayı temenni etmiştim bir nevi.

Sıkça yaptığını yapıp sol elini yanağıma bastırdı. Başparmağıyla –kurumuş kanlara aldırmadan– tenimi okşadı. “Benimle birlikte imkânsızı başarmak istemez misin güzelim?”

Onunla birlikte imkânsızı başarmamı buyuran şimşek, şiddetle dağılmıştı gökyüzüne. Ve ben bir an için, her şeye rağmen, imkânsızı başarabileceğimize inanmıştım. “İsterim,” dedim otomatikçe. Elinin sıcaklığı usul usul yanağıma işlerken isterim diyebilmiştim sadece.

Dokuz köşeli jetonsa sonra düştü. “Sen…” dedim anlamayarak. Sınırları çoktan aşmıştık. “Sen bana güzelim mi dedin?” az çok onun söylemini kopyalamıştım.

Yaşattığım déjà vu karşısında gülümsedi. “Ne dememi tercih ederdin?”

Başımı, elini yanağıma bastırdığı yönde eğdim. Sayısız tepkimeyi aynı anda doyurmaya çalışan damarlarımın içi Fadime’nin düğününe ev sahipliği yapıyordu kısmen. Azıcık durup düşünüyormuş gibi yaparken gülümsemiştim ben de engellenemez o evreden. “Zevcem,” dedim yarı mırıldanırcasına. “Gayet hoştu aslında.”

“Zevcem,” dedi beyefendi de yarı sayıklarcasına. “Sen bana ne diyeceksin peki?”

“Berkay.”

“Yapma. Üzerinden klişelik akıyor İclal.”

“Korkak Ağa’ya ne dersin? Sana Korkak Ağa diyebilirim. O da klişe mi?”

“Hayır. O, tartışmaya açık bile değil.”

“Direkt ret mi edildim yani?”

“Reddedildin.”

Yanağımın içini dişlerken bir kalp atımı süresi boyunca duraksadım. Aslında Berkay’ın bendeki sıfatı belliydi. Annem onu bana anlattığında, halam ve kızlar onu övdüğünde, beni maruz bıraktığı davranışlarında o hep diğerlerine uymayandı. Kendime sık sık söylemediğim ancak beynimin hatmetmek üzere olduğu bir karşılığı vardı ben de.

“Biliyor musun,” dedim. Elini yanağımdan çekmişti. “Seni gördüğüm ilk anda etiketini yapıştırmıştım zaten.”

“Aklından çıkmadığımı biliyordum. Açıkla bakalım şu etiketi.”

“Sen benim için,” dedim. Yutkunma molası verdim. “Sen benim için şehirli damatsın.”

“Şehirli damat?” şimşek, yüzüne vakıf olmamı sağlarken kaşlarını kaldırdığını fark ettim. Eh, beklemiyordu tabii. “Beni ötekileştirme. Sen de şehirlisin İclal. Mardin şehir değil mi?”

“Kültürlü, burnu havada ve egolu manasında,” derken bileğimi tutuşuna aynı karşılığı veriyordum kendi çapımda. “Kültürlü, burnu havada ve egolu manasında şehirli damatsın. Hem seni ötekileştirmiyorum ki. Çoğunluktan ayırıyorum.”

“Sanırım…” oturduğu yerde hafifçe kayarak bana doğru yaklaştı. “Sanırım hayatım boyunca uğradığım en güzel ayrımcılık ve en güzel hakaret, bu.”

Kafamda bir takım sesler, zamanı geldi İclal diye fısıldamaya koyulmuştu. Hükümler bekletilmekten hoşnutluk duymuyorlardı. Gergin nefeslerimi taksit taksit taşıdım ciğerlerime. Abimin çıkarttığı köklü problem, sarmaşığa yenilmişçesine çürüyordu şimdi.

Kesik elektrikten bulduğum destekle geçmişi şimdiye yapıştırıverdim. “Berkay?”

“Hım?”

“Buraya gelirken,” kirpiklerimi kırpıştırıp kalbimin hızına gösteri yapmamasını emretsem de hız, oralı değildi. “Yolda bana bir şey söylemiştin hatırlıyor musun?”

“Şu…” kafasını yere eğip ensesini kaşıdı. “Şu kanıtla ilgili olan şey mi?” diye sorarken elbette hatırlıyordu.

“Evet,” dedim yavaşça yerine oturmaya başlayan keyfimin önderliğinde. “Şu kanıtla ilgili olan şey.”

Biraz önceye kadar yüzümü turlayan gözleri, sanki bir yere kaçacakmış gibi parkelere bekçilik ediyordu. Dudağının kenarını başparmağıyla sildi. “Ne olmuş ona?”

“Şimdi kanıtlamanı istiyorum.”

Tereddüt ile düelloya tutuşsun diye kısaca beklemem gerekti. Devamında sol elimi aldı ve alyansımı kalbine denk gelecek şekilde göğsüne bastırdı. “Öyleyse duyman gereken bir itirafım var.”

“Yine ne itirafı ya?” diye bıkkınca göz devirirken sordum. Finali yazılmamış pembe bir dizi gibi her şey uzuyordu. Hayat böylesine kısayken uzatmaları oynamak yıpratıyordu beni.

“Seni o kızın yerine koymadığımı söylemekten başka sunabileceğim bir kanıt yok İclal,” dedi âşık olduğu İngiliz’i sözsüzce anarken.

Elimi çekmeyi denedim. Başarısızdı deneyimim. “Arabada yaptığım şov neyin nesiydi o zaman?”

“İşin bahanesiydi.”

Şimşek sesimi yutsa bile, sesimi yükseltmeyerek dişlerimi sıktım. “Ne için bahane arıyordun ki Berkay?”

Gözlerini kapattı. Alnını alnıma yasladı. “Seni öpmek için.”

“Beni öpmek için bahane mi arıyordun Berkay?” diye sordum. Onun kibar ve alçak sesine karşın benim ses tonlamam Ramazan ayında mani bağıran davulcuların tınısını aratmıyordu. Hani sessizlik, hani sakinlik...

“Seni öpmek için bahane arıyordum.”

“Yani beni öpmek mi istiyorsun Berkay?”

“İstediğim şeyi gayet açık belirttiğimi düşünüyorum İclal. Zorlama istersen.”

Hı-hım. Gayet açıktı. Fakat yüreğim, yanlış anlaşılmalara mahal vermemek adına teminat talep ediyordu. Elimi aynen yanağına koyup oradan ensesine çıkartırken gülümsedim. “İstediğin şeyi ben de istiyorum Berkay,” demiştim. Burası, davulcu tınısından ayrıldığım geçiş bölgesiydi. Elimin altında ısınan tenine odaklanarak ekledim. “Ama senin şu kızarmalarını ne yapacağız?”

İşbirlikçi şimşek, içe göçen yanağındaki gamzeyi süratle ışıttı. “Onu engelleyemeyeceksin maalesef.”

Beril üzülüyorken, abim bir yerlerde kederde boğuluyorken biz eş zamanlı olarak gülümsemiştik.

Gözlerimi kapattım ve beyefendinin iyileşmek nedir bilmeyen yaralarına değmemeye özen tanıyarak dudağımı, hafifçe, dudağına sürttüm. Göğüs kafesimden kaçmayı görev edinmiş kalbim, midemi bulandırıyordu sanki.

“İclal,” diyen Berkay da yardımcı olmuyordu hani. “Ben…” gerginliği azalsın diye verdiği nefes bana çarpmıştı. “Bunu ileri taşısam ne yaparsın?”

“Nasıl yani?”

“Sadece seni öpmeyi değil,” telaffuzu titreşime alınmış bir telefon gibi çınlıyordu. Kötü haber: O böylesine yakınımdayken benim de ondan bir farkım yoktu. “Seni tamamen istediğimi söylesem yani…”

Hiçbir şey söyleyemedim. Hiçbir şeyi irdeleyemedim. Zaten hem ruhum hem benliğim, ben bir şey yapacak durumda değildim. Dudağının en yarasız kısmını öptüm yalnızca.

“Bu, senin de istediğin anlamına mı geliyor?” diye sordu heyecanla.

Onu öptüğümden olsa gerek; başparmağı, dudağının altını silmeye –bir kez daha– meylederken onun görevini çalmış, ben silmiştim başparmağımla Berkay’ın dudağının altını. Ve ekledim, “İstediğim şeyi gayet açık belirttiğimi düşünüyorum.”

“Belirttin.”

Bu defa beni öpmek üzere hamle yapan o olmuştu. Ancak hafifçe geri çekilirken buldum kendimi. “Berkay?”

“Söyle İclal.”

“Yüzünde çok fazla yara var. Seni öpmeye devam edersem canın acımayacak mı?”

“Acıyacak,” dedi duraksamadan, sabırsızca. Samimiliği aşırıya kaçıyordu. “Hem de çok acıyacak. Ama ben daha önce hiç, bile isteye canımı acıtmayı dilememiştim.”

Aramızdaki milimlik mesafeyi sıfırlayıp dudağını dudağıma dokundurdu. Sonra dudağını dudağımdan çekmeden konuştu. “Dileğimi gerçekleştirmeme yardım edecek misin zevcem?”

Peri anne değildim, kabul. Lakin bende karşılığı olan bir dileği pekâlâ gerçekleştirebilirdim.

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%