Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18. ÖRDEK AİLESİ

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyim, lütfen..

 

keyifli okumalar..

İyi bakıldığı belliydi. Tüyleri yeni fırçalanmıştı. Karanlık, rutubet kokan bu ahırda diğer atlardan ayrılmayı bir şekilde başarıyordu.

İçeriye girdiğim ilk anda görmüştüm onu. Sanki yanına gitmem için belli belirsiz sinyaller yolluyordu bana. Sinyalleri, enerjiyi, atın güzelliğini hissetmemek mümkün değildi. Elimdeki havucu hızla ısırıp hızla çiğniyorken hızla da tüketiyordu. Oysa bilmeliydi; onu beslemeyi yarıda kesme niyetinde değildim hiç.

Sarıya çalan rengini şefkatle okşadım. Gerçi rengi tam sarıya yaklaşmıyor, köşe başında kahveye kaçıyordu. Kum kahvesiydi sanki Berkay’ın saçlarına yapışmış olan o renk gibi.

Kafamı iki yana sallayıp asılsız, bulutsu düşünceleri savuşturdum. Olur olmadık yerde, olur olmadık zamanda Berkay Karaevren’i övmeye can atan zihnimin terbiye edilmesi gerekiyordu. Şu an sadece ata odaklanmak istiyordum. Berkay, atın adını Şekerpare koymuş. Adı ona yakışıyordu. Ona yakışacak başka bir ad da bulamıyordum zaten.

“Seni sevdi,” dedi hemen yanımda bekleyen Yeis Amca. “Berkay’ı sevmemişti.”

Duyduklarımı garipsedim elbette. Horozlar ötüşürken sabah havası almaya çıktığım esnada beni yakalayıp ahırın en kıymetli atını göstereceğini iddia ederek Şekerpare’nin başına gelmemi sağlayan kişiydi Yeis Amca. Atın Berkay’a ait olduğunu özellikle vurgulamıştı. Şimdiyse sevgisizlikten dert yanıyordu bana.

“Nasıl yani?” diye sordum. “Bu, onun atıydı hani?” onun olan bir şey nasıl olur da onu sevmemiş olurdu ki?

Yeis Amca ata hafifçe vurdu. “Onun atı.” Derin bir iç çekti. “En büyük aşklar nefretle başlar Gelin Hanım.”

Sonrasında Berkay’ın çocukluğuna ait birkaç sone dinlemiştim. Şekerpare’nin onu defalarca kez üstünden attığını, tekmelediğini, yüzüne bakmadığı kara günlere uzanan anılarını işitmiştim. On üç-on dört yaşlarının tamamına yakınını hastanelerde heba eden, şimdilerde de ben ve ailem yüzünden hastanelik olabilecek yaralara sahip Berkay Karaevren’e üzülmemek elde değildi. İçimden bir ses Şekerpare’nin koltuğuna oturduğumu fısıldıyordu usul usul.

“Yeis Amca,” dedim anıların son deminde. Aklıma bir fikir gelmişti. Uygulamak için delicesine heveslendiğim bir fikirdi. “Şekerpare’yi eyerler misin?”

Yeis Amca’dan atı eyerleyeceğine dair verdiği onayı alır almaz çiftlik evine döndüm. Fikrimi uygulamaya giderken Âmine Teyze’den boş cam şişe temin etmeyi aklımın bir kenarına da not ettim tabii.

Bilmem kaçıncı uykusunun bilmem kaçıncı rüyasında yuvarlanan Berkay’ı uyandırmadan önce abimin kaldığı odaya çıktım. Kapısı aralıktı. Saat henüz erken bir vakti kast ettiğinden olsa gerek uyukluyordu. Yatağının yanına yaklaştım. Beni benden bezdiren uyuşturucu şırıngalarını komodinin üzerine saçmıştı. Dert etmedim. Üzerine düşmedim. Uyuduğu yerden onu kaldırıp da hesap sormayı tercih etmedim. Zira hesapların bile işe yaramayacağı bir çıtadaydık.

Saat geç vakti kast etse dahi abimin zaten uyanmayacağı böylelikle kesinleşmişti. Şırıngaları topladım. Berkay’ın Beril’i abimden kurtaracağı gerçeğine güvenip odasını terk ettim.

Çaprazda kalan ahşap kapının ardında ise Beril’in kaldığı yer vardı. Yanına gitmeden önce tereddüt ettim. Tüm isteklerime rağmen onunla ne konuşabileceğimi bilmiyordum. Çünkü abimin yaptıklarından dolayı abimden çok ben utanıyordum.

Uyuyor olabileceği ihtimaline sığınarak odasına girdim. Neyse ki ihtimaller beni kurtarmıştı. Yanağındaki morluk, acılığını koruyorken Beril Meran sessiz sedasız uyuyordu. Açılan yorganını nazikçe örttüm.

Beril Meran…

Soyadının ona getireceği bedeli bilse acaba yine de o isteme merasimindeki kahveleri büyük bir istekle yapıyor olur muydu? Peki ya abim… Beril benim gibi olsaydı, abim Berkay olmaya yetebilir miydi? Hayali bile sahte geliyordu.

Girdiğim ağır adımların benzeriyle ayrılmıştım odadan.

Farklı odalar, farklı ruh hallerinde birbirinden farklı dünyaları temsil eden kişilerden sonra benim dâhil olduğum dünyanın direği de uyuyordu hâlâ. Uyurken de gülümser gibi bir ifadedeydi. Dört mevsim yeşil kalan canlı dallar misali.

Abimin, yüksekliğini her geçen gün biraz daha yükselttiği rezalet zirvesini saklamak için kullanılmış şırıngaları kıyafetlerimin arasına bıraktım. Ardındansa kıpırtısız yatağa zıplayarak oturdum.

“Uyan bakalım uyuyan güzel.”

Kendisinden bahsedildiğini, geç de olsa, anlayan Berkay mahmur mahmur aralamıştı göz kapaklarını. Onunla tanıştığımda ten rengi beyazdı. Yaraları sağ olsun şu sıralar mor savaş bayrağı misali geziyordu ortalarda. Bu yüzden benliğimi suçlamamayı art arda tembihledim.

“Ne oluyor kızım ya?” dedi yorgunca. “Sabah sabah…” ikilemesi homurdanmaya bulaşmıştı.

Nefes alamasın diye avucumla ağzını kapatırken boştaki elimle burnunu tuttum. “Hemen uyanıyorsun. Şekerpare’yi hazırlattım.”

Birkaç çırpınışın ardından elimden kurtuldu. “Şekerpare mi? Şekerpare’yi nereden biliyorsun sen?”

“Ben bilirim.” Ani bir özgüvenle bacak bacak üstüne attım. “Benimle dans edemezsin Karaevren.”

“Seninle dans edemem,” dedi yanağını yastıktan ayırırken. “Çünkü dans etmeyi bilmiyorsun İclal.”

Yaptığı anlam çarptırmalarından nefret ediyordum. “Egon ve sen, elimin tersindesiniz bak haberin olsun Berkay.”

“Atı neden hazırlattın?” diye sordu. Dediğimi umursamamıştı. Belki de ciddi olduğumu düşünmediğinden…

“Atı hazırlattım,” dedim heyecanla. “Çünkü beni kaçıracaksın şehirli damat.”

*

Her masalın problemi ayrıydı. Bizse öyle bir masaldaydık ki mücadele edeceğimiz problemler, biz mücadele ettikçe bitmeyecek gibiydi hiçte bile.

At binmeyi bilmeyişimin saklanacak tarafı yoktu. Bu yüzden Berkay’a beni kaçırmasını söylerken mecaz anlam falan kullanmamıştım. Atı o sürmüştü. Ben sadece çıkıntılık yapmıştım.

Öte yandan ata bindiğimizden beri Yeis Amca’nın sevgisizlik destanı anlam kazanıp duruyordu benim nezdimde. Önceden Berkay’ı sevmeyen Şekerpare’nin hâlâ Berkay’ı sevmediği ya da sevemediği belliydi. Öyle ki altı-yedi kez düşme tehlikesi atlattıktan sonra gelebilmiştik sakin bir gölün kıyısına.

Dönüşü yürüyerek gerçekleştirme konusunda epeyce kararlıydım. Berkay ve Şekerpare birbirlerini diledikleri kadar boğazlayabilirlerdi. Karışmayacaktım.

Tek gözümü kapattım. Tıpkı Fatih’e anlattığım gibi silahın emniyetini açtım. Namluyu ayarladım. Hassas tetiğe silikçe bir dokunuş yetmişti. Silahın gövdesini terk eden kurşun, rayından kaçan ok misali fırlayarak ileriye, sıra sıra dizdiğimiz cam şişelerden dördüncüsüne saplandı. Kurşunun kopardığı gürültü orman sakinlerini rahatsız etmiş olsa da, onların aksine, beni memnun eden şey; şişenin zavallı darmadumanlığıydı.

“Bunun amacı ne?” diye sordu Berkay. Yüzünden düşen bin parçaydı resmen. “Başarısızlığımla eğlenmek mi istiyorsun yoksa?”

Benim ardımdan sıktığı kurşun, şişeleri yine yeni yeniden ıskalarken bahsettiği başarısızlık vurgulanmıştı birden.

“Aşk olsun.” Evet, zaman zaman kendini benden üstün görmeye bayılan kocamın şimdiki başarısızlığı eğlendiriyordu beni. Yalan söylemeye mahal yoktu.

“Olur mu hiç öyle şey?” yanına ilerleyip elindeki makineyi tek hamlede aldım. “Biz evliyiz Berkay.” Sırtına iki defa, desteklercesine, vurdum. “Senin başarısızlığın benim başarısızlığım sayılır. O yüzden düzeltilmen lazım.”

“Hım,” dedi türkü söyler gibi uzatmıştı her bir harfi. Ben silahının şarjörünü değiştiriyorken, göl rüzgârının melodikçe savurduğu saçlarımı gözümün önünden çekti. “Söylesene beni düzeltmek istediğin başka konular da var mı zevcem?”

Şu sıralar saçlarıma çok fazla dokunur olmuştu. Dokunmasına tamam diyecektim de o elini çektikten sonra geride kalan dokunuşunun hayaleti ağırlık yapıyordu dertsiz tasasız başıma.

“Var,” dedim sertçe. Artık dolu şarjöre sahip olan makineyi eline tutuşturdum.

“Mesela?”

Beş yaşındaki çocuklara benziyordu. Pes etmek nedir bilmeden soru soruyordu. Sorusunu yanıtlamadan önce silahı ona verirken elimin üstünde temas ettiği noktayı kaşıdım.

“Mesela,” diyerek lafa başladım, sonra. Parmak uçlarımda yükseldim ve kulağına yaklaştım. “Hepsini birden söyleyemem.” Konuşurken dudaklarımı kulağına değdirmeye bilhassa dikkat ediyordum. Hayaletler yalnızca beni, bir beni kuşatmasın istiyordum.

“Hepsini birden söylersem eğer kalbin bunu kaldırmaz. Bir haftalık kocasına kalp krizi geçirten kadın unvanıyla Guinness’e girmek istemiyorum Berkay.”

Konuşmamı bitirir bitirmez geri çekilmeme izin vermedi. Kolumu tutmuştu ve gamzesini görücüye serdi. “Biliyor musun, seni gördüğüm ilk anda, zıtlıklarımıza rağmen çok iyi anlaşacağımızı biliyordum aslında.”

Berkay, anlatılacak kulvarda birisi değildi. Berkay’ı bilmek için Berkay’ı yaşamak; hatta Berkay’ın kurallarına göre yaşamak gerekiyordu. Onun hakkında az çok bildiğim şey buydu. Kendisini baştan sona bilmeyi talep ediyordum. Taleplerim her defasında yetim kalsa da beyefendinin kurallarına yavaştan aşina olmak bile değerdi, değerliydi.

“Müneccimliğini atış konusunda da konuştur Berkay,” dedim kinaye yaparak. Kıskacındaki kolumu yavaşça sıyırmıştım. Tenimi tekrar tekrar kaşıdım. Ah, bu kadar fazla kaşınmaya devam edersem pek yakında cildiye doktorlarının kapısını aşındırmam gerekecekti. Berkay dermana değil derde kavuşturuyordu, işin esas hakikati.

“Hayır gerçekten soruyorum,” diyerek böldü konsantrasyonunu. “Bunun amacı tam olarak ne?”

Ondan evvel davranıp iki şişeyi daha kurşunladım. “Senin ölçütünü belirlemek…”

Kurşunlar ve silahlar benim için yeterlik belirleme kıstasıydı kısmen. Eh, hayatımın kalanını Berkay ile geçireceksem süreli ya da süresizinden… Onun özünü kavramalıyım diye düşünüyordum.

Ben beklerken kurşun sıktı. Kurşun yine hedeften şaşmıştı.

“Ve böyle giderse,” diyerek az önceki söylemimi devam ettirdim böylelikle. “Ölçütte sen, barajı bile geçemeyeceksin Berkay.”

*

Belirsizlik, namütenahi bir kavramdı. İçine dünyaları da sığdırabilirdiniz ya yine bir kısmı boş kalırdı.

Evlendiğim adamla ilgili boşlukları doldurmaya çalışıyordum. Fakat taşların teki sürekli eksiği oynuyor, mahrumiyete mahkûm kılıyordu.

Kırabildiği üçüncü şişede beni yine bin bir çeşit çelişki dehlizinde bırakan Berkay, pes edercesine omuzlarını düşürdü. “Aklımda bir şey var,” dedi. Namluyla ensesini ovuşturmuştu. Rahatına bakılırsa silahı kurşunsuzluk çekiyor olmalıydı. “Rıdvan ve Beril konusunda…”

İlgimi cam şişe testinden koparan cümlesi, geleceğimize flaş ışığı yolluyordu adeta. “Nasıl bir şeyler?” diye sordum.

Geride kalan şişelerin tamamını kırmamı sabırla bekledi. Sonrasında önünde durduğumuz mavi ladin ağacını destekçi addedip yere ilişti. Tabii öncesinde tişörtünün üzerine giydiği kareli gömleği yere serip; olası böcek çetesi saldırısına bir tür önlem barikatı örmeyi ihmal etmemişti.

“Boşansınlar İclal,” diyerek ekledi.

“Ne? Ne dedin sen?” Beynimdeki uyarıcılar, ani töre tehdidi istikametinde kırmızı alarma geçmişken, anlamazlıkla, silahı kot pantolonumun beline sıkıştırıp yanına, bana her zaman rezerve olan yere, ilişivermiştim. Onu dinledim.

Sağ bacağını kendine çekmişken diğerini azıcık havada tutuyor, toprağa değdirmemek uğruna efor sarf ediyordu. “Boşansınlar. Boşandıklarını kimseye söylemeyiz. Beril’in Mardin’de kalmasını istemiyordum zaten. E hamile kızın da burada kalması mümkün değil.”

Çenesini sıkıp bakışlarını bana çevirdi. “Üçünü yurt dışına gönderelim. Tanıdığım insanlar var. Onlara yardım ederler.” Bir nefes bitimi mühleti kadar duraksadı. “Yeni bir hayat kurmalarına yardım ederler yani. Beril kendi yolunu çizmiş olur. Abin de çekirdek ailesiyle yaşar gider. Biraz sorumluluk alıp çocuğuna babalık yapabilir.”

“Mardin’dekiler,” diyerek söylediklerine ekleme yaptım. Anladığım kısmı belirtmekti yarı temelli amacım. “Berdelin bozulmadığını düşünmeye devam ederler.”

“Aynen öyle.” Kafasını sallarken de kendisini zikretmişti. “Aynen öyle.”

Güzel plandı. Ne diyebilirdim ki, sanki başka çıkış mı vardı? Bazı konularda kazanmak için itaat etmek gerektiği herkesçe bilinen bir şarttı. Kan davasının ortasında, işler tehlikeli boyutta evrildiği anda ise kaçmak mubahtı. Hem savaşların iki türlü kazanıldığını söylemişti bilenler. Bir bildikleri vardı ki onlar olmuştu söyleyenler. Kalış, işe yaramadığında gözlerden ırağa taşınmalıydı – belki de– işi eyleyenler.

“Aynı şeyi biz de yapabilir miyiz?” diyerek düşünceli düşünceli sordum. Plan, kurgusunu ve detayını irdeledikçe aklıma yatıyordu çünkü. Bir kaçış pastası varsa eğer ondan nasibimi alma düşüncesi, hoşluğa gitmeye niyet etmiş olabilirdi.

“Benden boşanmak mı istiyorsun?” diye sordu Berkay soruma karşın soru sorarak.

Yüzüne verdiği alınganlık ifadesi fotoğraf olsaydı, bir karesini saklardım kesinlikle. “Belki,” dedim tepemizde devinen bulutlara doğru. “Senden boşanmamı ister misin ki?”

“Beni, benim hamlemle alt edemezsin zevcem,” deyip yanağımdan kısa huylu bir makas aldı.

İstemsizce yanağıma çıkmıştı tırnaklarım. Yanağımı uzun uzadıya kaşıdım. “Edebilirim. Deneyelim mi?”

“Denemeyelim.” Kollarını göğsünde kavuşturdu. “Aramızdaki ateşkesi korumayı tercih ederim.”

“Soruların cevaplarını erteliyor muyuz yani?”

“Ufak bir ertelemeden zarar gelmez.”

Sahip olacağım cevabın merakını, şimdilik, hasıraltı ederek dediğini yaptım. Beş dakika daha uyuyabilmek için zaruri sıfatındakileri ileriye ertelemiştim.

Aynı onun yaptığı gibi, belki biraz değiştirilmiş şekliyle bacaklarımı kendime çekip çenemi sağ dizimin tepesine yasladım. “Yurt dışı planının işe yarayacağından emin misin?”

“Param var,” dedi yüksek mertebeden. Göz ucundan gördüğüm kadarıyla göle açılan dalgaları takip ediyordu. “Birçok ülkede arkadaşlarım var ve onlara en iyi imkânları sağlayabilirim.” Başını yana eğerken cümlesinde minikçe bir düzeltmeye başvurdu. “Gerçi, abin sağlayacağım imkânları hak etmiyor ama bunları kardeşim için yapacağım. Planın işe yaramaması için hiçbir engel yok.”

Son olanların ardından, düzeltmesine katılıyordum. Engelsizliğe beslediği ümide ise asla… Zira beyefendi, abimi tanımadığı gibi onun inadından da bihaberdi. “Ya kabul etmezlerse?”

“Böyle bir teklifi kabul etmeyeceklerini mi düşünüyorsun?”

İçtenlikle ofladım. “Ne düşüneceğimi bilmiyorum Berkay.”

“Olumlu düşün İclal.”

“Öyleyse olumlu düşünmeme yardım et Berkay.”

“Nasıl yapsam ki bunu?” diye sordu. Beni bulunduğum yerden ayırmış, kolunu omzumun üzerine yerleştirerek ona yaslanmamı sağlamıştı. “Dün gecenin özetini sana tekrar izletsem, o zaman olumlu düşünebilir misin zevcem?”

Saklamaya gerek duymadan gülümsedim. Sarf ettiği sözlerin beni utandırmaya yönelik olduğu aşikârdı. Lakin bu hikâyenin utangacı bizzat kendisi oluyordu.

“Fobilerinden bahsetsene,” diyerek atıldım sohbetin ilerleyişine. Kolunu omzuma attığı tüm seferlerde gözlerimi kapatma isteği hücum ediyordu ya benliğime, hissettiklerimle savaşmak her dakika bitiminde güçleşiyordu.

“Korkularımla mı eğleneceksin İclal?”

Nedense bugün, onunla eğleneceğim düşüncesine takılıp kalmıştı. Oysa ben onula eğlenmez onunla birlikte eğlenmeyi tahayyül edebilirdim ancak.

“Hayır,” dedim başımın arkasını ona daha fazla yaslayarak. “Senin korkularını duyup benden daha beter durumda olanlar da varmış diyerek olumlu düşünmüş olacağım, Damat Bey.”

Hoşnut bir tavırda cık cıkladı. “Çok acımazsızsın.”

“Bu özelliğimi sahiden yeni mi öğreniyorsun?”

Çekişmemizi çekip çevirebilirdi. Lakin uzatmamanın taraftarıydı. Omzumu sıktı. Benden destek almaya çalıştığı açıkken asla sesimi çıkartmamıştım.

Sonra o, açıklamaya başladı. Ve ben de dünyaya geliş meziyetim buymuşçasına açıklamasına kulak verdim.

“Klostrofobiyi biliyorsun zaten,” dedi. Bilmek ne kelime… “Diğerlerine gelince…” yutkunma molasına müsaade tanıdım. “Tripanofobi, koulrofobi ve anatidaefobi işte.”

“Güzel,” dedim karışıklık duldasından. Günlerden bir günde, aynı dili konuşmuyorduk yine. “Bunların Türkçe mealleri ne oluyor peki?”

Güldü. İçimi titreten saflıkta bir gülüştü. “Tripanofobi aşıdan ve iğnelerden korkmak anlamına geliyor. Koulrofobi palyaço korkusu demek. Anatidaefobi ise…”

Birden duraksamıştı. En heyecanlı yerinde kesmesine dayanamayarak onu teşvik etmeye giriştim çabucak. “Eee?”

“Bir…” nefes aldı. Verdi. Aldı. Verdi. Bu döngü, bir süre, böylece devam etmişti. “Bir ördek tarafından izleniyor olma korkusu anlamına geliyor.”

Kolunun altından çıktım. İnanamayarak ona baktım. “Berkay çok acilinden hastaneye ihtiyacın var.” Sözlerim refleksmişçesine dökülmüştü dudaklarımdan. Hepsine tamam. Ördek ne manaydı yahu?

“Ne hastanesi?” diye sordu.

“Akıl hastanesi,” dedim bir çırpıda.

Sonra bir ses duyduk. Bir takım sesler duymuştuk. “Yok artık,” şeklindeki fısıltım çığlık atıyorken iki çift ördek ailesi göl boyu süzüle süzüle yanımıza, tam karşımıza gelmişti.

Sanırım Berkay’ı hem Şekerpare sevmiyordu hem evren. Berkay’ı sevmeyenler listesine dâhil olmadığım için ise nedensizce huzurluydum ben.

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%