Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19. TERS GİDEN BİR TAKIM ŞEYLER

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyim, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Gün geçmiyordu ki başımıza bir dert bir zeval gelmesin.

Güzeşteye yadigâr bıraktığım hayatımın sakinliğini, olaysızlığını ve sus pusluğunu özler olmuştum. Yeni hayatımın temposuna da koşuşturmacasına da vakalarına da yetişemiyordum. Değişen dengeler, terazi kefelerinden kayıyorken ben yaşadıklarımı asla ölçemiyor ya da değerlendiremiyordum.

Sebep Berkay’dı. Sahi sebepsizken dünya nasıldı?

Âmine Teyze çiftlik evinin inilti yüklü kapısını ağır aksak hareketlerle açar açmaz mahzun bir şaşkınlık nidası koyuverdi. “Ne oldu size böyle çocuklar? Dağlık yerde tır mı çarptı Allah aşkına?”

“Keşke,” dedim bozuk bir Türkçe ile. Ağladığım için net konuşmakta zorlanıyordum. “Keşke tır çarpsaydı Âmine Teyze. Daha az hasar almış olurduk.”

Kapı önündeki bağrışlara karışan yoğun kargaşayı duyan Yeis Amca, Âmine Teyze’nin telaş ateşi henüz sönmemişken gelmişti yanımıza. Geldiği anda üstümüze başımıza, rezilliğimize, az biraz da perişanlığımıza bakakaldı. “Yavrum bu ne hal?” sorusu, sis kümesi misali havada asılı kalıyorken yol boyunca ağırlığını taşıdığım –muhtemelen– ördek çuvalı yüzünden bayıldığı için bilincini yitirmiş Berkay’ın omzumdaki kolunu çekip Rıdvan Amca’nın himayesine teslim ettim onu.

Neyse ki sual faslını ertelemeye bin gönüllü olan yaşlı çift, ne oldu laflarıyla saldırmayı kısa sürede bırakmıştı. Karısı benimle kapıda kalıyorken, Yeis Amca Berkay’ı içeriye taşıdı.

Açık kalmış musluk misali akan gözyaşlarımı, kol yenleri kanlanmış kazağımın yardımıyla kurulamaya çalıştım. Fakat başaramadım. Ağlamamı durdurmaktan ziyade canhıraş şekilde ağlamaya devam etmek istediğimdendi belki de. Puslu görüşümle, kapının yanına yerleştirdiğim –dışı hafif kanlanmış– çuvalı sürükleyerek Âmine Teyze’nin karşısına bıraktım.

Sonra ona sıkıca sarılarak ağladım da ağladım.

“Şekerpare kaçtı,” demiştim iki damla gözyaşının arasından. “Buraya kadar yürüdük. Şekerpare kaçtı, Şekerpare kaçtı, Şekerpare kaçtı ya.”

Ağlayışımın dinmesi, olanı biteni onlara anlatabilmem için ise tamı tamına doksan dokuz dakika gibi bir sürenin harcanması gerekmişti işte.

Beş Saat Kadar Önce

“İclal,” dedi Berkay. Çuvallar halde, ördeklerden dönüp de ona baktım. Ter damlacıkları alnını kaplamaya başlamıştı bile. Tişörtünün yakasını, kurtulmak istercesine, çekiştiriyordu. Art arda yutkunması ve bozulan nefes alış verişleriyse ortalığı velveleye davet etme konusunu destekliyordu adeta.

Ördek sesleri, minik ördek bedenleriyle birlikte kademe kademe yaklaşmaya devam etti.

“Başka bir şeyler düşün,” dedim kaskatılık kalıbından çıkabildiğimde. “Kalk Berkay.”

Onu oturduğu yerden kaldırmayı denedim. Çünkü gözlerini bile isteye kapatmayacağı belliydi. Bunun için üzerine oturduğu kareli gömlek ile gözlerini bağlamayı düşünüyordum. Ancak mıhlanmış gibi bir türlü kalkmıyordu.

“Bakma,” dedim aceleyle. Önüne geçip ördeklerle onun arasında sur oldum bir nevi. “Oğlum bakmasana o tarafa!”

Ki beyefendi, kafasını kenara eğerek korkulu bakışlarını ördeklerle buluşturmak için hamle yapıyordu. Hayır, madem korkuyordu hangi akla hizmet ördeklere bakmaya çalışıyordu? Onu anlamıyordum ve onu anlamama yardım edecek bir şey de yoktu.

Oturduğu yerden kalkmayınca gömleği onun altından almak amacıyla kareli kumaşı kendime doğru çekmeye başladım. Titreyen parmaklarını bileklerime saplayarak durdurdu beni. “Gömleği veremem. Gömleği alma İclal. Böcek var.” Yargılayıcı ifadem doğrultusunda yüzünü sıvazladı. “Burada çok fazla böcek var.”

“Berkay böceklere başlatma! Allah’ım sen beni neyle sınıyorsun ya?”

“Korkuyorum,” dedi tam karşımda ikinci kez. “Korkuyorum İclal.” Devamındaysa ağlamaya geçiş yapmıştı. Ağlaması ördekleri celallendirdi sanki. Zira attıkları rahatsız edici naraların tonlaması yükselmişti.

“Kahretsin ya, kahretsin. Gerçekten kahretsin,” diye söylenerek bedenimi saran örgü hırkayı hışımla çıkarttım. Hırkayı dikdörtgen forma kavuşacak şekilde kıvırıp Berkay’ın gözlerini bağladım.

Beni aşırı raddede sinirlendiriyordu. Lakin ağladığı zaman, korktuğunu söylediği zaman, benden yardım dilediği zaman Berkay Karaevren kimliğinden sıyrılıp direncimi kıran, gardımı düşüren şehirli damat kimliğine bürünüyordu.

Kafatasının yarısını sarıp sarmaladığım hırkanın düğümünü sıkılaştırdım. Geri çekilmeden önce saçlarının tepesini öpmüştüm, sadece güvence vermek için.

“Kal burada,” diye boş bir telkin savurmadan edemedim. Sanki buradan uzaklaşabilecek hali vardı da…

“Ka-kalırım. Burada kalırım ama s-sen nereye gidiyorsun? Bırakma beni İclal.”

Sıktığım dişlerimden kavradığım güçle spor ayakkabılarımın bağcıklarını çözdüm. “Bırakmayacağım seni Berkay,” demiştim tereddüde düşmesin diye. Zaten öyle bir safhaya gelmiştik ki istesem bile onu bırakamazdım. “Sadece bekle. Gidip ördeklerin sesini keseceğim.”

Konuşmasını dinlemedim. Konuşmasını beklemedim. Kolumu tutarak beni duraksatmasına müsaade etmedim. Ayakkabılarımla birlikte çoraplarımı da çıkartıp ayağa kalkmıştım.

Bizim bulunduğumuz bölgeye, şans eseri, kamp kurmaya karar vermiş gibi gözüken ördekler, göle yayıldıkça yayılıyordu. Toplam nüfusları altıyı geçmiyordu. Gezintilerini sündürerek uzatıyorlardı. İnada yapar gibi…

Kot pantolonumun paçalarını –kararlılıkla– diz kapaklarıma kadar katladım. Çakımın varlığını teyit ettim. Silahımı hazırladım. Arkasından, seri adımlarla, ayaklarımın altını hırpalayan taş parçalarına aldırmadan göle yaklaşmıştım. Belirli bir mesafeye ulaşıncaya değin yürüdükten sonra durdum. Durmamın sebebi, ördeklerin atış menziline girmiş olmasıydı. Berkay geride bir yerlerde ağlarken tüm gözü karalığımla, tereddütsüz bir kıpırtısızlıkla altı ördeği de vurdum.

Olayın aslı, ördekleri vurduktan sonra başlıyordu tabii. Göle girip yakalamıştım her birini. Yenecek durumda olsunlar diye besmele çekerek –çakımı kullanarak– boyunlarını gövdelerinden ayırdım. Göle karışan kanlar, suya düşmeden önce kolumdan aşağı süzülmeyi es geçmemişti. Bir çeşit intikam hırsıyla ömürlerine son verdiğim ördekleri, cam şişeleri taşıdığım çuvala doldurur doldurmaz Berkay’ın yanına döndüm.

Geriye dönüp baktığımda kanlı emarelerle hatırlayacağım bugünün anısını mümkün değil unutamayacaktım.

Berkay’ın sakinleşmesinin ardından çiftlik evine dönmeye karar vermiştik. Ancak bu karar anı, Şekerpare’nin silah seslerinden dolayı ürküp kaçtığı kısma denk geliyordu. Bizi bir başımıza bırakıp gitmişti. Kanlar gözyaşlarımıza bulaşıyorken Berkay korkudan, bense çaresizlikten ağladım ve anladım.

Berkay ve ben birbirine aykırı kimyasallar gibiydik. Bir araya geldiğimizde ortaya çıkan reaksiyon yeri göğü eritiyordu.

Belki Hande Yener’in dediği gibi, iki deli bir araya gelmemeliydi.

Beş Saat Kadar Sonra: Şimdiki Zaman

Kırık pusulanın yanlışlıkla doğru yönü işaret etmesi gibi bizim de yanlışlıkla bulduğumuz kesindi kendimizi. Âmine Teyze’nin büyülü papatya çayı, etkisini hemencecik kanıtlayamamıştı. Bu yüzden ancak güneşin batışına yakın toparlanabilmiş, ördek temelli travmayı ancak güneşin batışına yakın atlatabilmiştik.

Tabii biten bir şey yoktu. Ördekli mevzuyu öylece kapatmayacaktım. Öldürdüklerim, mutfakta pişmeye koyulmuşken ben yalnızca bir şeyleri daha –bir kez daha– ertelemiştim.

Abim ve Beril, çağrımızdan on dakika sonra geldiler koyu turuncu örtülü koltukların yerlerini mesken tuttuğu oturma odasına. Önceki günden odaya sinen yaşanmışlıkların kötü kokusunu solumamak imkânsızdı. Yine de onlar için düşündüğü planı anlatan Berkay –yeniden fazlaca ağladığı için sesi eğilip bükülüyordu– planın ayrıntılarını odanın tamamına febreze edasında kondurarak kötü kokuları perdelemiş sayılırdı.

“Yurt dışı mı?” diye sordu Beril. Berkay’ın anlatımının bittiği salisede konuşmuştu. Abimle aynı ortamda kalmaktan duyduğu rahatsızlığı başka şekilde, doğrudan, ifade edemezdi galiba. “Abi ben…” elinin tersini açıkça yanağına sürttü. “Ben orada ne yapacağım ki?”

Berkay, benim yanımdaki bölgeden kalkıp Beril’in yanındaki boşluğa oturdu. Korkuya ev sahipliği yapıyorken hatmettiğim ela gözlerindeki sevgi, kardeşi için beslediği değerin altını çiziyordu.

“Ne istersen onu yapacaksın,” dedi Beril’e sarılarak. “Güzel bir hayat kuracaksın.” Kullandığı telkinlerdeki açık yüreklilik, Karaevren kardeşlere gıpta etmeme neden olmuştu. Abim görüş açıma girdiğinde ise nedenlerim sararıp soldu.

“Bu saçmalıklardan kurtulacaksın Beril. Her şey çok güzel olacak inan bana.”

Ben inanıyorum sana.

Abisinin sarılışına istekli bir karşılık veren Beril, “Her şey çok güzel olacak,” diyerek tekrarladı. Onu ikna etmek en basit evreydi. Güvenmeye, kapılmaya, ikna olmaya hazırdı çünkü.

Ortamda çoğalan sevgiye ve umuda katlanamayan abim, bacağını histerikçe sallamayı bırakıp ayağa kalktı. “Hiçbir şeyin güzel olacağı falan yok.” Saman alevi özneli hiddeti, hepimizin bakışlarını, uyuşturucudan yorulmuş yüzüne çevirmişti.

“Boşanma haberini saklayamazsınız,” dedi duygu sömürüsüyle. “İlla ki öğrenirler.” Avuçlarını birbirine çarptı. “Peşimize düşerler. Bize hayatı dar ederler. Hiçbir şey güzel olmayacak. Hiçbir şey güzel olamaz.”

Ardından orta sehpanın çevresini dolandı. Berkay’ın karşısında, yüzleşme yaşıyormuşçasına sabit kaldı. “Toplu mezarımıza temel kazıyorsun Karaevren.” Harcadığı harflere sıçrayan keşmekeşin sarsıcılığı beni germişti.

“Abi abartma.” Oturmaya devam edip geri kalmaktansa ben de kalktım ayağa. Beklediğim ve öngördüğüm itiraz tam da şu anda deneniyorken konu mankeni olamazdım ya. “Boşanma haberi saklı kalacak,” dedim. “Senin aksine plansız hareket etmiyoruz biz.”

Yanına gittim. Hâlâ biraz kan taşıyan işaret parmağımı, planın yararını anlasın diye göğsüne bastırarak da ekledim. “Bu tarz şeyler senin başarı tanımının çok üstünde olsa da basit bir olayı saklayabiliriz.”

Aptalca davranıyordu. Bilemiyorum… Belki de suçlu durumda olduğu halde ona güç vermeye çalışırken asıl biz aptalca davranıyorduk. Her halükârda abimin –sanat eseri niyetine– törenin eline geçmesine göz yumamazdım.

“Ne yani?” diye sordu imayla. “Yurt dışına gitmemi istiyor musun İclal?”

Kelimelerinin alt metni, onu yurt dışına göndermemem için diz çökmüş yalvarıyorken ben sinirlerime hâkim kalamıyordum. “Evet istiyorum,” dedim yumuşamaya yaklaşmadan. Sırf onun iyiliği için… “Defolup gitmeni; kendini kurtarmanı istiyorum.”

“Neden?” kollarını iki yana açıp drama sergilemek için öne atıldı. “Neden itiraz etmeden kabullendin?” koltukta, kardeşine sarılmayı bırakmayan Berkay’a nefret dolu izleyişler savurdu. “Ne yapıyor, bu herif senin beynini mi yıkıyor, İclal?”

Çabasına karşı kendisine reva kılınan ithamı hazmedemeyen Berkay, Beril’i sakince bırakmıştı. Ancak ayağa kalkıp abimle aramdaki boşluğa sızdığında o sakinliğinden eser yoktu. “Dua et Beril burada.” Yumruk yaptığı ellerini bacaklarının kenarına bastırıp frenledi patlayan duygu meltemlerini. “Yoksa sana beyin yıkamak ne demekmiş uygulamalı olarak gösterirdim Rıdvan.”

Bir ördekle alt edilebilecek adamın, abim söz konusu olunca tahammülsüzlükle devleşmesini mantığım almıyordu resmen. “Sakin ol Berkay,” dedim. Zira yeni bir kavga çatlarsa ikisinden birinin talihi ambulansta bitecekti.

“Sana gelince abi…” sana gelince abi, kapıldığın düşünceler hayret verici. Bu defa da orta sehpanın çevresini ben dolandım. Böylece abimle tekrardan karşı karşıyaydım. “Kimse benim beynimi yıkamıyor tamam mı? Aklın yolu birdir diye bir şey duymadın mı sen hiç?”

“Sizin aklınızı anlamıyorum,” dedi. İleri geri yürüyorken aniden durup Berkay’ı çekmişti hedefine. “Ulan daha düne kadar beni katletmek istemiyor muydun sen? Ne oldu, birden kanatların çıktı da iyilik meleği mi olmak istedin?” başını geriye yatırarak kendi kendine homurdandı, “Yeni bir hayat kurmakmış…”

Birkaç saniyelik sessizliğin sonucunda ise şüphesini getirmişti spotların gözetimine. “Beni o yaban ellerde öldürtmeyeceğini nereden bileceğim?”

Yığılırcasına koltuğa oturup ellerimi şakaklarıma koydum. Belli ki hayal gücü yetersiz bakiye ışığını aktifleştirmiş tek kişiydim burada.

“Seni öldürtmem,” dedi Berkay. Abimi küçümsemekten geri kalmıyordu. “Çünkü Rıdvan…” ismine yaptığı baskı, destan addedilse yıllarca dolaşırdı ucu bucağı. “Hükmü veren kişi infazı da gerçekleştirebilmelidir. Merak etme yani, seni öldürecek olsam aracı kullanmam. Saçma sapan komplo teorilerini bir kenara bırak. Yapacaklarımın zerresi dahi senin için değil.”

Abimin omzunu sıktı. Sıkışının sertliği, oturduğum yerden bile aşikârdı. “Kardeşimi kurtaracağım. Sen kuruyla birlikte yanmaktan kurtulmuş bir odun parçasısın sadece. Hiç sanmıyorum ama dediklerimi anlayabiliyor musun?”

Rastlaştığı laflardan sonra, abim ters ters konuşup ortalığı dağıtmasın diye hızlıca araya girdim. “Bu akşam döndüğünüzde Hüma’ya istifa etmesini söyle abi,” dedim. Eh, onların balayı tatili tamamlanmıştı. “Bir bahane bulup konaktan ayrılsın. Biz gelinceye kadar otelde falan idare eder. Sonra da boşanma davasını açarız.”

Sonra da Hüma ile evlenebilirsin.

Ancak abim yine kendinden bağımsız kalan bilgiye kafa yoruyordu. “Siz gelinceye kadar mı?” diye sordu. “Bizi gönderdikten sonra siz ne yapacaksınız ki?”

Ellerini pantolonunun ceplerine yerleştiren Berkay, abimden uzaklaştı. Yaralı dudaklarında serseri bir sırıtış vardı. Sorun yaratmayı talep eder gibi… “Biz biraz daha burada kalacağız Rıdvan’cım.”

“Burada mı kalacaksınız? Baş başa ha? Burada baş başa ne yapacaksınız? Küçüklüğünden içinde ukde kalan evcilik oyunlarını hayata geçirmeye mi karar verdin İclal?”

“Abi!” dedim Beril’i ürküten bir şiddette. “Burada ne yapacağımdan sana ne?” aş aş bitiremiyordu; sınır falan kalmamıştı artık. “Hayır, sen Hüma’yla işi pişirirken bana neydi de… O yüzden soruyorum.” Hesap alır modda kollarımı göğsümde kavuşturmuştum.

Abimin kâinata bakış açısına göre; aile her şeyden önce gelmeli, her şeyden öncelikli görülmeliydi. Ona böyle meydan okuyarak, onunla böylesine zıtlaşmamı bakış açısına sindiremediğini fark edebiliyordum. Lakin ne yapabilirdim ki? Evliliğimiz, berdel zorunluluğu kapsamında nişan edilmiş olsa dahi; evlilik cüzdanının bana armağan edildiği dakika itibariyle benim esas ailem Berkay’dı bir yerde.

“Berkay,” dedi ansızın bize katılan Yeis Amca. Zamanlaması müthişti. Gelmeseydi eğer konuşmaya devam edecektik. Neticede abim de bana küsecekti.

“Arabayı hazırladım oğlum.”

“Tamam Yeis Amca,” diyerek onayladı Berkay. “Hadi Beril.” Sonrasında nazikliği törpülercesine abimi çekiştirmişti. “Sen de durma öyle. Yeis Amca sizi Mardin’e götürecek.”

Abim Berkay’a aldırmadı. Zira bana sitem etmekle meşguldü. “Gerçekten mi İclal?”

“Yaşadıklarımızın hepsini senin isyancı kişiliğin yüzünden yaşadık. Bari bir kez olsun itiraz etme abi.”

“Peki.” Önümde eğilerek alaycı bir reverans sundu bana. “Dediğin gibi olsun. İtiraz etmeyeceğim. Kabulleneceğim ama sen yine de Damat Bey’e güvenme. Berdel olmuş olsa bile kan davası hâlâ var. Karaevrenler bizim düşmanımız İclal.”

Karaevrenler bizim düşmanımızsa, neden mevcudiyetimi düşman safından ayrı bir yerde yaşatmayı düşünemiyorum abi?

*

Abim, Beril ve Yeis Amca ile birlikte gitmişti Berkay. Mardin’e dönenler kervanında değildi adı ancak çarşıda işi varmış. En azından bana söylediği, benim bildiğim buydu.

İşinin tanımını didik didik etmeye girişmemiştim hiç. Zira arkamdan dolap çevirecek en son kişi dahi olamayacağı, en çetin dalgaların dahi silip süpüremeyeceği bir esastı.

Öyle ya da böyle… Yanımda olmadığı berzah boyunca hazırlanıp giyinmek; süslenip püslenmek, bir zamanlar beyefendinin bana dediği şekilde ona hoş gözükmek için uğraşmıştım. Âmine Teyze ise bana yardım etmiş, olmayan yemek yapma yeteneğimi gizleyebilmek uğruna pişirmişti tüm yemekleri.

Nihayetinde meydana çıkardığımız yemek masası, Âmine Teyze ve benim ortak çalışmam, işbirliğimizin altın tacıydı.

Burada kaldığımızdan beri sayısız tartışmanın arka planı olmuş oturma odasına kurmuştuk masayı. Bu kez tartışma değil netlik olsun istediğim için… Evet, netlik. Berkay’la aramda değişen bir şeyler vardı. Netleştirilmesi lazımdı.

Mumları yaktığımda, “Bu kadar ördeği nereden buldun Gelin Hanım?” diye sordu Âmine Teyze.

Gülümsedim. “Aslında ördekleri bulmadık. Ördekleri bizi buldu.” Bazen de bulunandan ziyade bulan bir niteliğe kavuşurdu hani.

Giden arabanın dönüş sesini, ana yemeği oturma odasına getirdiğimizde fark ettik. “Geldiler,” ilanını geçen Âmine Teyze, gelenlere kapıyı açmak için çıkmıştı.

Heyecandan dolayı istikrarla tutamadığım parmaklarımı iç içe geçirip beklemeye koyuldum. Soğuk terler dökmeme ramak kala gelmişti Berkay yanıma. Kapıyı araladı. Kapıyı geçememişti. Kapıda kalakaldı. Bir masaya baktı bir bana. “Ne yapıyorsun burada?”

“Seni bekliyordum.”

“Ne için?”

“Yemek yemek için.”

“Yemek yemek için…” kafasını sallayıp odayı barizce kokladı. Şüphelenmişti tabii. “Ne yiyeceğiz peki İclal?”

Ortadaki büyük servis tabağının gümüş kaplama kapağını kaldırdım. “Ördek yiyeceğiz Berkay.”

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%