Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. ACİL HAZIRLIK EKİBİ

@hayalrafya

 

keyifli okumalar..

 

Kafamın altındaki yastığı vurarak kabarttım. Her vuruşum ayrı bir öfkeden dert yanıyordu. Yastığı iyice kabartana kadar durdurmadım kendimi. Elde ettiğim belirgin kabarıklıkla ise daha rahat bir konuma geçmiş, tavanı daha rahat izleyebilecek açıya yerleşmiştim.
Dilan halamı kırdığı cam bardağın kırıklarını toplamaya terk ettiğim o andan beri karanlıkta ve odamdaydım. Gözlerimin arkasında tek edilmiş bir sahnede, çalışma odasında yaşanan olayı tekrar tekrar perdeliyordum.
Sürpriz olmamıştı. Yirmi beşinci yaşıma girmemle birlikte gelişini beklemeye koyulduğum evlilik olayı nihayetinde kapımı çalmıştı. Bir şeyi zaten bekliyorsanız beklentinizin neticelenmesi şaşkına çevirmezdi sizi. Ruhumu besleyen küçük kızın gönlü kırılmış olsa da, iç sesim –sırf bu yüzden– alınmamıştı bana. Eğer alınsaydı üzülürdüm. Çünkü benim tarafımı bir ben tutuyordum bir de benim içimdeki bir ses.
Bir helikopterdeydim sanki. Oldukça yüksek irtifadan uçuyordum. Altta, bulutlar dâhil olmak üzere hiçbir şey görünmüyordu. Dilediğim gibi uçabiliyordum. Özgürlüğü sonuna kadar yaşayabiliyordum. Uçuşumun güzel geçtiği fikrine tamamen kaptırmıştım kendimi. Ta ki motorlardan biri arıza verinceye değin… Bundan sonrası için mayday çağrım dahi cevapsız kalacak, ne yapsam faydasız olacaktı. İmdadıma kimse yetişmeyecekti.
Mücadele ettiklerimi, tırnaklarımla mücadele edeceklerimi göz önünde bulundurursak geleceğimin bahtı, sıra sıra engellerle kapatılmıştı. Israrla imdadı arar, kıyametle karşı çıkıp berdel evliliğini reddettiğimi hayal edersem…
Okumadığım için akademik kariyer yapabilme şansım yoktu. Kaliteli bir işe girip kendimi kurtarma olasılığından yoksundum. Mardin’in meşhur Meran aşiretinin kızı olduğumdan dolayı öyle alelade bir işte çalışmam da kabul görmezdi hani.
Bir ihtimal, aile işini devam ettirebilirdim belki. Aile işi, hilesini hatmettiğim bir işti. İşletmesini yürüttüğümüz beş tane yasa dışı kumarhane vardı. Ekip biçtiğimiz toprakları paravan şirket yerine kullanıp kumarhanenin kara parasını aklıyorduk. Benim ardımdan aklı başına gelen babam Zeliha ve Zehra’yı okutuyorken abimi de kumarhanelerin başına geçirmişti. Abime yardım etmekse bana tanımlanmış bir görevdi. Evlenene kadar.
Bu görevde de geçiciydim yani. İlerleyemezdim. Çünkü bir genç kız, mafyalıkta kariyer yapamazdı.
Yüzümü sıvazlayıp iç çektim. Her zaman başka bir çıkış vardır. Ne olursa olsun ne yaşarsam yaşayayım büyük konseyin yaptığı gibi umutsuzluğa kapılmayacaktım. Madem kan berdelinin zorunlu olduğunu savunuyorlardı öyleyse onlara asla karşı çıkmayacak, kabullenecektim. Benim için olmayan mayday çağrısı olacaktı bu.
Okumamış olabilirdim fakat zekâmı küçümsetmezdim kimseye. İnsanlar kendi şanslarını kendileri yaratmalıydı öyle değil mi? Birilerinin elimden tutmasını hayatımı kurtarmasını ummayacaktım. Zira o söz konusu olan biri, asla zamanında yetişmeyecekti. Yoluma taş konulmuştu şimdi. Oturup, taşa sırtımı yaslayıp ağlamayacaktım. Gerekirse helikopterimin motorunu bizzat tamir edecek –tabii öncesinde mekanik öğrenmek zorundaydım– ama bu beladan galip sayılarak kurtulacaktım.
Annemin sözlerini anımsadım. Demek Avrupa’da tahsil görmüş…
Kim olduğunu bilmediğim evleneceğim beyefendinin Avrupai bilgilerini lehime çevirsem, onu bir basamak olarak kullanıp bir sonraki aşamaya atlamaya karar versem…
Beni kim durdurabilirdi ki? Kendime gelecek inşa edebilirdim. Kim müdahaleye yeltenebilirdi ki? Kendi geleceğimi, istediğim geleceği kendim tasarlayabilirdim. Sonrasında da…
Karaevren soyadını başımdan savabilirdim. Avrupalıdan kurtulmam saniyemi almazdı. Neden olmasın?
Sonuçta savaş zamanında cephanesini açık eden değil gizleyen kazanırdı benim kitabımda. Gizli ajanı oynayabilirdim burada da.
Derin temelli düşünceler, zihnimde kazıya başlamışken odamın kapısının tıklatıldığını işittim. Buğulanmasına rağmen tek damla yaş akıtmayan gözlerimin kuvvetine sığınarak, “Gir,” dedim bağırmaktan da gocunmayarak.
Aynı anda Zeliha kafasını içeriye uzatmıştı. “Uyudun mu abla?” sorusu sabırsızdı.
Üzerimdeki yorganı kenara atıp yattığım yerden doğruldum. “Uyusaydım içeriye girmeni söyleyebilir miydim Zeliha?”
Sesini alçakta tutmaya özen göstererek kıkırdadı. Bu kızda bitmek bilmeyen bir enerji vardı ki uzak diyarlardakileri dahi kıskandırabilirdi. “Uyumadıysan halam terasa çağırıyor,” diyerek çabucak ekledi. “Laflayacakmışız.” Durum değerlendirmesi yapılacağının üstü kapalı bir imasıydı bu. “Geliyor musun?”
Sabahlığımı omuzlarıma geçirip yataktan kalktım. Gelecek mimarlığına soyunmamla bozulan moralim düzelme yoluna baş koymuştu gibiydi. Rahat hissediyordum. Geceyi halamın muhabbetine harcamaktan daha yararlı bir seçenek da göremiyordum, şu an için. “Davete icabet etmemek olur mu, sen söyle.”
Bakalım hakkımda neler planlıyorlardı.
*
Üçüncü kattaki tahta çıktık. Komşularımızın sahip olduklarının aksine bizimki Mardin’e has geleneksel bir tahttı. Yaz aylarında konağın terasına kuruyor, sıcak çayın ve lezzetinden vazgeçemediğimiz mırranın tesirine kaptırıyorduk kendimizi.
Burada oturup saatin nasıl geçtiğini bilmeden ovayı seyretmeyi, yıldızları gözlemeyi ve Dilan halamın mahalleden topladığı dedikoduları değerlendirmeyi fazlasıyla seviyordum. Evlenip gittikten sonra keyfini çıkartamayacağımdan adım gibi emin olduğum tahtın özlemi şimdiden burnumda tütmeye başlarken terliklerimi çıkartıp içine girdim.
Acil hazırlık ekibi çoktan toplanmıştı.
Dört köşeli sedirin ortasında küçük bir sehpa koymuşlardı. Tahtın önü boş bir ovaya baktığı için ortalık sakindi. Arada esen tatlı rüzgârın yaprakları dansa kaldırırken çıkarttığı sesler dışında dolaşan başka bir ses yoktu.
Tek başına oluşturduğundan emin olduğum ortamın rahatına kapılan halam elindeki dergi benzeri şeyin sayfalarını Zehra’ya gösteriyordu. Zehra’ysa gördüklerini memnuniyetle karşılıyor, sehpaya sıraladıkları tabaklardan çerez yiyordu.
“Bakıyorum da tüm kızlar toplanmış burada,” dedim peşimden giren Zeliha ile birlikte sedirin kapı tarafındaki boş kısmına oturduk. “Ne yapıyorsunuz?”
Kucağındaki sigara paketini bana uzatan Dilan halam çayından aceleci bir yudum aldı. Anlam veremediğim bir heyecanla kuşatılmıştı. “Sana bindallı bakıyoruz,” dedi güneşli günde eski bir dostuna selamlarını iletirmişçesine.
Elimde sigara dalı ve çakmak… Taş kesilmiştim birden. Berdel mevzusunun artçı etkileri yeni yeni siliniyorken üzerimden, halamın öylesine söylediğim şeyi ciddiye alıp kına hazırlıklarına başlayacağını sanmıyordum. Sanmak en büyük yanılgıymış meğer. “Şaka yapıyorsun.”
İnanmazlık yüklü havama gülen Zehra, onu ikizinden ayıran tek şeyi; saçlarının uzunluğunu beden diline katarak omuzlarını silkti. “Hayır,” dedi. “Dilan halamı ilk kez bu kadar ciddi görüyorum.”
Boş boş bakmayı sakız misali çekiştirip uzattım. Duman çıkartmayan sigaramın eylemsizliğine dayanamayan Zeliha, çakmağı elimden alıp ateşe verdiği sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirmişti. Yüzüne vuran sokak lambasının ışığında parıldatıyordu bini bir para heyecandan payına düşeni. “Neler olduğunu anlatsana abla.”
Dirseğimi taht korkuluğuna başımı da yumruk yaptığım elimin ucuna yaslayıp sigaradan derince bir nefes yollamıştım ciğerlerime ki buna gerçekten ihtiyacım varmış. “Bindallı seçimlerini başlattığınıza göre neler olduğunu da biliyorsunuzdur Zeliha.”
Sitemime oralı olan çıkmadı.
“Biliyorlar,” dedi halam köşedeki yerinden. “Ben söyledim.” Kırdığı bardakların hakkını veren yegâne insan olabilirdi.
“Ağzında bakla ıslanmıyor değil mi hala?”
“Aman İclal…” elini geçiştirircesine salladı. “Baklalar kuruyken hayat daha keyifli.”
Dilan halamın keyif anlayışı ile benim keyif anlayışım kırık bir köprünün karşılıklı iki yakasına monte edilmişti sanki. Birbirimizi görüyorduk ama bizi keyiflendirecek şeyleri algılayabilmekten fersahlarca uzaktık. Bu konunun üzerinde durmaya gerek görmemiştim o yüzden. Çaya da çerezlere de dokunmadan sigara içmeye verdim kendimi. Soluğum zehirli havayı kademe kademe ilettim ciğerlerime.
“Baksana abla,” dedi Zeliha kısa bir sessizliğin arkasından. Dergiyi tutan o olmuştu şimdi. “Biz şu modeli beğendik.” Başparmağının yönü halamı kast etti. İkizi ile zıt görüşleri paylaştıklarını sözsüzce haykırıyordu adeta.
Görmemi istediği modele tam olarak bakamamıştım. Delicesine isteksiz olduğum için değil yerinde duramayan Zehra’nın araya girmesi yüzünden. Zeliha’nın tuttuğu dergiyi kabaca çekiştirerek sayfa çevirmeye çalıştı. “Aslında ikinci sayfadakiler daha güzel.”
Tam önümde birbiriyle çekişen kardeşlerimin gecenin ikisi olmasına rağmen uyumamış oldukları gerçeği yeni vurdu aklıma. “La havle,” dedim sabrımı azıcık azarlayan edada çekerek.
“Kızım bu saatte neden ayaktasınız siz? Yarın okulunuz yok mu?” hadi halamın benimle uğraşmaktan başka yapacak bir şeyi yoktu. Peki, onlara ne demeliydi? Yarın, uğraşacak daha kıymetli ve daha önemli işleri varken oturmuş Dilan halamla beraber bindallı modeli seçmeleri gören herkesi çileden çıkartırdı şüphesiz.
Zehra birkaç fıstığı umursamazca çiğnerken sözlerime kulak asmadığını başka ne şekilde iyice belirtebilirdi bilmiyordum. “Rıdvan abimin de senin de başını bağlamışlarken kusura bakma ama bize uyku haram ablacım.”
Biten sigaramı küllüğe bastırdım. “Tabii dedim ben,” diyen halamın oturduğu sedir tarafını dikkate almamıştım. Tüm bunlar onun başının altından çıkıyordu. Kızların fikirlerine müdahale etmeye bayılıyordu. “Uyuyamazlar. Kan berdeli mühim bir konudur.”
“Neyin mühimliğinden bahsediyorsun hala ya?” saatimin kordonunu gergince çekiştirdim. “Kocaman bir şakanın ortasındayız,” dedim hüzün kokan bir tonlamayla.
“Ve durumu hemen kabullenmişsiniz.” Koşulsuzca boyun eğmeye dünden razıydılar. Bu devran böyle dönmezdi. Ya deve güdülecekti ya diyardan gidilecekti. Çölün ortasında saklanmaya çalışarak sıcaktan koruyamazdık kendimizi. Vahaya ulaşamazdık, kesinlik su götürmezdi.
Zeliha kollarını göğsünde kavuşturup geriye çekildi. Yüzünü asmıştı. Dergi kavgasından da yakayı sıyırmıştı. “Kabullenmeyip ne yapacağız ki?” diye sordu bana. Bana tanınmayan eğitim fırsatı onun parmağına dolanmıştı oysa. Bana soruyordu ne yapacağını, can sıkıntısıyla. “Kızlara söz hakkı mı tanıyorlar sanki?”
Kızlar, hak tanınmasını beklememeli aslında demedim. Kendi söz haklarını kendileri fethedebileceklerini söylemedim. Yeni bir sigara yaktım ve Dilan halamın, “Doğru,” deyişini dinledim.
Bir rüzgâr esti. Egemenliğin esası olduğunu dillere pelesenk etmeye girişmişti. Ortamın buhranlı havası da hem esintinin hem de Zehra’nın katkılarıyla bir kez daha görmezden gelindi. “Ayy abla…” ilgi aşırırcasına koluma vurdu. “Eniştemizin Avrupa’da okuduğunu söylüyorlar.” Oturduğu yerde kıpırdandı. “Ne güzel onunla evlenip kurtulacaksın.”
Zehra konuşmuştu ancak ben, “Evliliği kurtuluş olarak mı görüyorsunuz gerçekten?” diye sorarken teras ahalisinin bütününe sesleniyordum.
“Kurtuluş tabii,” dedi halam. İki demlik bitirdiğinden emindim. Çay içmeye doyamıyordu bir türlü. Bardağını tazelemişti tekrardan. “Dünyanın bin bir çeşit hali var kızım ya. Batacağın da çıkacağın da belli değil. Başında bir erkeğin olması her zaman güvence sağlar sana.”
Geleceğimin mimarı olabilme hayalim soluyordu yavaştan. Bu üçlüyle bırak on dakikayı on saniyelik sohbet bile bıkkınlığa sürüklerdi insanı.
“E senin niye başında erkek yok hala? Kaç yaşına geldin,” dedi Zeliha düşük dozajda dalga geçerek.
“Benim istediğime kalmış bir şey değil bu Zeliha. Kısmet gelmiyor. Ne yapayım?”
Tükettiğim sigarayı bir farklısıyla takas ettiğim sırada fıstık kâsesini zimmetine geçiren Zehra başlamıştı konuşmaya. “Yani kısmet olsam ben de sana gelmezdim hala ya.”
“Boşuna koca öldüren demiyorlar sana,” dedi Zeliha da ikizine arka çıkarak.
Hâl böyle olunca halam sinirlerini zapt edemedi. “Susun,” dedi. “Zevzekler sizi. Ben mi öldürdüm adamları?”
“Olur mu?” dedim sessizliğimi yarım bir tebessümle bozarak. “Kaderin öldürdü halacım, kaderin.”
Bizim mahallede ve yakın çevremizde halama koca öldüren Dilan diyorlardı. Zira on altı yaşından bu yana yaptığı her evlilik, kocalarının ölümleriyle sonuçlanmıştı. İlk dört ölümde gerçekten üzülmüştük. Beşinci ölümde bunun bir lanet olduğuna inanmıştık. Lakabını altıncı ölümde kazanan halamsa durumu şaka ile geçiştirmeyi rahmetlilere borç biliyordu sanırım.
“Fatih.” Zeliha’nın bağırışıyla gülümsememi sildim. “Fatih gelsene.”
Kızlar neyse de hakikaten yatağında olması gereken Fatih, biraz sonra taht girişinde görününce işin suyunu çıkarttıkları tescillenmiş oldu.
“Allah aşkına bu çocuğu neden uyutmadınız?” diye sordum hayretle.
Zehra’nın sunduğu, “Çerez kaplarını doldurmak için her seferinde mutfağa biz mi inelim abla ya?” mazereti halam için de Zeliha içinde geçerli kabul edilmişti.
“Hüma’yı neden çağırmadınız?” dedim muhtemelen mışıl mışıl uyuyan yardımcımızla sabah hesaplaşmayı aklıma not ediyorken.
“Aman,” dedi Dilan halam dudak bükerek. “Hüma kağnıdan ağır...”
“Şuna fıstık doldur da getir. Hadi Fatih.”
Zehra’nın Fatih’e uzattığı kâseyi çekip aldım. “Hayır Fatih,” dedim otoriter olmaya özen tanıyarak. “Derhal odana çıkıyorsun. On dakika sonra kontrole geldiğimde seni uyumuş olarak bulmak istiyorum. Anlaşıldı mı?”
Bir Zehra ablasına bir bana bakan Fatih, neyse ki benim sözümü dinlenmeye karar vermişti kafasını sallayıp tahtı terk etti. Halden memnun olmayan Zehra’ysa ağzının içinde homurdanıp bana laf çarpmayı felsefe edinmişti bir nevi. “İyi o zaman. Mutfağa sen inersin abla.”
Ona hak ettiği cevabı hak ettiği şekilde vermeye hazırlanıyordum ki Dilan halam, “Buldum,” diye bağırmıştı.
Hepimizi ustaca irkiltti. Ne zaman kaptığını kestiremediğim bindallı modelleriyle dolu dergiyi sevinçle sallıyordu tepesinde. “Sana kırmızı çok yakışacak İclal,” dedi. “Sana kırmızı çok yakışacak.”
*
Gece iki eyleminden sonra sabaha sakin bir açılış yapmıştık. Herkes suskundu. Avludaki kahvaltı sofrasına acelesizce oturulmuştu. Konuşan yoktu. Gülümseyen yoktu. Kan berdeli kararı açıklanmamış gibi davranmaya çalışıyorlardı ama konağa sinen matem isi yadsınacak boyutta değildi.
Erkenden küçük bir hesaplaşma yaşadığım Hüma, sıra benim çay bardağımı doldurmaya geldiğinde az geride durdu. Bunu yalnızca ben fark etmiştim. Diğerleri emekçi işçiler misali kahvaltı tabaklarını peynir zeytinle dolduruyordu.
Onların zıddına ben, tabağımı doldurabilecek durumda hissetmiyordum. Bir şeyler yiyebilecek durumda hissetmiyordum. Tabağıma zor bela çektiğim minik bir peynir dilimini tanımlanamayan cisme rastlamışçasına dürtüyordum öylece.
“Anne,” dedi Fatih ansızın. Tüm gözleri üzerine çekmeyi başarmanın yanı sıra içimizde, konuşma başlatma cesaretini gösteren tek kişi unvanını ele geçirmişti. “Abim damat mı olacak şimdi?”
Karşımda oturan Rıdvan abime çevirdim gözlerimi. Ruh hallerimiz arasındaki yedi farkın şematize edilmesi istenseydi ortaya hiçbir şey çıkmadı eminim. Dalgındı, Fatih’in sorusunu işitmeyecek kadar dalgın. O an ilk defa, kendi derdimden çıkıp evleneceği kızın nasıl birisi olduğunu merak etmiştim.
“Evet oğlum,” diye yanıtladı annem. Uzatmadı.
Gerçi Fatih uzatmaya kararlıydı ya orası da ayrı bir vaka. “İclal ablam da gelin olacak öyle mi?”
Çatalımı tabağa düşürdüm. Düşme gürültüsü hiç çıkmamış gibi yankılandı kulaklarımda. Kendimi teskin edebiliyordum da kabullenmek uzun sürüyordu.
“Evet,” dedi annem yeniden.
Bu defa Fatih’in muhatabı direkt olarak bendim. “Abla hani kimse gelinlik giydiremezdi sana?”
Kaşlarımı alaycılıkla kaldırıp indirdim. Babamın dikkatini çekmiştim. “Töre giydirebiliyormuş ablacım.”
Töre her şeyin üstündedir. Bizlerin, geleceğimizin bile.
“Anlamadım,” dedi Fatih doğal bir reaksiyonla. Sofradakiler törenin ne olduğunu ona açıklamaya girişmediler.
Tansiyonu düşürebilmek uğruna Dilan halam konuyu değiştirmişti. “Vallahi bu Hüma da ne güzel açma yapıyor değil mi yenge?”
Açmaları umursayan yoktu. “Ben zeytinli olanlara bayılıyorum,” diyerek yüzyılın itirafını yapan Zeliha dışında.
“Abla.” Küçük kardeşimin yeni yeni oturmaya başlayan sesi algılarıma bir kez daha saplanırken ona çevirmedim yüzümü. Bunu onay kabul ederek, açma muhabbetine balta vurdu. “Sen gelin olunca erkek adam olmayı bana kim öğretecek?”
Dudaklarımı sıktım. “Fatih,” diye haykırdı babam. Diktatörlüğünün yağmurunda yıkıyordu bizleri, Meran aşiretini, konağın genelini. “Konuşmadan kahvaltını yap çabuk. Okula geç kalacaksın.”
Okula geç kalmak istemeyen Fatih açma yemeyi hızlandırdı. Daha da kimse ağzını açmamıştı. Sessizliğin çığlığını dinledik hep beraber. Ta ki Hüma, kafası eğik, dinletimizin yayıldığı teybi kapatıncaya dek…
“Kürşat Ağam,” dedi. “Karaevren konağından haber geldi.” Çoğunluk olarak put kesilip Hüma’nın laflarının arkasına verdik kendimizi. “Müsaitseniz bu akşam gelmek istiyorlar.”
“Ne için gelecekler?” diye sordum. Bu kadar erken olamaz.
“Müsait olduğumuzu söyle Hüma. Gelsinler.” Böylece Hüma avludan çıkmıştı. Babam hitabetine bizleri aldı. “Kız istemeye gelecekler,” dedi. “Ertesi gün de biz onlara gideceğiz.”
Ve babamın cümlesini profesyonelce yorumlayan iç sesim, usulca fısıldadı kulağıma. Buyurun cenaze namazına.
*
Berdel büyük çapta olacaktı. İsteme merasiminin gerçekleşmesi bu yüzdendi. Uzakta yakında ne kadar eş, dost, akraba varsa barış ilan edildiğinden haberdar olacaktı. Hem nişanda hem düğünde olağanüstü bir kalabalığa maruz kalacağım da böylelikle kesinleşmişti.
Sayılı vaktin çabuk geçtiğine inanmazdım. Sayılı vakti yaşayınca yıkılmıştı inandıklarım. Dilan halamın dolabından çıkan şal desenli bir eteği tutuşturmuşları elime ki giyeyim diye. Üzerime de dikiminde yine aynı kumaşın harcandığı bir bluz geçirmiştim. İsteme merasimim için uygun bir görünümde olduğum konusu tartışmaya, epeyce, açıktı. Fakat son dakika da ancak bu kadar hazırlanılıyordu. Çünkü dolabım, en fazla Hint fakiri olduğumu haykıracak kadar doluydu.
Taş basamakları seri adımlarla inip mutfağa girdim. Zehra yoktu. Zeliha buradaydı. Hüma’nın ikramlık hazırlamasına yardım ediyordu. Annem yapılacakları sesli bir şekilde tekrarlıyor kendini yatıştırıyordu. Geride bir yerlerde Fatih’in doğum günü hediyesi olan silahını bulamadığı ile ilgili bir yakarışını dinledim. Konağımızdaki gereksiz bulduğum telaş istenç dışı keyfimi yerine getirmişti.
Dilan halam beni fark edince, part-time adı altında yerine gelen keyfim, geldiği gibi gitti. “Ay inanmıyorum İclal. Verdiklerimi giydin geldin öyle mi?”
“Evet,” dedim anlamayarak. “Pardon hala başka ne yapmam gerekiyordu?”
“Kızım bir yüzüne gözüne boya sürseydin ya. Ruh gibisin. Bak oğlan beğenmez sonra seni.”
Kollarımı göğsümde kavuşturup gözlerimi devirdim. “Beni beğenmezse ne üzülürüm ama.” Keşke oğlan beni beğenmeseydi hatta. Beni görüp kaçsaydı. Tıpkı önceki görücüler gibi.
“Zehra,” diye bağırdı annem mutfak kapısından avluya doğru. Alev saçan bakışlarıyla beni yakıyordu. Kafamı sallayarak ne var sinyalini yollamış olsam da sinyali almamıştı pekâlâ. “Zehra, ablana boya getir de insana benzesin biraz.”
Benim için ağlayan kadın, gözyaşlarından çabucak kurtulup bir an önce beni başından savma moduna geçmiş bulunuyordu böylelikle.
Maruz kaldığım eleştiriyi kulak ardı edip mutfak masasına oturdum. Ortadaki tabaktan bir tane çikolatalı un kurabiyesi alıp afiyetle yemeye başlamıştım. Normalde bizim konakta çikolatalı kurabiye yerine geleneksel tatlılar pişerdi pek tabii. Ancak söz konusu damat, Avrupa’da tahsil görmüşken onu gelenekselliğe değil modernliğe boğmak fikrini öne süren Dilan halamın eseriydi bu kurabiyeler. Ki itiraf etmeliydim, tüm can sıkıntıma rağmen kurabiyeler çok lezzetliydi.
Ben kurabiyelerin tadına kaptırmışken kendimi Zehra geldi. Boştu elleri. Annemin dediğini yapmamıştı. Boyaları getirmemişti. “Getiremem,” dedi nefes nefese, Dilan halama ve anneme. “Boyaya zaman yok. Geldiler.” Arkasına bakıp tekrarladı. “Camdan gördüm. Geldiler.”
Çiğneyemediğim kurabiye boğazımda tıkanmıştı birden. Öksürük silsilesine tutuldum aniden. Öksürdüm. Öksürdüm. Öksürdüm. Ama kimse beni umursamadı.
Gelmişler,
Karaevrenler gelmişler.

 

 

BÖLÜM SONU

 

 

Loading...
0%