Yeni Üyelik
21.
Bölüm

20. BİR TEK HERMOSA

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyim, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Şömine yanmıyordu. Kırmızı mumların tepesinde sallanan alevlerin enerjisi ise azdı. Tamam, kapağı kaldırılmış ördekten sıcak buharlar yükseliyor olabilirdi ancak buharlar odayı kavuracak cinsten değildi.

Berkay’ı fenalıklar bastıracak kadar kuvvetli bir etken yoktu yani. Yine de tam karşımdaki sandalyede oturmuş, havale geçirdiğinden emindim kesinlikle. Böyle yaparak tribünlerden destek almaya çalışıyordu.

“Saçmalama Berkay,” dedim çatalımı sapladığım ördek eti parçasını ağzıma atıp çiğnemeye başlamışken. “Ayrıca şu yakanı çekiştirip durmasana...” Aynı anda öne doğru uzanıp gömleğinin yakasını hırpalayan eline hafifçe, uyarı niyetiyle, vurdum.

“Ördeklerden korkmuyorsun ki. Ördeklerden korkmuyorsun sen. Ne demiştin…” bahsettiği fobinin adını hatırlamaya çalışırken çiğnediğim ördek etini yutmuştum bile. Süper lezzetli pişmiş. “Anatidaefobi ördek korkusu değil. Bir ördek tarafından izleniyor olma korkusu. Sen söylemiştin bunu.” Çatalı lezzetli ördek etine saplayarak eti dürttüm. Sırf Berkay gerçeği görebilsin diye. “Bu ölü. Ölü bir şey seni izleyemez.”

“İclal lütfen,” dedi rahatlığımla çelişkili bir rahatsızlıkta. Israr etsem de gömleğinin yakasını çekiştirmeyi bırakmıyordu bir türlü. Sanırım hata, empati yoksunu kişiliğimdeydi. Onu anlayamıyordum. Günün birinde onu gerçekten anlayıp anlamayacağımı da merak ediyordum açıkçası.

“Lütfen şunu kaldırır mısın?” diye bir ricada bulundu. Dakikasında nemlenmeye başlayan kirpiklerini bir çeşit döngüye takılmışçasına kırpıştırarak gözyaşlarını dağıttı. “Ruhları burada.” Ceketini çıkartıp yanındaki boş sandalyenin üzerine atmıştı. “Hissediyorum. Ruhları burada. Ruhları beni izliyor. Lütfen İclal!”

Lütfen diyerek daha fazla kalbimi kırmasın diye ayağa kalktım. Ördek tabağının gümüş kapağını örterek taze etleri sakladım ve ana yemeğimizi oturma odasından çıkarttım.

Olmamıştı. Başaramamıştım. Ona korku veren materyali göz önüne koyarak kendisini sıktığını düşündüğüm fobi zincirini çatlatma çabam, yürürlükten kaldırılmıştı.

Berkay, korkularıyla kazanmıştı. Bense işlediğim altı ördek cinayetiyle kaybetmiştim.

*

Ördekleri mutfağa bırakıp oturma odasına döndüğümde her şey hâlâ bıraktığım gibiydi. Mumlar, büyük bir maharetle taşıyordu alevleri. Berkay sandalyesinde kıpırdamadan oturuyor; yaralı yüzündeki tedirgin ifadeyi muhafaza etmekle ilgileniyordu.

“Korkma başka bir sürprizim yok,” dedim kendir ipi misali gerilmeyi bırakması için. Ardından ise zihnimde gizli tutamadığım fikirlerin karlı yolunu küreyerek konuşmaya başlamıştım. “Ama yüzleşmen, üstüne gitmen lazım…”

Bakışlarımı ondan ayırıp masanın dantelli örtüsüyle oyalanmaya koyuldum. “Yoksa bu korkularla nasıl mücadele edeceğiz Berkay? Her defasında saçlarını karıştıramam ya!”

Aslında saçlarını karıştırmaktan şikâyetçi değildim. Onun tatlı dertlerinin yine tatlı cefasını çekmeyi kabul edebilirdim. Ancak sebebim başka olsa fena olmazdı hani.

“Benden bunaldıysan katlanmak zorunda değilsin İclal,” diyerek kaçırdığım bakışlarımdan bir tutam çalmaya hak kazandı. Kafası öne eğik, tırnaklarını izliyorken küskündü. “Başımın çaresine bakarım.”

Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Sorgu memuresi gibi yaslanmıştım sandalyeme. Âmine Teyze ile birlikte şekillendirmek için defalarca kez uğraştığımız, açık bıraktığım saçlarımın şeklinin bozulmasına aldırmayarak bir tutamı parmağıma doladım.

“Çok pardon, nasıl bakacakmışsın başının çaresine?” diye sordum. Bir yandan da dudaklarımı kemiriyordum. Zira yemek yemeyeceğimiz belli olmuştu. Değişken nitelendirmelerim, bozuk umutlarımla birlikte tozlu çeyiz raflarına konmuştu.

Berkay’da katı bir meydan okuma havası vardı. Önüne eğdiği başını kaldırıp kararlılıkla gözlerime odaklandı. “Mardin’e döndüğümüzde depoya sakladığım oyuncak ayımı çıkartacağım.”

Bana gösterdiği, telefon ekranına yapışmış, pembe oyuncak ayıyı ve ona sıkı sıkıya sarılmış kocamın fotoğrafını hatırlamadan edemedim tabii. “Çözüm yolun aramıza üçüncü bir kişi sokmak mı yani?”

Bazen öylesine laflarla çıkıyordu ki karşıma… İzdivaç programında olsaydık paravanı katiyen çektirmeyeceğim o kişiye dönüşüyordu.

“Ne yapayım başka?” diye ellerini iki yana açarak sordu. Ortamızdan tavana doğru yükselen mumların alevleri, onun hararetli söylemiyle irkilmişti.

“Hiçbir şey yapma,” dedim. Fobilerini geçtim… Berkay bütünüyle, hakikatli bir korkaktı resmen. “Hatta abimlerle birlikte biz de boşanalım. Ciddiyim. Oyuncak ayını geçirirsin nüfusuna.”

Fanusa sıkışmışçasına yamuk duran sıkıntısını silip; normal zamanda olsa sevimliliğine hayran kalacağım keyfi çıkarttı duygu yönetim tahtına. “El kadar ayıyı kıskandığını söyleme sakın.”

“Kıskanmak mı?” diye sordum. Taraflarını tuttuğumuz konuşma ilerledikçe inanamıyordum konuştuklarımıza. “Sen, hayatında kıskanma görmemişsin.” Sandalyemi gıcırdatacak boyutta geriye ittirerek ayağa kalktım. Avuçlarımı masaya çarptım. “Bir kere, ben böyle kıskanmam.”

“O zaman neden ördeklerini yemedim diye trip atıyorsun İclal? Onları yemeyeceğimi gayet iyi biliyordun.”

Ayıyı kıskanmıyordum. Problemini ayı ile çözmeye çalışmasına deliriyordum. Kim olsa delirirdi. Yoksa benim tantanam gereksiz miydi?

“Korkularını yenebilmen için sana yardım etmek istemiştim,” dedim. Ürünlerinin kalitesini tok müşteriye kanıtlarken yıpranan çaresiz bir tüccar edasıyla omuzlarımı düşürdüm. “Ama sen yardıma müsait değilsin ki. Sürekli servis dışısın Berkay.”

Durup aheste aheste bakışmamıza izin vermedi. Tıpkı bir salon beyefendisi nezaketiyle sandalyesinden kalkıp bana yaklaştı. Tuttuğu bileklerimi çekiyorken ona direnmedim. Beni yeniden sandalyeme oturttuğunda da itiraz etmemiştim. Oturduğum anda arkama geçip –sandalyenin etrafıyla birlikte– bana sarıldı. Konuşmadan önce çenesini saçlarımın üzerine yerleştirdi.

“Merak etme,” dedi naifçe. “Bunların tekrarlanacağını sanmıyorum.” Tersten de olsa parmaklarını parmaklarıma geçirmişti. Onu dinlemeye, mum ışığında parlayan alyansını seyrederken devam ettim.

“Kapalı yerlerde kalmamaya daha çok dikkat ederim. İğne ya da aşı gerektiren durumların da nadiren olacağını düşünüyorum.” İç çekmek için biraz durdu. “Göle de suya da yaklaşmam. Hem köyde yaşamıyoruz karşıma birden ördek çıkacak değil.”

Sonra kendi kendine cılızından bir kahkaha bahşetti. “Eh, palyaçolar da konağı basmaz zaten.”

Ben de güldüm. Fakat söylediklerine değil, benim için tüm korkularına alternatif olasılıklar üretmesinin kıymetine… “Emin ol,” diye mırıldanmıştım ardından. “Bizde bu şans varken konağı palyaçolar da basar soytarılar da.”

“Soytarılar mı?”

“Ne?” diye sordum. İçime düşen kurt, o an için besin dileniyordu sanki. “Yoksa soytarılardan da mı korkuyorsun?”

“Yapma!” çenesini ve kollarını benden çekip yerine geçti. “Abartmanın bile bir sınırı vardır İclal.”

Kafamı iki yana salladım. İflah olmaz hareketleri vardı. İflah olmayacaktı. Ancak bu çok değerli bir iflah olmazlıktı. Öyle ki gezegendeki her erkek Berkay gibi kalabilseydi eminim dünya daha yaşanabilir bir küre haline gelirdi.

“Eee,” dediğinde fantastik hayallerimi bir kenara bırakıp dikkatimi ona verdim. “Ana yemeği gönderdik de ne yiyeceğiz biz?”

Köşede kalmış işlemeli tabağı ortaya kadar sürüttüm. “Umarım patates salatası seviyorsundur.”

Yüzünü buruşturdu. Allah’ım yine bir şey oluyordu. Az önce ne diyordum, ne olmuştu?

“Ne oldu?” diye sordum. Cevabı bilmek uğruna can atmıyordum.

“Patatese alerjim var İclal,” dedi.

Temelli olacak şekilde sandalyeden kalktım. “Öyleyse aç kal Berkay.”

Vazgeçmiştim. Dünya kendi kendine idare etmeliydi. Çünkü bir tane Berkay, yetiyordu evrene.

*

Berkay’a bir şey söylediğimde getirilerine hazırlıklı olmam gerektiğini bilmeliydim. Ancak ilk elin günahı olmaz diyerek hâlâ öğrenme aşamasında olduğum bahanesine sığınıyordum.

Ona aç kalmasını söylemiştim değil mi? O, aç kalmamakta kararlıydı. Bu yüzden gece demeden geç kalınmışlığa bakmadan binmiştik arabaya.

Beyefendiye göre; ördek eti yiyemesek bile yemeğin gerektirdiğini bozmamalıydık. Tekinsiz, ıssız sokağın birinde beyaz bir dolmuşun seyyar tezgâhının dibindeki plastik taburelere kurulma mazeretimiz buydu işte: Et yemek. Ördek eti ya da dana eti fark etmiyordu. Sonuçta ikisini de temin eden hayvan değil miydi?

“Elbisene uygun bir yere gidemediğimiz için özür dilerim,” dedi Berkay. Samimi özrünün etkisi, bu denli düşünceli olmamasını dilettiriyordu bana. Kendi iyiliği için. “Bu saatte açık restoran bulamazdım.”

Kayıtsızca omuzlarımı silkip köfte-ekmeğimden yadigâr kalan son parçayı da atmıştım ağzıma.

Oturduğum tabure epey ufaktı. Bacaklarımı ağrıtıyordu. Derme çatma masa, tek fiskeyle devrilecek gibi duruyordu. Dolmuşun çevresini aydınlatsın diye asılmış lambaların etrafında ise sinekler fır dönüyordu. Esen kış rüzgârıyla birlikte üzerimize mangal kokusu da dağılıyordu belki ancak –gerçekten– hiç önemli değildi. Beni sinir edip çileden çıkartsa dahi enerjisiyle, sözleriyle ve sevimli-çekingen mimikleriyle Berkay’ın ambiyansa yaptığı olumlu etkinin katkıları yadsınamazdı.

“Bu köfte,” dedim lokmamı yuttuktan sonra. “Restoranların sunacağı, adını sanını söyleyemediğim afili yemeklerden çok daha lezzetliydi.” Taburenin kenarlarını tutarak bacaklarımı öne doğru uzattım. “Sorun değil yani. Boş ver.”

Lakin Berkay boş vermiyor ya da boş veremiyordu bir türlü. Ensesini kaşırken dudaklarını sıktı. Gözleri baştan aşağıya elbisemde dolaştı. “Yine de elbisenin hakkını vermek isterdim,” dedi. Akabinde duraksamadan kaşlarını çattı. “Sahi neden böyle giyindin?”

Aslında giyimimde konu edilecek bir şey yoktu. Hafif parıltılı, ince askılı siyah bir elbise giymiştim işte. Asla çıkartamadığım depresyon hırkam omuzlarımdaki yerini koruyordu mesela. Ayaklarımı ise beyaz, klasik spor ayakkabılar ablukaya almıştı.

Lafa değmezdim. Buna rağmen ona gerçek hissimi ve düşüncemi söylemekten gocunmamıştım. “Gözüne hoş görünmek için,” diye cevapladım.

Geçmişte söylediğine atıfta bulunmama karşın gülümsedi. “Tebrikler.” Dirseklerini dizlerine yaslayıp bana doğru eğildi. Onun parfüm kokusunu içine çeken ciğerlerim, mangalın dumanını körükle temizlemişti. “Gözüme çok hoş görünüyorsun İclal.”

“Biliyor musun, bana birkaç kez görücü gelmişti,” dedim burukça. Zira Berkay’ın sunduğu itiraflara kapılmak çok kolaydı. İtiraflarının hakikatini kendime hatırlatmamda fayda vardı.

“Ciddi misin?”

“Hı-hımm,” mırıltımın yankısı silinene kadar bekledim. Ardından belki de ilk kez tırnaklarımı avuçlarıma değil, oturduğum taburenin plastiğine geçirdim. “Geldiler.” Kafamı hafifçe salladım. Araya yutkunma ihtiyacı girip de beni tökezletmesin diye de cümlemi hızlandırdım.

“Geldiler. Beni gördükten sonra kaçarak gittiler. Çünkü ben hiç hoş görünmüyordum Berkay. Ben hiç hoş görünmüyorum.”

Hırkamın kollarını sıvayıp bakışlarımı ondan koparttım. O, tüm kızarmalarına rağmen basitçe konuşabiliyorken ben kendi hakkımda, başkalarından duyduklarımı dile getirirken bile kolaya kaçamıyordum ne yazık ki.

“Hoş görünmediğimi de hoş olmadığımı da biliyorum. Ama sen böyle çok hoşsun İclal, çok güzelsin İclal dedikçe…” istenç dışı kıvırmıştım dudaklarımı. İstenç dışı kabarmıştı elmacıkkemiklerime annelik yapan yanaklarım. “Kendimi hiç olmadığım kadar hoş ve çok güzel hissediyorum.”

Ona bakayım diye yağlı köfte-ekmek kâğıdını top haline getirip bana fırlattı. Ona baktım. Fırlattığı yağlı kâğıdı da aynen ilettim.

“Görücüler, gördüklerinin değerini fark edememişse bu onların kaybı. Onların aksine ben berdele minnettarım ki kaybedileni bana getirdi.” Kafasını azıcık eğerek göz temasımızı güçlendirdi. “Ben sana sadece gerçekleri söylüyorum İclal. Zaten insanlara olmadıkları şeyi söyleyecek kadar yetenek yok bende.”

Belki başka bir hayatta, diye geçirdim içimden. Berkay antidepresandır ve ben ona yüksek dozda maruz kalmışımdır.

Ceketinin cebinden minik, siyah bir kutu çıkartıp artık alametifarikası haline gelen gülümsemesini geçirdi yüz hatlarına. “Bugün neden çarşıya çıktım biliyor musun?”

“Söylemezsen nereden bileceğim ki?” dedim barizce.

Kutuyu iki kez salladı. “Bunu teslim almak için.”

Kutuya uzanmak istediğim esnada geri çekilerek hareketimi engellemişti. “O ne?”

“Senin için küçük bir hediye.”

Ayağa kalktığında her bir hareketini takip ettim. Tam önüme geçmişti. Ona alan açılsın diye bacaklarımı kendime çektim. Sonra, aniden, önümde diz çöktü. Tamamen karakterimdeki muhafazakâr kısımdan ötürü; şaşkınlığım şahlanırken etrafı –gören var mı diye– kolaçan ettim.

“Önümde çok sık diz çöker oldun Berkay.”

Tek kaşını kaldırarak gülümsemesini derinleştirdi. “Evet, çünkü bunu alışkanlık haline getirmeyi planlıyorum.”

Sağ bacağımın bileğini tutarak havaya kaldırdı. Akabinde ayakkabımı, tek dizinin üzerine bırakmıştı. Bileğimde gezinen parmakları dişlerimi sıkmaya teşvik ederken beni, trafosu yanan beynimin kısa devre yaptığını hissederek başlamıştım saçmalamaya. “Öyleyse yirmi bir gün boyunca önümde diz çökmen gerekecek.”

Kafasını anlamazlıkla kaldırdığında açıklamam gerekti tabii. Açıklamam, beni daha çok yerin dibine çeken bir başka etkendi. Yahu neden önümde siz çöküyorsun ki? “Şey, şimdi bir alışkanlığın oluşması için yirmi bir gün geçmesi gerekiyormuş falan ya… Ondan dedim. Tabii bir yerde okumadım. Biliyorsun okuyamıyorum. Dilan halamla birlikte televizyon izlerken öğrenmiştim.”

Boş ver İclal. Biraz da sen boş ver. Yanında saçmalayamayacaksan birisiyle evli kalmanın ne anlamı var ki; evlilik zorunluluklar yüzünden olmuş olsa da…

Dediklerimi dişlerini sergileyecek büyüklükteki bir sırıtmayla karşılayan Berkay, kafasını yeniden eğerken siyah kutuyu açtı. Kutunun içinden çıkan; ucunda silah figürü olan, gümüş halhalı bileğime marifetle taktı.

Hem parmaklarının kazandırdığı sıcak yoğunluk hem de halhalın güzelliğiyle… Deyim yerindeyse adeta nutkum tutulmuştu. “Berkay…” dedim fazlaca içten bir telaffuzla. “Bu müthiş bir şey…”

Ayağımı dizinden indirip doğruldu. “Seni gördüğüm ilk anda ben de böyle düşünmüştüm.”

Halhalı inceliyorken irkilerek ona baktım. “Ne dedin sen?”

“Gel benimle zevcem,” dedi sadece. Cüzdanından bir miktar para alıp masanın üzerine bıraktı ve beni elimden tutarak ayağa kaldırdı.

Elini elimden çekmedi. Birlikte yürümeye başlamıştık. Gittiğimiz istikamet, ıssız sokağın aşağısına doğruydu. Arabaya döndüğümüzü anlamak güç değildi kısacası. Esas güç olan şey onun neden İspanya anı defterini araladığıydı.

“İspanyada epey zaman geçirdim,” dedi. Elimi sıkı sıkıya tuttuğu için yolu takip etmem gerekiyordu. Onun yönlendirmesiyle yürüyorken kafam eğik, halhala bakıyordum.

Konuşmaya devam etti. “Kültürlerine de dillerine de aşina olacak kadar vaktim vardı.”

Ve birden durduk. Hızlı duruştan ötürü yolu takip etmeyen ben, tökezlemiştim. Ayaklarım birbirine dolaşırken düşmeyi bekledim fakat Berkay engellemişti. Koskoca Hanım Ağa’nın düştüğü hallere bak! Kendine gelsene İclal. Aptal âşık mı oldun başıma?

“Ben peri masallarına inan birisi değilim İclal,” dedi Berkay. Kaçmayayım diye iki eliyle birlikte yanaklarımı tutuyor, beni gözlerine bakmaya zorluyordu. Oysa ne kaçmaya niyetliydim ne de gözlerimi gözlerinden kaçırmaya. “Ama İspanyolların anlattıklarında büyülü olduğunu düşündüğüm bir söz var.”

Dudaklarını yalamasını, aklımı kaybetmeden bekledim. Sözlerinin geleceğini çırpınan yüreğimle dinlemeyi denendim.

“Sana daha önce de söylemiştim…” başını iki yana sallayıp iç çekti. “Flechazo,” diye fısıldadı. Fısıltısını geceye ve bana paylaştırdı. “İlk görüşte aşk anlamına geliyor.”

İşte o an, duyduğum saniyeden itibaren anlamını delicesine merak ettiğim kelime, beni Berkay’ın rüzgârına vurgun bir yelkenli haline getirmişti. Hayır, dedi iç sesim. Hayır, hayır, hayır… Anladım ki ben Berkay’a kızarken aslında en büyük korkağın ta kendisiymişim.

Burnunu burnuma dokundurdu. Kızardığına emindim fakat güneş olmadığı için kanıtlayamıyordum bunu. “Seni gördüğüm ilk andan beri bu sözcük aklımdan çıkmıyor.”

Elinin birini yüzümden çekip elime attı. Elimi, eliyle, kalbinin üzerine bastırmıştı. “Ayrıca bu kas yığını da sabit ritmini bozup duruyor. Nedensizce, durduk yere sana bakmak istiyorum. Önüne dünyaları sermek, senin için yıldızlardan iltifat toplamak istiyorum. Ama en çok da benim yanımda mutlu olmanı istiyorum. Çünkü ben senin yanındayken delicesine mutlu oluyorum İclal.”

“Aşamayacağım hiçbir engel yokmuş gibi geliyor. Özellikle seni öptüğümde…” üzerime azıcık daha eğildi ancak beni öpmedi. Başparmağını dudaklarımın üzerinde gezdirmeyi yeterli saydı. “Yenilmezler de kimmiş?”

Bostan korkuluğu gibi dikilip durmayı bir kenara bırakarak ben de harekete geçtim. Onun yapmadığını yapmak için harekete geçmiştim aslında. Zira bana böylesine yakından düşünebildiğim tek eylem, onu öpmekten öteye geçemiyordu. Tırnaklarımla sürdüğüm yaralı avucumu ensesine bastırdım.

Fakat tekrar konuşarak beni durdurması canımı sıkmıştı.

“İspanyollar âşık olunca ne hissediyor, nasıl hissediyor bilemem ama sana karşı hissettiğim bunca şeye aşk denmiyorsa eğer benim için başka bir tanım yapman gerekecek zevcem.”

“Bir şeyleri tanımlayabilecek kadar okuma yazma bilmiyorum Berkay,” dedim. Parmak uçlarımda yükselip yanağımı yanağına bastırdım. Sanki bir yapboz parçasıydım da hiç tanımadığım eşini buluyordu yanağım.

“Yine de… İşe yarayacaksa tabii, flec…” duraksamak zorunda kaldım. Nefesimi sesli bir şekilde dışarıya üfleyerek paraladım kendimi. “Neydi o dediğin?”

Sesini kısma gereği duymadan güldü. “Flechazo demek istiyorsun sanırım.”

“Her ne belaysa işte…” ayakkabımın burnunu sertçe sokak taşlarına vurdum. Halhalımın kıpırdadığını hissetmek, kırık moralimi tamir etmişti bir nevi. “O dediğin illete ben de tutulmuş olabilirim.”

“Olabilirsin,” dedi tekrarlayarak. “Teşhis kesin değil yani?”

Kafamı iki yana salladım.

“Olsun,” dedi koluyla belimi sarıp beni kendine çekerken. “Teşhis kesinleşinceye kadar yoğun bakımda bekleyebilirim.”

“Ayrıca, sevgili hermosa…” saçlarıma dokunmuştu yumuşakça. “Oyuncak ayıyı kıskanmana gerek yok. Çünkü onun rengi pembe.”

“Yani?”

“Ben sarışın seviyorum.”

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%