Yeni Üyelik
22.
Bölüm

21. YABANCI UYRUKLU DAVETİYE

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Biteceğinin bilinciyle başlardık her şeye; işe, aşa, yaşamın bütününe…

Doğal kanunlardan kısmetine düşeni alıp bisküvi niyetine çayına batıran sözde balayı tatilimiz acısıyla tatlısıyla bitmişti. Geri dönmenin ve Mardin’de bıraktığımız akışı yakalamanın vaktiydi şimdi.

Bıraktığımız akışın aynı kalmadığını biliyordum. Dere bile aynı suyu on yıllarca saklayamıyordu yatağında; yokluğumuzda değişenler olduğunu bilmekten çok emindim aslında. En basitinden, halamların görüntülü konuşmasını değişime örnek olarak verebilirdim.

Diğer yandan farklılaşanları merak ediyordum elbet; farklılaşanlara uyup uyamayacağımızı da… Diyordum ki keşke bir kılavuz çıksaydı da yardım edebilseydi olacak olanlara.

Araba, merkezdeki kumarhanemizin önünde durduğunda bitirdiğim meyve suyu kutusundan amaçsızca hava çekmeye çalışıyordum. Zavallı karton kutu iyice büzüşmüştü. Etrafa garip sesler yayıyordu. Benim için sorun yoktu ancak garip seslere dayanamayan Berkay, kutuyu uyarıcı nazikliğiyle çekip elimden almıştı.

“Benim gelmeme gerek var mı?” diye sordu.

Meyve suyum benden çalınmıştı lakin pes edecek değildim. Radyonun altındaki açıklıkta duran, beyefendinin sadece bir yudumu içilmiş meyve suyuyla devam ettim yola. Bir yandan da poğaçamı ısırıyordum. Çiftlik evinden gün doğar doğmaz ayrıldığımız için kahvaltı yapmaya fırsat bulamamıştık. E malum, bekleyen işlerimiz vardı.

Karaevren konağındaki kahvaltıyı da böylece kaçırmıştık. Gerçi daha iki tarafın konağına da uğrayamamıştık ya her neyse. Görev beklemez.

“Senin gelmene neden gerek olsun ki?” diye sordum.

Berkay, parmakları direksiyona kenetlenmişken arkamda kalan camın ötesindeki kumarhanenin kapısına bakıyordu. Sonra beyaz gömleğinin yanık yakasına sardığı kravatı gevşetti. Gömleğinin yakası yanıktı çünkü ben yakmıştım. O yanığı sonuna kadar hak ediyordu. Ütü yapmayı bilmediğimi söylememe rağmen gömleğini ütülememi talep ederse olacak olan da buydu zaten.

“Evimi silahla basıp karıma ilan-ı aşk eden şerefsiz içeride değil mi, İclal?”

Kaşlarının imalı kıpırdanışını komut diye kabul eden beynim, benim de kumarhane kapısına bakmama neden olmuştu. Ancak sadece bir saniye sürdü. Ardından hemen Berkay’a döndüm. Onu sıkan asıl şey kravat değilmiş.

Ilık kış güneşi önden vuruyor elalarını kısarak bakmasına sebebiyet veriyordu. Daha dün benim bir oyuncak ayıyı kıskandığımı keyifle iddia ederken şu anda burnunu kırıştırmış, memnuniyetsizlik taslaması neye delalet ediyordu?

Omuzlarımı silkip zeytinli demeye bin şahit gerektirecek zeytinli poğaçamdan büyükçe bir ısırık daha kopardım. “Evet, o şerefsiz içeride.”

Kafasını salladı. “Öyleyse gelmeme gerek varmış.” Kurduğu mahkemede hızlıca hâkimlik yaparak kendisini ilk elden haklı kıldı.

“Hayır,” dedim. Açlığın başına ve düşüncelerine vurduğu kesinleşen Berkay’ın ağzına yarısı kopardığım zeytinli poğaçayı zorla tıkıştırdıktan sonra da devam ettim konuşmaya. “Ben içeriye tek gireceğim. Sen de söylediğin gibi abimlerin işini halledeceksin.”

Yine bir gürültü seremonisiyle meyve suyunu içtim.

Selim, uğraşmamız gereken problemlerin belki de en küçüğüydü. Hem… Beni sevdiğini söylerken ciddi olduğunu sanmıyordum. O, sadece on yaşından beri yanında durduğu küçük kızı, canavar bildiği bir Karaevren’den korumaya çalışıyordu.

Konuşacaktık. Bitecekti. Değişimlere rağmen hayat kaldığımız yerden sürecekti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi.

“Merak etme, dengesini şaşırmış bir korumayı yardım olmadan da dengeye getirebilirim Karaevren.”

Tamam, yanımda olduğunu göstermeye çalışması fazlasıyla hoşuma gidiyordu. Lakin onun yanımda olmasından hoşlanıyordum ben. Bana ebeveynlik yapmasından değil.

“O zaman,” dedi Berkay birkaç öksürük eşliğinde. Poğaça tarafından tıkandığı için gözleri hafifçe yaşarmıştı. Ölmeden evvel meyve suyundan içmesini sağladım. Ardından cümlesine kaçak kat çıkabildi. “Kovarsın o şerefsizi. Konu da burada kapanır.”

Ah Berkay! Benim sevgili Pollyanna kocam, o işler öyle kolay olmaz.

Ellerimi birbirine vurarak çırptım. Hayali poğaça tozundan kurtulmuştum. Emniyet kemerini –Berkay’ın iğneleyici bakışları altında– çıkardım. Oturduğum yolcu koltuğunun tepesindeki güneşliği indirip ufak aynayı karşıma geçirmiştim.

“O şerefsizi kovmayacağım,” dedim basitçe. “O şerefsizi kovamam. Selim işinde çok iyidir. Bize sadık. Ayrıca bilmediği aile sırrımız yok.” Çantamın derinliklerinden kaptığım şeftali pembesi ruju dudaklarıma sürmeye başladım. “Ne yaparsa yapsın ona güveniyorum.”

Saçmalıyordu. İki basit laf yüzünden en iyi adamlarımıza liderlik eden en iyi ekip liderini kovacak değildim herhalde. Fakat güne anlamsız bir huzursuzlukla başlayan Berkay Karaevren, matematik problemlerine özel gönderilmiş cevap anahtarı misali farklı çözüm yolları sunmayı bırakmıyordu.

“Güvenebileceğin başka birini buluruz.”

“Yoldan taş toplamaktan bahsetmiyoruz Berkay. Çocuk oyuncağı değil bu.”

“Bana güveniyor musun İclal? Selim’in yerini alabilirim.”

“Alamazsın,” dedim. Ona güvenmediğim için değildi ama. Hatta kısacık bir süre olmasına karşın bana öylesine bir güven vermişti ki babama bile değil ona güvendiğimi söyleyebilirdim rahatlıkla. Yine de…

“Sen, ayak işlerini yapamazsın. Sende patronluk var.” Ruj mevzusunu tamamlayıp çantamı kapattım.

Gitmem lazımdı artık. Arabada, onunla birlikte kalmaya devam edersem gereksiz tartışmamız uzadıkça uzayacak; konu yılan hikâyesine bağlanacaktı. Olası bir yılan hikâyesini önlemek adına, “Görüşüz,” dedim ve arabanın kapısını açtım.

Hamlem yeni doğuyorken kolumu tutarak beni engellemişti. “Patronu öpmeden mi gidiyorsun İclal?”

İfadesindeki yenilgiyle karışık pes etmişliği geçerli sayarak rujunu yeni sürdüğüm dudaklarımı yanağına bastırdım. Geri çekildiğimde rujun silik izi, yaralı ve azıcık sakallı yanağında parlıyordu.

“Ciddi misin?” diye farklı bir beklentiyle sormuştu. “Yeter mi bu?” başparmağıyla dudağının kenarını art arda sildi. “Gerçekten yetsin mi bu?”

“Yetsin,” dedim ben de keyifle. “Yetmezse sen bir şekilde yetirirsin şehirli damat.”

Moralini uzaktan kumandaymışçasına bozduğum Berkay’ı orada bırakıp arabadan indim. Seri adımlarla kumarhaneye girdim.

*

Kapıyı hiç kimse açmamıştı. Beni karşılamaya gelen yoktu. Habersiz geldiğim için ortama dokunmuş mutlak sessizliği normal karşılıyordum ancak böyle olunca da hayalet kasabayı ziyaret eden hayalet hükümdar gibi hissetmiyor değildim.

Bu noktada, attığım her adımda hareket ederek bileğimin çevresinde dönüp duran silah figürlü halhal, Berkay olmasa dahi Berkay’ın varlığını hatırlatmaktan geri durmuyordu. Ve ömrü boyunca hatırlatıcılara nefret beslemiş olan ben, onun varlığını ara sıra unutmak istiyordum ki daima hatırlatılsın.

Kırmızı kadife halının veba gibi uzandığı koridoru geride bırakarak daire şeklindeki giriş bölümüne ulaştım.

Gündüz vakti olduğundan dolayı kumarhane boştu. Yine kadifeden bordo kumaşlarla kaplanmış sandalyeler, yeşil örtülü yuvarlak masaların üzerinde ters çevrilmiş durumdaydı.

Her bir masa apayrı bir ışık kaynağını tutsun diye yerleştirdiğimiz çıplak, sarı ampuller kapalıydı. Yalnızca beyaz renkli genel led aydınlatmayı açık bırakmışlardı ki mekânın koyuluğunu kırabilsin. Zira buraya asla güneş uğramıyordu.

Kumarhanenin havasına katranmışçasına yığılan sigara kokusunu içime çekip sahtece öksürdüm. Masaların gerisindeki bara kurulmuş içki içen siyah takım elbiseli Meran adamları, öksürmemle birlikte bakışlarını bende toplamıştı.

Beni ansızın görmeleri onlara ansız birer şaşkınlık yüklemişti tabii. Birkaç saniye boyunca Japon balığı gibi bana baktılar. Sonrasında seferberlik ilan edilmişçesine ayaklandılar.

Sırtımı dikleştirip çenemi yukarıya kaldırdım. Taşıdığım gücü bir çeşit şova dönüştürmelerini memnuniyetle seyrediyordum.

Ceketlerinin düğmelerini kapattılar. Hızlıca yürümüşlerdi. Masaların çevresini dolandılar ve karşımda tek sıra halini aldılar.

Asıl görmek istediğim kişi aralarında değildi. Kim bilir neredeydi?

“Hoş geldiniz Hanım Ağam,” dedi sıranın en solundaki adam. Öne çıkmış elimi öpmüştü. Kafası eğik; sıradaki yerine dönmeyerek bulunduğu yerde kaldı.

“Selim nerede?” diye sordum direkt.

Adam cevap verirken de kafasını kaldırmamıştı. “Üst katta Hanım Ağam,” dedi. “Geldiğinizi haber verelim mi?”

“Hayır.” Çünkü geldiğimi bizzat ben haber vermek istiyorum. Aracı olmaksızın onunla bizzat iletişime geçmek istiyorum.

Giriş bölümünde çok fazla oyalanmadım. Dik duruşumu bozmadan barın arkasındaki merdivenlere yönelmiştim. Tek sıraya dizilmiş siyah takımlı adamlar, sıralarını bozarak beni takip ettiler. Çelik merdivenleri hep birlikte çıkmıştık. Merdivenin açıldığı ek koridora kafile misali giriş yaptık.

Selim’i hangi odada bulacağımı az çok tahmin edebiliyordum. Bu yüzden sorma gereği duymamıştım. Zaten onun üst katta olduğunu bildiren adam da, şu anda, ilerlediğim istikamete müdahale etmiyordu. İşin özü, doğru yoldaydım.

Koridor bitimindeki fosforlu sarı boyalı kapının önünde duraksadım. Peşimdeki adamlara, “Siz burada bekleyin,” der demez ben beklememiştim. Odaya girip kapıyı kapattım.

Burası kumarhane idaresi için kullandığım şahsi odamdı. Ancak odam, şahsilikten epeyce ayrılmış durumdaydı. Selim koltuğumda oturuyordu. Başı masamın tepesinde; uyukladığı anlaşılıyordu.

Bu tarz manzaraları, genellikle, abimin bir üst kattaki odasında görürdüm. Benim ne aşina olduğum ne alışkın sayılacağım ne de kabullenebileceğim bir manzaraydı kısacası.

Çantamı üç ayaklı askıya astım. Cam kenarındaki sürahi alıp Selim’in tepesine dikilmiştim.

Uykusunda sayıklıyordu. Uykusunda, “İclal,” diyor resmen adımı sayıklıyordu. Tahammül sınırlarım, zorlanmayı da aşmış, patlamıştı. Arabadaki sakinliğim buhar olup arşa uçuyorken dişlerimi kırılabilecek raddede sıktım. Sürahideki suyu Selim’in kafasından aşağıya döküvermiştim.

Saçma sapan bir küfür ve ani bir sıçrayış…

Yüzünü sıvazlayarak uyandı. Kafasını iki yana sallarken saçlarına yapışan suların azıcık bir kısmını elbiseme sıçratmıştı. İfademi kırıştırarak geri çekildim. O da gözlerini kırpıştırarak, nihayet, yüzüme bakabilmişti.

“Günaydın Selim,” dedim alaycılıkla. “Kahvaltını buraya mı getireyim yoksa aşağıya mı istersin?”

“Hanıma Ağam affedin. Ben…” sözlerinden başkasını duyamadım. Oturduğu yerden öylesine bir hızla kalktı ki koltuğum duvara çarpmıştı. Koltuğun parasını düşünmekle meşgul olduğum esnada masanın arkasından çıkıp kapının önüne konumlandırdı kendini. Ellerini önünde kavuşturmuştu. Sözde saygılıydı ya bu saygılı tavırlarını ancak abime yutturabilirdi.

“Uyuduğuna göre koltuğum epey rahat geldi herhalde?”

Gözlerime bakamıyordu. Kirli saçlarından ayakkabısına dökülen suları yeni bir tür keşfetmiş bilim insanı edasında seyrediyordu yalnızca. Laubali tavırları iyice çıkmıştı çığırından ve kolay kolay kurtulmayacaktı azarımdan.

“Sil şurayı,” diye bağırdım.

Komutumla irkildi. Birkaç dakika itibariyle bocalasa da toparlanmasını beklemek konusunda takdire şayan bir sabır örneği sergiledim. Kapının yanındaki camlı dolaptan rulosu azalmış havlu kâğıdı alıp titreyerek masadaki suyu temizledi. İşini bitirdiğinde tamamen boş ruloyu ve ıslak peçete parçalarını avuçlarında sıkıyordu.

Tırnaklarımı yeni silinmiş masada tehditkârca tıkırdattım. Bünyesini konuşmaya zorlayan Selim, iki lafı bir araya getirinceye değin de tıkırtıyı sürdürmüştüm. Psikolojik baskıyı kullanabilmek, en kıymetli güçtü muhtemelen. Pireyi deve yapan bir güç…

“Ku-kusura bakmayın Hanım Ağam…” odanın açık camından içeri süzülen kış esintisi Selim’in alkol kokusunu dayanılmaz derecede katlıyordu. “Geleceğinizi bilmiyorduk. Yoksa hazırlık yapardık.”

Mesela böyle uyuyamazdın.

Evliliğimin benim hayatım ya da benim karakterim üzerinde değişim ve gelişim göstermesi gerekirdi değil mi? Ancak evliliğimin çarpıcı etkisi benden çok Selim’in üzerinde görülüyordu. Bazı kesimden insanlar, bazı kesimin olaylarından kendine pay çıkartmaya bayılıyordu bir nevi.

“Yapma,” dedim sertçe. Topuklu ayakkabılarım ahşap parkeyi acıyla ağlatırken Selim’e doğru yaklaşmaya başladım. “Sen şu sıralar hazırlık mazırlık yapma Selim.”

Yaklaşmamla birlikte geriye gitmesi bir oldu. Sırtı kapıya değinceye değin kaçtı durdu. Son noktaya eriştiğinde ise kaderine razı gelmek durumundaydı.

“Önce evimde çıkardığın rezaletin hesabını ver bana!”

Sözlerim onda bir şeyleri tetiklemişti galiba. Mahcubiyetinden esnekçe sıyrıldı. Kafasını yerden kaldırmıştı. Hayal kırıklığının yayıla yayıla oturduğu bakışlarını bana dikiverdi. Kaldırması basit değildi tabii. Bilhassa telaffuz ettiğim sözcükler, ezelden beri ona entegre edilen normlara aykırıydı çünkü.

“Eviniz mi?” diye sordu sanki hakkıydı. “Orası sizin eviniz değil, Hanım Ağam.”

Bir an için Berkay’ın burada olmasını dilerken buldum kendimi. Selim ile onun uğraşmasını dilerken… Bir şeylerle uğraşmak konusunda benden daha iyiydi çünkü.

“Ne o?” diye sordum. Alfabeyi lime lime ediyordum. “Evimin neresi olup neresi olmadığına sen mi karar veriyorsun artık?” ben Berkay’ı kabul etmiştim bir kere. Bundan sonrasında onun olduğu her yer evdi bana göre.

Sağ elimi Selim’in çenesine koyup bakışlarını bir kez daha kaçırmasına fırsat tanımadım.

“Silahla kapıma dayanmak da neyin nesi ya?” o gün sufle yapıyor olmamız; sonucunda mutfağı yakmamız tamamen şanstı. Aksi takdirde Meran adamlarından birinin evine silah sıktığını öğrenen kayınbabam, Erhan Karaevren, taş üstünde taş bırakmaz; berdeli düzeltemeyecek halde keserdi bağları

Tırnaklarımı hafiften Selim’in çenesine batırmaya koyuldum. Seni seviyorum İclal, cümlesi tam da o anda kulak zarlarımı deliyordu. “Söylediğin saçmalıklardan bahsetmiyorum bile,” dedim akabinde.

“Af-affedin Hanım Ağam,” dedi Selim bin belada. Kızarmış gözlerinde yaş birikiyordu. Tırnaklarımın ona armağan ettiği acı, elimin altındaki yüz kaslarını geriyordu. “Be-ben…” yutkunup çekilmeyi denedi. Bu, tırnaklarımı daha aşırı işlemişti çenesine. “Ha-hayatınızı mah-mahvetmelerine… İzin v-ve-veremezdim. O Ber-Berkay deni-len…”

“Berkay denilen ne?” diye sorarken bağırışımın istikrarlı şiddeti, boğazımı zedelemedi desem yalan söylemiş olurdum. Tırnaklarımın, çenesindeki baskısını yükseltip derisini gaddarca kanattım. “Ne?” çıldırmama ramak kalmıştı. Berkay’dan bahsetme şekline öyle bir kızmıştım ki kızgınlığım ateş olsa, kayaları eritirdim.

“Evet! Devam et Selim. Berkay denilen ne? Ne diyeceksin Berkay’a? Senin gibi biri ne diyebilir ki Berkay’a?”

Selim, bunca yıllık korumam belli ki yerini unutmuştu. Çenesine bıraktığım kanlı izin, yerini unutmamasına yardım edeceğini umuyordum.

Konuşmuyordu. Terlemiş yüzüyle, acıyı öğüten korkulu ifadesiyle bana bakıyordu sadece. Tutuşumu ondan uzaklaştırdığım an titreyeceğini biliyordum. Tırnaklarımın altından çıkan ince kan sızıntısının ona nasıl hissettirdiğini merak etmiştim. Çünkü o kan sızıntısı, benim öfkemi harlamaktan öteye geçemiyordu.

“Benim soyadım ne?” dedim kısık fakat etkili bir halde.

Göz kapaklarını örtüp göz pınarlarındaki yaşı tırnaklarımın üzerine doğru akıtırken hâlâ sessiz kalma hakkını kullanıyordu. Ama atladığı bir gerçek vardı ki onun sessiz kalma hakkı yoktu.

“Soyadımı söyle Selim!”

Yine bin belada dudaklarını araladı. Yine bin belada konuşmasını ayarladı. “Ka-Karaevren.”

“Karaevren,” diye tekrarladım. Düşüncelerim ise benim için, çok başka, komplo teorisi hazırlamakla ilgileniyordu. Soyadın, ilk defa sesli bir şekilde doğrulanıyor İclal. Sanki Selim’in konuşmasının ardından artık bir Karaevren olduğum gerçeğinin daha net farkına varmıştım. İclal Karaevren.

“Berkay’ın soyadı ne peki?” diye sordum bu kez de.

Tecrübesi olduğundan dolayı beni uğraştırmadı. Doğrudan, “Karaevren,” diyerek yanıtladı.

“Güzel,” dedim. Az buçuk durulmuş, az buçuk sakinleşebilmiştim. “Öyleyse bana gösterdiğin saygıyı kocama da göstereceksin. Bir daha ona Berkay dediğini duymayacağım.” Ayakkabımın –özellikle topuğunu– parkeye vurup baskın bir takırtı peyda ettim. Benzer saniyelerde hareket eden silah figürlü halhal, tattığım otoriteyi yüceltmişti.

“Berkay Ağa diyeceksin. Bana nasıl Hanım Ağam diyorsan ona da Berkay Ağa diyeceksin. Anladın mı?”

Düşen gardını toplamayarak, “An-anladım Hanım Ağam,” dedi çabucak.

Kolayca inanmaktan yoksun olan bünyeminse tekrarlatmaktan geri kalmaya niyeti yoktu. “Ne diyecekmişsin?”

“Ber-Berkay Ağa.”

Elimi çekip çenesini serbest bıraktım. Dakikasında çenesini tutarak yere çökmüştü. Yüzünü saklamak adına kafasını yere eğdi lakin ben üstelemeye devam ettim. “Ben senin patronunsam Berkay da senin patronun…”

Saçlarımı karıştırarak Selim’e arkamı dönmüş, penceresi açık camın yönüne ilerlemiştim. “Bunca yılın hatırına o gece söylediğin şeyleri unutma merhametini göstereceğim sana. Ancak bir daha hayatıma müdahale etmeyi denersen…” alevlenmeye meyilli bir öfkeyle tekrardan baktım ona. “Cesedini çöpten toplarlar!”

“Bir daha olmayacak Hanım Ağam,” dedi. Ses telleri ayazda kalmışçasına titrediği için dediğin şeyin sahiciliği, tartışmaya açıktı. Fakat bir defaya mahsus olmak üzere sahiciliğine kanmayı seçtim.

“Senin bu huyunu çok seviyorum,” diyerek olayı tek kürek ve tek toprakla maziye gömdüm. “Çabuk öğreniyorsun.”

Masamın başına gelip üst çekmeceyi çektim. “Şimdi anlat bakalım ben yokken neler oldu?”

Çekmeceden bir çakmak, bir de sigara paketi çıkarttığımda az önceki travmaya zımbalanmış halde kalan Selim, çöktüğü yerden kalkmayarak anlatmaya başladı.

“Oyunlara devam ettik,” dedi. “Müş-müşterilerimiz eksiksizce geldiler Hanım Ağam.”

Dudaklarımın arasına yerleştirdiğim sigaraya alev bahşettim. Akabinde ilk dumanı odamın basık havasına karıştırmıştım. “Hepsini memnun edebildiniz mi?”

Müşteri memnuniyetine yüksek raddeden önem veren bir müesseseydik. Sonuçta değirmenimizi onların parasıyla döndürüyorduk. Ancak Selim, “Pek… Pek değil Hanım Ağam,” derken çalışma prensibimize başkaldırıyordu adeta.

Kalçamı masama yaslayarak ucundan yakalandığım şüpheyle, “O ne demek?” diye sordum.

“Geçenlerde yabancı müşterilerimiz vardı. İtalyanlar geldiler. Burada oynamak istediler. Paralı adamlardı. Paralı adamları geri çevirmememiz konusundaki talimatınıza uyarak oynamalarına izin verdik Hanım Ağam. Ama… Ama müşterilerimiz…”

Kafasını sıkıntıyla kaldırıp çok kısa bir mühlet için gözlerime bakmıştı. “Müşterilerimiz çok uçuk paralar kaybettiler. Sonra… Sonra bizi suçladılar. İtalyanları kullanarak onları dolandırmaya çalıştığımızı iddia ettiler.”

Sigara dumanını soluk boruma kaçmasına an kala üflemiştim dışarıya. Uzaktan hoş gelen davul sesi, yakınımda zonkluyordu sanki. Yaklaşan tehlikeyi hissedememek için aptal olmak şarttı. Aklım Zeliha’nın bahsettiği İtalyan sevgilinin düşünceleriyle dolmuştu birden.

“Anladığım kadarıyla,” dedim müşterilerimizi kast ederek. “İddialarını kendilerine saklamayacaklar.”

Kafasını iki yana sallayan Selim oturduğu yeri, tökezleyerek, ayağa kalktığında terk etmişti. Masama doğru yürüdü. Benim açtığım çekmecenin bir altındaki çekmeceyi açarak karıştırmaya başladı.

Sigara içme hevesini kaybetmiş halde olan bense yarım kalemi her zamanki yaptığım gibi avuçlarımın içinde, hırsla, ezdim. Zira tanıdığım müşteriler, o uçuk miktarlardaki paraları ödememek için ailelerini bile satarlardı. “Adımızı lekeleyecekler,” dedim piyasadaki itibarımıza gönderme yaparak. “İtalyanların borçlarını ödememiz lazım. Toplam borç ne kadar?”

“Hanım Ağam bence İtalyanların derdi para değil,” dedi Selim ise. Çekmeceden çıkarttığı süslü bir kartı bana uzatıyordu.

“Nasıl?” uzattığı kartı aldım. Okuyamadığım için süslerine boş boş baktım.

“O davetiyeyi size gönderdiler. Buranın sahibi ile iki gün sonra Kuyu’da düello yapmak istiyorlarmış. Elinizdeki de düello daveti.”

Sönmüş izmaritin tatlı eziyetini sessizce çekmeyi sürdürürken kartı buruşturma dürtümle savaşıyordum.

“Paraya gerek yokmuş. Düelloyu kazanırsanız müşterilerin borçlarını sileceklermiş Hanım Ağam.”

Kaşlarımı çattım. Dürtümle savaşmayı bıraktım ve kartı buruşturdum. “Ne düellosuymuş bu?”

“Para olmadan onlarla kumar oynayacakmışsınız.”

“Para olmadan mı?” diye sordum inanamayarak. Bu adamlar bizden istiyorlardı ki? Parasız kumardan ne kazanmayı umuyorlardı? Neden bizi seçmişlerdi? Neden buraya gelmişlerdi? Zeliha ile bir alakaları olabilir miydi?

Başım ağrımaya başlamıştı. “Sadece kumar oynayacağım öyle mi? Sadece kumar oynamak istiyorlar…”

Avucumu açıp izmarit olmaya yüz tutmuş sigarayı yere fırlattım. “İtalyanlarla kumar oynayacağım…” Berkay’a ihtiyacım vardı. Hiç olmadığı kadar çok istiyordum Berkay’ı yanımda. Yanımda olmasına ihtiyacım vardı. Onu gönderdiğime bin pişman olmuş durumdaydım.

“İtalyanlarla kumar oynayacağım diyerek sayıkladım da sayıkladım. “İtalyanlar beni düelloya davet etmiş öyle mi?” saçlarımı çekiştirip üç ayaklı askıya yöneldim. “İtalyan mafyası… İtalyan mafyası beni kumara çağırıyor.”

Çantamı askıdan alıp koşarak odamdan çıktım. Selim’i ve diğerlerini bin bir çeşit soruyla bırakmıştım lakin ben de bin bir çeşit soruyla baş başaydım. Beni cevaplaması için Berkay’a muhtaçtım.

İtalyanlarla kumar oynamamın mümkünatı yoktu. Çünkü ben; Meran aşiretinin kızı, Karaevrenler ’in gelini, Mardin’in en köklü mafyasının başı ve Meran Kumarhaneleri’nin işletmecisi İclal Karaevren’dim. Birçok şeydim. Birçok şey olabilirdim. Ancak kumarbaz değildim.

Ben kumar oynamayı bilmiyordum ki!

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%