Yeni Üyelik
23.
Bölüm

22. AKIL ALMAZ İRONİ

@hayalrafya

 

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

 

keyifli okumalar..

Karanlıktan korkulurdu çünkü karanlığın hafisi belli etmezdi kendisini. İtalyanlar bir çeşit karanlıktı bana göre. Belirsizliklerinin yaydığı korku kurutuyordu iliğimi, kemiğimin en içine…

Tedirginlik yüzünden kemirdiğim tırnaklarımda, neredeyse, oje kalmamıştı. Dişlerim aseton niyetine işliyorken stres denilen illet tarafından kurutulup tüketiliyordum. Kurt gibi bir soru doğruyordu beynimi: İtalyanlar benden ya da bizden ne isterdi ki?

Kumarhanedeki ofisimden çıkar çıkmaz telefonumun fonksiyonlarını ezberlemek durumunda kaldığım tuşlarına basarken bulmuştum kendimi. Aralıksızca Berkay’ı aramayı denemiştim ancak aralıksız denemelerime karşın hat asla açılmamış, ben asla Berkay’a erişememiştim.

İş yerine gitmiştim sonra, pes etmeyen kişiliğim çuvalda. Burnu havada çirkin bir sekreter, Berkay’ın bugün şirkete uğramadığını söyleyince de meyus halde dönmüştüm gerisin geriye.

Belki de kanunlar haklıydı. Bir şeye ne kadar çok ulaşmaya çalışırsanız o şey, ulaşmaya çalıştığınız aynı süratle, sizden uzaklaşıyordu. Bundan dolayı beklemeye karar vermiştim. Sakinliğimi –olabildiğince– muhafaza ediyorken; durup beklemeye ve o şeyin yani Berkay’ın bana gelmesini beklemek üzere dönmüştüm evime. Evime, Karaevren konağına…

Kayınvalidem Esma Karaevren ve onun için yumuşak huylu tanımını kolayca sunabileceğim eltim Şimal Karaevren ile birlikte Osmanlı tarzında, tumturaklı mobilyaların döşendiği büyük salondaydım.

Onlar, üçlü koltuğa yan yana kurulmuş televizyondaki saçma sapan bir gündüz kuşağı programını seyrediyorken ben fon perdelerin dibinde; camın önünde nöbet tutuyor, garaj yolunu gözetliyor ve Berkay’ı bekliyordum.

Zihnimdeki kargaşaya rağmen gerçek hayatta olaysız bir öğleden sonra yaşanıyordu.

İç çekip verdiğim nefes, yeni silindiği net olan camı buğulandırdı. Gözlerimi dahi kırpmamıştım ama hâlâ garaj yoluna giren olmadı.

Beklediğimin aksine konak yardımcılarından birisi, taşıdığı çay tepsisiyle büyük salona geldi. Esma Hanım’a ve Şimal’e ince belli bardaklardaki çaylarını teslim etti. Yine tepsiyle yürüyüp bana geldiğinde, benim de, teslim edilecek olanı almam için duraksamıştı.

Elimin tersini iki kez sallayarak çay içmeyeceğimi belirttim. Yardımcı, büyük salondan çıktığında ise çayı reddedişimden ötürü Esma Hanım’ın radarına takılmıştım.

“İclal gelip bizimle otursana,” dedi beni doğruya teşvik etmeye çalışarak. “Arap kızı gibi kaldın camın önünde evladım.”

Arap kızı, Arap kızı… Acaba benim belirsizliğimden o da haberdar mı?

Kâğıdı avucumdaki yaralara ve kesiklere batan davetiye yumağını daha fazla sıktım. İç sesim ayrı telden çalıyor, benliğimin gözü garaj yolundan ayrılmıyor, Esma Hanım ilgisiz kurgulardan dert yanıyorken konuşamıyordum. Konuşabilmemin imkânı yoktu çünkü.

Ya adamlar sahteyse? Onlarca düşmanınız var. Seni kandırmak için tuzak kurulmuş olabilir. İtalyan mafyasının kendi yağında kavrulan Mardin mafyasından elde etmeyi umduğu şey ne olabilir? Zeliha mı? Güldürme beni İclal.

“Hiç ısrar etme anneciğim,” dedi Şimal. Yediği çekirdeklerin arasından konuştuğu için dedikodu imal ediyormuşçasına bir aurası vardı. “İclal’in oturmaya niyeti yok. Baksana ayakta bile sabit duramıyor.”

Şimal’in dediklerini teyit ediyormuşçasına aşağı yukarı adımlamayı sürdürdüm. Açıkçası yanlarında bulunmuşluğuma aldırmadan hakkımda konuşuyor olmaları, düşüncelerimi rahatlatıyordu. Çevremdeki dünyanın olağan anormalliğine inat normal dünya kavramının farkına varmam sağlanıyordu sanki.

İtalyanlar ne alaka yahu? Neden İtalyanlar?

Saçlarımı karıştırıp elimin tekini belime koyarken pencere sekisine yaslandım.

Esma Hanım, “Gelin geldiğinde sen böyle değildin Şimal,” eklemesiyle konuşmasını devamlılığa çekiverdi birden. “Barlas’tan kaçar dururdun çünkü doğrusu oydu. İclal’e bak bir de…”

Gözlerimi yumup gelin karşılaştırmasını, aklımdaki normale uygun olarak algılamamasını tembihledim beynime.

“Berkay’ın yolunu gözlüyor. Olmaz. Böyle olmaz. Doğrusu göz önüne çok çıkmamaktır.” Dizlerine vurup vahlandı. “Üstüme iyilik sağlık vallahi… Şimdiki gençler icat icat işler çıkartıyor.” Durdu. Çay içme molası vermek adına susmuştu. Ona bakmıyordum, evet. Lakin konuşması öylesine hızlıydı ki kuruyan boğazını ıslatma gereği duyduğu kesindi. “İclal kızım durma artık camın önünde. Bak sonra el âlem Esma Karaevren’in gelini koca meraklısıymış diyecek.”

El âlem diyecek. El âlem der. El âlem hep derdi zaten. Duygudaşlık yapmaz, olayları değerlendirmez, yardım etmezlerdi. Güçleri ancak bir şeyler demeye yeterdi. Bu durumda Esma Hanım’a da kızamıyordum ki. Ailesi onu el âlemin normlarına göre yetiştirmişti.

Üç artı üçün altı ettiği ispatlansa dahi el âlem yediyi iddia etmeyi sürdürecekti. O yüzden bırakıyordum; el âlem benimle ilgili çıkardıkları dedikodularla Manas destanı yazabilirdi. Zaten okumayı bilmiyordum. Beni alakadar etmezdi.

Torba değil ki büzesin benzetmesine yakışacak ağızlarından çıkana sağır kalıyordum yalnızca. Sonuçta padişahın tahtta kalmasını, bilinçli sağırlık sağlardı.

Ah! Ağrıyan başımın iftiharla yumrukladığı alnımı ovuşturdum. Neredesin Berkay?

Bileğimdeki siyah kordonlu saati hızlıca kontrol ettim. “Bu saate kadar gelmiş olmalıydı.” Okuyamasam da yazamasam da saati öğrenebilmiş olmak büyük nimetti benim açımdan. “Geç kaldı.”

“Çarşıya uğramıştır,” dedi Esma Hanım. Seslice, kendi kendime ilettiğim cümleleri şahsına saymıştı. “Bak erkek adam böyle sıkboğaz edilmez İclal. Sonra kocan kaçar senden.”

Baygın bakışlarımı Esma Hanım’a çevirdim. Onunla hakkıyla tartışsam bile kaybederdim. Koyun can, kasap et derdindeydi resmen. Zira şu an her türlü nasihate kepenk indirmiş durumdaydım. Tabii bunlara nasihat denilebilirse…

“Şuraya yazıyorum anne,” diyen Şimal tüm pozitif enerjisini bizim için heba ederek bir kez daha girdi araya. “Yedi cihan yıkılsa da Berkay İclal’den kaçmaz. Kaçmayacağı, oğlunun gözlerinden okunuyor Esma Hanım.”

Tepesinde dolandığım, yarımca yaslandığım sekiye oturarak yerleşirken buruk gülümsememi eltime çevirdim. Çıtlattığı çekirdeğin sivri ucuyla beni işaret ediyordu. “E görüyorsun gelin kızımız da oğluna epey bir düşkün.” Esma Hanım’ın dizine güvence verircesine vurdu. “Sen kafana takma bunları.”

Esma Hanım’ın mutluluğu ikinci plana attığını biliyordum. Onun ilk planı Meran-Karaevren berdelinin devamlılığını korumaktı. Sakınan göze çöp battığından belki… Beril’in berdelinin bozulduğunun bilinmemesinin önemini daha iyi anlıyordum sanırım.

Esma Hanım, büyük gelini Şimal’in tesellisini heybesine atıp eşarbının katlarına çeki düzen verdi. “Biz korkudan odamızdan çıkamazdık. Şimdiki gençlik çok farklı, çok.” Koltuğun kolçağından destek alıp ayağa kalktı. “Ben bir mutfağa bakayım. Akşama güzel bir domates çorbası yapsınlar. Berkay sever.”

Berkay sever lafının temelini endişe çukurumun dibine kazıyıp İtalyan mevzusunu düşünerek Esma Hanım’ın mutfağa gitmeden önce bana söylediği son sözlerini aklımdan silmeye çalıştım. “Kızım sen yine de çok daraltma oğlanı,” demişti. “Çok bunaltma.”

Burada asıl daraltan, bunaltan birisi varsa o da oğluydu. Fakat evliliğimin detaylarını kayınvalidem ile konuşacak değildim. Zira söz konusu daraltmanın da bunaltmanın da hoşuma gitmeye başladığını öğrenirse hepten ayıplardı beni.

“Anneme aldırma. Biliyorsun kendisi eski toprak. Senin davranışların ona biraz aykırı geliyor,” dedi Şimal dikkatimi İtalyanlardan ayırarak. Üçlü koltuğu terk etmişti. Televizyonu kapattı ve yanıma, pencere kenarına geldi.

Bacaklarımı, oturduğum beton sekiye uzatıp lacivert eşarbının çevrelediği saf yüzüne baktım öylece. Barlas Karaevren’in sert karakterine zıt olsa bile birbirlerine yakışıyorlardı kesinlikle.

“Gerçekten Barlas Abi’den kaçıyor muydun?” diye sordum. Çünkü hangi evrende yaşarsak yaşayalım ben Berkay’dan kaçmayı düşünemiyordum.

Esma Hanım farklı gelinleri kıyaslıyorsa sen de farklı kader yollarını kıyaslıyorsun. Özgün ol biraz İclal.

“O zamanlar sadece Barlas’tan değil kendimden de kaçıyordum,” dedi Şimal. Ettiği tebessüm, yaşını açık ediyormuşçasına göz kenarlarını kırıştırmıştı. “Neyse boş ver beni.” Kolumu nazikçe sıvazladı. “Sen ve Berkay böylesine aykırıyken güzelsiniz.”

“Şimal!” dedim sözlerinin iyiliğine inanamayarak. Dilan halamın anlattığı kâbusvari akraba ilişkisi hikâyelerinin öcüleri, soğuk buharlar üflüyordu bir nevi. “Eltilerin cadı olduğunu duymuştum.”

“Eltiler cadıdır zaten İclal.” Alt dudağını ağzının içine doğru büktü. “Ama ben kaideyi bozmayan bir istisnayım.”

“Sana… Sana Berkay ile ilgili bir şey sorabilir miyim?” dedim hızlıca. Vazgeçmemek için hızlı davranmıştım. Şimal’in dağıttığı güvenden galiba… Kafamın az da olsa durulmaya ihtiyacı vardı.

Kafasını salladı. Soru sorabileceğimi onayladı.

“Hiç…” dedim. Yutkundum. Bekledim.

“Yani bildiğin kadarıyla…” yutkundum. Yeniden beklemiştim. “Kumar falan oynar mı?”

Şaşkınlıkla gözlerini irileştiren Şimal üç-dört adım geri çekildi. “Saçmalama İclal. Berkay dürüst çocuktur. O taraklarda bezi olmaz. Neden sordun ki böyle bir şeyi?”

“Öylesine,” dedim lafı örtercesine. Benim o taraklarda pekâlâ bezim vardı. Fakat tarak kırılma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Berkay’ın yardımcı olmayan dürüstlüğü ise Mardin masalımızı duman edebilirdi.

Şimal ile konuşmaya devam ettiğimiz sırada garaj yolundan motor gürültüsü duyulmuştu. “Geldi,” dedim direkt. “Allah’ım geldi sonunda.” Hızlıca kalktım pencere sekisinden. Ayarlayamadığım hızım beni düşürüyorduysa da Şimal dengemi sağlamama yardım ederek yavaş olmam gerektiği yönünde bir uyarı yaptı.

Açıkçası şu halde uyarılara kulak asacak durumda değildim. Bir şeyin sana gelmesi için o şeyi beklemeyi bırakmak gerekiyormuş meğer.

Büyük salondan koşarak çıktım. Bir koridora saptım. O koridorda koşmaya başladım. Sonra yanlış koridora saptığımı fark edip Karaevren konağının dizaynına kötü sözler yağdırdım. Doğru koridoru bulduğumda Berkay çoktan girmişti konağa. Holde rastlaştık. Rastlaşmamızla boynuna atılarak ona sarılmam da bir olmuştu.

“İclal,” dedi elleri anında belimi tutarken. Sarılmamın şiddetinden ötürü azıcık tökezlemişti. “Yavaş olsana zevcem… Bu kadar çok mu özledin beni?”

Sıkıca sarıldım ona. Sarıldığım sıkılık yetmiyordu bana. “Hâlâ tek parçasın. Yavaş olmasam da olur.”

Beni itmedi. Ben, ona sarılmayı bırakıncaya değin bana sarılmaya devam etti. “Neler oluyor İclal?”

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Neler olmuyor ki Berkay.”

*

Karaevren konağında, Berkay’ın benimle paylaşması gereken odaya çıktığımızda boy aynasının karşısına geçmişti. Kravatını ve gömleğinin manşetlerini sabitleyen kol düğmelerini çıkartıyorken sanki standart bir çiftmişiz gibi gününü anlatmıştı bana. Gününün, standartlığı teğet geçmeye tenezzül etmeyen olaylarını anlatmıştı bir bir.

Abim ve Beril için boşanma davası açtığını söyledi. Anlaşmalı olduğundan dolayı boşanma sürecinin uzamayacağını belirtti.

Meran konağında olay çıkmasına sebep olan duruma geçmişti sonrasında. Hüma’nın istifa ettiğini söyledi. İstifa haberini alan halamın ortalığı ayağa kaldırdığını keyifle dile getirdi. Nedense halamın her türden abartılı tantanalarını –benim aksime– keyifli bulmayı başarıyordu.

Akabinde Hüma ile ilgili konuştu. Bebeğini kontrol etmeleri için onu doktora götürmüştü. Doktorda işleri bittiğindeyse kızı ortada bırakmamıştı elbette. Onu doktora götürmesinin ve ortada bırakmamasının tek nedeninin Hüma’nın benim yeğenimi taşıyor olduğunun altını özellikle çizmişti. Hüma’ya ve abime ne kadar sinirlenirsem sinirleneyim Berkay’ın masum bir bebeğe karşı takındığı hassasiyet beni mutlu etmişti.

Yurt dışına gidinceye kadar kalsın diye Hüma’yı bir otele de yerleştirmişti. Karşılanmadık masraf bırakmamıştı ayrıca. Abim ve Beril için ise iki konaktan uzakta kalacak yerler bulmuştu. Zira Mardin il sınırı içerisinde abimin ve Hüma’nın bir arada görünmesi sonumuzu getirirmiş ki gerçekten getirirdi de.

O kadar çok şey yapmıştı ki… Ona karşı hissettiğim minneti bastıramıyordum bile. Hakkını ödemem gerektiği duygusundan kaçamıyor, hakkının nasıl ödeneceğini bilmiyordum.

Günün sonunda buradaydı işte. Karaevren konağında, benim yanımda.

Sıra bana geldiğinde ona nazaran bomboş geçen günümün bomba travmasını anlatmaya koyuldum. Selim’e haddini bildirdiğim her bir saniyeyi anlattım. İtalyanlardan, müşterilerden, komplo teorilerinden, kaybedilen –uçuk miktarda– paralardan ve nihayetinde davetiyeden söz etmiştim.

Buruş buruş olmuş yağlı kâğıda basılı davetiyeyi ona uzattım. Beni düşürmekle tehdit eden bacaklarımın üzerinde direnemiyordum artık dik durmaya.

Berkay davetiyeyi okudu. Ben ise yığılırcasına yatağa oturmuştum. Hiç umurumda olmayan yeni gelin örtüsü bozuldu.

Okumayı bitirdiğinde davetiyeyi aynalı makyaj masasına bıraktı. “Kıymetliniz için oynanacak bir kumar diye yazmışlar.” Düğmesi çıkmış gömleğinin manşetlerini geriye katlayarak yanıma yaklaştı. “Gerçekten para için kumar oynamak istemiyorlar. Öyleyse ne?” dudaklarını ısırıp yerdeki tüylü halıyı izledi. “Sizin için paradan daha kıymetli olan şey ne İclal?”

Çalışmadığı yerden teste tabii tutulan bir öğrenci gibiydim. Sonra öğrenci olmadığımı hatırlayarak kendimi mahvetmiştim.

“Bilmiyorum,” dedim yatak örtüsünü sıkarken. “Lanet olsun bilmiyorum.” Avucumu ağrısının dinmesini umarak başıma çarptım. Ağrım arsızca katlandı. “Sanki hayatım boyunca hiç Meran olmamış gibi hissediyorum.” Aksi olsaydı kıymetlimizi bilirdim.

“Tabii,” dedi Berkay gülerek. “Karaevren olmak daha tatlı geldi değil mi?”

Sinirli bakışlarımı yüzüne çevirdim. Açık açık eğleniyordu benimle. “Berkay!” İtalyanlar neden sadece beni korkutuyordu. Berkay her defasında eğlenecek morali nereden buluyordu?

“Bak çok ciddiyim yüzündeki yaralara aldırmadan toz bezi yaparım seni. Önemli bir şey konuşuyoruz burada ya!”

“Önemli bir şey konuştuğumuzun farkındayım zevcem ama dert etme.” Ellerini pantolonunun cebine koyup kayıtsızlığını beden diline aktardı. “Kuyu dedikleri mekâna gideriz. Dertleri neymiş öğreniriz. Seninle kumar oynamak istiyorlarsa oynarsın. Hesap defteri de kapanır.”

“Hayır,” dedim kafamı iki yana sallayarak. Ondaki bakışlarımı geri çekmiştim. Paniğimin asıl nedenini bilmiyordu tabii. “Anlamıyorsun. Kumar oynayamam ben.”

“Neden?”

“Kumar oynamayı bilmiyorum,” itirafını yapmak bir top dikenli tel yutmaya benziyormuş.

“Ciddi misin sen? Kumarhane mafyalığı yapıyorsun ama kumar oynamayı bilmiyorsun öyle mi?”

Avuçlarımla yüzümü kapattım. “Yemin ederim ağlayacağım şimdi.”

“Ağlama zevcem. Ağlamaktan bahsetme bile,” dediğini duydum. Ellerini dizlerimin üzerinde hissettiğinde yüzümün maskesini düşürmek durumunda kalmıştım. Yine diz çökmüştü. Bacaklarımın yanına oturup kafasını dizlerime koymuştu. Yirmi bir gün olayını gerçekleştirmeye kararlı gibi.

“Benim güzeller güzeli ironim,” diye mırıldandı. “Neyse ki ben kumar oynayabiliyorum.”

Kumar oynayabiliyormuş. Kumar oynamayı biliyormuş.

“Ne? Ne diyorsun Berkay sen? Şimal o taraklarda bezinin olmadığını söylemişti.”

Çenesini elbisemin eteğine sürdü. İnce kumaşın yetersizliği, sakallarını tenime batırmıştı. “Bırak bezi, ben o taraklara çamaşır asmış insanım İclal.”

“Nasıl?”

“Nasılını boş ver. Öğrencilik yıllarında yaptık işte bir şeyler.”

Gerginlikten titreyen parmaklarımı saçına daldırdım. “Öğrencilik yıllarını merak ediyorum Berkay.”

“İnan bana bilmemen daha iyi İclal.”

Yasaklanan şeylerin cezbediciliği her daim daha yüksekti ya hani… İlla ki öğrencilik yıllarını öğreneceğime dair söz vermiştim kendime. Avrupa’da neler yaşadığını öğreneceğime de…

“Ama-”

“Deme ama. İtalyanları alt edemeyeceksek ne diye Mardinliyiz kızım biz.”

Bir salon beyefendisi olarak takındığı kabadayı tavrı fazlasıyla eğreti duruyordu onda. “Adamlar benimle kumar oynamak istediklerini söylemişler Berkay. Seninle değil ki,” diyerek karşı çıktım.

Kafasını çekmeden sarılmıştı bacaklarıma. “Biz evliyiz İclal. Bundan böyle sen bensin. Ben senim.”

Söylediklerinin gizli bir enerjisi vardı sanki. Kaf Dağı’nı aşacak güç, damarlarıma karışmıştı belki de. Berkay’ın sayesinde. İç çekip onu tekrar ettim. “Sen bensin. Ben senim.”

Sen bensen ben de senim. Yalnız olmamak güzelmiş.

İtalyanlara acımaya başlamıştım şimdi.

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%