@hayalrafya
|
yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..
keyifli okumalar.. Hayatın döngüsü çok garipti. Kimi durumlarda karşımıza çıkan yüksek tepeli engelleri tek zahmetsiz sıçrayışta aşabiliyorken kimi durumlardaysa –söz konusu aynı engel olsa bile– kolumuzu kaldıracak gücü bulamazdık kendimizde. Bu kısımda devreye giren aileler olurdu. Elimizi onlar tutar, bizi umutla doldururlardı. Ben, şu yaşıma kadar, ailemin elimi tuttuğu ya da beni umutla doldurduğu herhangi bir ana şahit olmamıştım. Kız olduğumu söylemişlerdi daima; hiçbir şeyi hak etmediğimi; bir an önce evlenip gitmemi, olası sorunlarımı başlarından çekmemi… Nihayetinde söyledikleri yerdeydim. Evlenip gitmiş, sorunlarımı onlardan öteye taşımıştım. Meran ailesinin benden istediği esas şeyi tam olarak anlayamamıştım ancak sırf daha fazla kan dökülmesin diye beni sanki bir ticaret malıymışım gibi bir başka kızla, berdel bahanesine sığınarak takas etmiş olmaları, mutluluğumu istemediklerinin en büyük kanıtıydı. Gerçi diktikleri mutsuzluk emeli meydana gelmiş sayılmazdı. Çünkü ben mutlu olmayı da çetin güçlükleri gözü kapalı aşmayı da Berkay ile keşfetmeye başlıyordum ki bu tarz şeylerin sırf bir insana bağlanmaması gerektiğini savunurdu uzmanlar. Ne diyebilirdim sahi? Ben, o insana bağlanalı çok oluyordu. Yani, sanırım... Bu nedendendir ki sabah, yeni güne gözlerimi araladığımda hikâyenin başında olduğu kadar dert etmiyordum İtalyanları. İtalyanlar neydi ki, Berkay yanımda durduktan sonra. İtalyanlar kimdi ki, Berkay benimle olduktan sonra. Karaevren konağının yardımcılarından biri, odamızın kapısını nazikçe tıklatıp kahvaltının hazır olduğunu bildirir bildirmez hazırlanmaya başlamıştık. Tabii öncesinde Berkay’ın lacivert gömleğine uygun renkte bir kravat seçebilmemiz için uzun uzadıya tartışmamız, bağırmamız ve kavga etmemiz gerekmişti. Neticedeyse laciverte sütlü kahveyi yakıştırmıştık. Kahvaltı masası ikinci kattaki tahtta kuruluydu. Tahta girdiğimizde yardımcılar, masaya yerleşmiş Karaevren ahalisine çay servisi yapmakla meşguldü. “Karaevren ailesi,” dedi Berkay sıra dışı bir neşeyle. Tüm dikkatleri üzerimize çekti. “Günaydın!” Ardından masanın çevresini dolaşıp annesinin yanında uslu uslu oturan Hande’nin bitişiğinde almıştı soluğu. “Sana da ayrıca günaydın prenses.” Hafifçe eğilip yanağını Hande’nin patates kızartması bulaşmış dudaklarına doğru uzattı. “Bu sabah amcayı öpmek yok mu?” Ben dâhil herkes, onları izliyorduk. Hande’nin tereddütle Berkay’ın yanağını incelemesini seyrettik. Yaklaşık iki kalp atışı süresi kadar duraksadıktan sonra minik avucunu Berkay’ın yanağına koyup kendi elinin üstünü öpmüştü. Kaşlarını havaya kaldıran Berkay, reçellere değmesin diye kravatını tutarak doğruldu. “İlginç bir öpücük oldu.” Şimal tebessüm etti. Barlas Karaevren de karısına katıldı. Dikdörtgen kahvaltı masasının karşılıklı başköşelerinde oturan Esma Hanım ve Erhan Bey ise kırık perdeden kahkaha attılar. Onların aksine üç kişi gülmüyordu. Birisi bendim. Diğeri Karaevren kardeşlerden en küçüğü olan Baran’dı. Gerçi tahta çıktığımızdan beri kafasını telefondan, parmaklarını ise telefon klavyesinden ayırmadığı için ortada dolaşan olayı anladığından şüpheliydim. Gülümsememesini garipsemedim. Sonuncu gülmeyen ise Hande’ydi. Çünkü kendini savunmaya adamıştı tatlı cümlelerini. “Yanağında yara var ya,” dedi. “Canın acımasın diye öyle yaptım, amca.” Hande’nin duyarlılığı gülücükler kervanına katılmamı sağlıyorken Berkay, benim olduğum tarafa geldi yeniden. İmasını anlayamadığım yaralı yüzünün sırıtışı ise yerli yerindeydi. “Düşünceli yeğenim benim,” dedi Hande’ye göz kırparak. “Keşke herkes senin kadar düşünceli olsa…” Pekâlâ… Ne demek istediğini yavaştan anlıyordum sanırım. Dudaklarımı dişliyorken hâlâ oturmadığım boş sandalyenin sırtına sıkıca tutundum. “Kesinlikle katılıyorum,” dedim benim gibi oturmamış olan beyefendiye hitaben. Bakışlarımız ayrılmıyordu asla. “Mesela ben de çok düşünceliyimdir.” Kafamı yana yatırıp ses tonumu azıcık kıstım. “Birisi ısrarla acı çekmek istiyorsa isteğini geri çevirmem.” Belki de sesimi kısmam gereksizdi. Çünkü konuşmalarımızın içeriğiyle, tam anlamıyla, ilgilenen yoktu. Kendimiz çalıyor kendimiz söylüyorduk. Eh, zaten ben de söylediğimin tek bir kişi tarafından anlaşılmasını umuyordum ki o kişinin keyifli tavrına bakarsak mesajım iletilmişti. “Oturun oğlum hadi. Çaylar soğudu,” dedi Esma Hanım. Komutunu uygulayarak oturmuştuk yerimize. Kahvaltının devamındaysa kayda değer sözler dönmemiş, medyalık olaylar baş göstermemişti hani. Barlas Karaevren, Erhan Bey ve Berkay koyu bir halde Karaevren Limited şirketlerinin geleceğinin parlaklığı ile ilgili birbirileriyle laflıyorken Esma Hanım ve Şimal, yeni çıkan eşarp modellerine göz atmak için çarşıya çıkmayı konuşuyorlardı. Hande, iki-üç lokma bir şeyler daha yedikten sonra okula gitmek üzere ayrılmıştı yanımızdan. Öte yandan okula gitmesi gereken tek kişi Hande değildi. Zehra ile onaylamadığım bir ilişki başlatmış olan Baran’ın da okula gitmesi gerekiyordu fakat babasına ilk dersin boş olduğuyla ilgili bir bilgilendirme sıralamış, yerinden kıpırdamamıştı. Elini de gözlerini de telefondan ayırmıyordu. Devamlı mesaj yazıyordu. Birilerine, ama kime? Kahvaltı boyunca çatalımı sıksam da… İçim içimi yese de… Şüphe falan mevcut değildi bende. Kardeşimle mesajlaştığından emindim. Tıpkı onların sözde aşk masalının hayırla sonuçlanmayacağından de bir şekilde emin olduğum gibi. * Balayı tatili, normal düzenimizin dışına çıkmamızı gerektiren olağanüstü bir durumdu. Şimdi, tatili bitirmiş dönmüştük fakat olağanlık tarafından kurulan ülkenin sınırlarına geçemiyorduk. Zira sınıra, sorunlu gardiyanlar dikilmişti. Gardiyanları geçer geçmez eski, olağan, düzenli ve bir o kadar da sıradan hayatıma kavuşacaktım geri. Peki, kimdi bu gardiyanlar? Tabii ki İtalyanlar... Devamlı başa saran bozuk plak misali, olay dönüp dolaşıp onlarda bitiyordu. Bittikleri yerden kurutmak için kendilerini araştırmacısı sayılmadığımız bir soruşturma yürütmüştük. Daha doğrusu soruşturma emrini veren kişi Berkay’dı. Ben sadece yancıydım. Benim güvendiğim adamlarım varsa onun da güvendiği adamları varmış. İşte güvenilir adamlarından tekiyle konuşmak için Karaevren konağındaki lezzetli ve sakin kahvaltının ardından Berkay ile birlikte Berkay’ın iş yerine gitmemin sebebi tam olarak buydu. Şirket kapısından girdiğimiz ilk andan itibaren ona selamlarını sunacak çalışan kuyruğuyla sınanacağımızı falan düşünmüştüm. Lakin burası, Kraevrenlerin Limited şirketlerinden birisi değildi. Berkay ailesi ile değil, adını sanını duymadığım halde adını sanını duyuracak kadar büyük marka olan bir şirkette finans danışmanı olarak çalışıyordu çünkü. Lobiyi yan yana geçtik. Odası birinci katta olduğundan dolayı sabah trafiğini hakkıyla özümsemiş asansörlerin kalabalığından nispeten sıyrılmıştık. Merdivenleri çıktık. Darca iki koridoru geçtik. Varacağımız yere beş dakika gibi bir mühlette erişmiştik. Hiç beklemeyen Berkay, odasının kapısını açtı ve salon beyefendisi çizgisinden çıkmayarak beni önden girmeye davet etti. Davete icabet etmemeyi düşünmeyerek girmiştim içeri. Odanın içinde Selim’le birlikte tanımadığım bir başka adam daha bekliyordu. Tanımadığım adamdansa, evsizlerden bile perişan görünen Selim’e bakmayı tercih etmiştim. Fakat o, benimle göz teması kurmaktan özellikle kaçınıyormuş gibi davranıyordu. Sıkıntılı hareketleri, algılarım uğruna ipucu karalıyordu. “Günaydın beyler,” dedi benden hemen sonra giren Berkay. Odasının kapısını kapatmış, konuşmamızı şirketin meraklı gözlerinden saklamıştı. “Çok bekletmedik umarım.” Ceketinin ilikli düğmesini açıp masasına doğru ilerlemeye koyuldu. Selim’in aksine masanın dibindeki konuk koltuklarından soldakine kurulmuş olan tanımadığım adam, Berkay’ın gelişiyle beraber ayağa kalkmış saygı selamı vermişti hemen. “Hayır efendim.” Berkay masasına oturuncaya değin bekledi. Akabinde kalktığı yere yeniden ilişti. “Biz de yeni geldik sayılır.” Toplamda beş tane konuk koltuğu vardı. İkisini doldurmuşlardı. Boşta kalan diğer koltuklara geçmektense Berkay’ı takip ederek yanına gittim. Çok fazla eşyası olmadığı için şanslıydım. Çapraz şekilde masanın üzerine oturabilmiştim. Masaya oturmamla gözüme, varaklarla işlenmiş bir çerçeve çarptı. Fotoğrafçının düğün günümüzde ısrarla çektiği tek fotoğraftı bu. Berkay’ın bana sıkı sıkıya sarıldığı; sarılırken gülümsemeyi unutmadığı… Benim ise asık suratımla ona iki kulak yaptığım olaylı fotoğraf. Olayı dramatikleştirmek isteyen duvağım, ikimizin yüzüne doğru uçuyordu aynı esnada. Gözlerimi devirip bakışlarımı fotoğraftan çektim ve fotoğraftaki halinden ziyade patronluğu müthiş bir halde üstlenen kocamı dinlemeye geçtim. “Anlatın bakalım,” dedi hem yabancı adama hem de Selim’e. “Neymiş durum?” Yabancı adam önce boğazını temizledi. Sonra elindeki dosyaları bize uzattı. Okuma bilmediğimden dosyaları almaya yeltenmemiştim hiç. Berkay, dosyaları sorunsuzca devraldı. “Mardin’e üç ay önce gelmişler,” dedi adam robotik sesiyle İtalyanlar hakkında bilgilendirme yapmaya başlayarak. “Sandığımız gibi mafya değiller. Büyük bir turizm şirketinin ortaklarıymış. Buraya geniş çapta bir otel projesinin temelini atmak için uğramışlar. Aslında adamlar, İtalyan müteahhitlermiş.” Karşımızda ciddi bir mafya ekibi olmadığını duyduğum anda içime su serpildi. Derin bir nefes alarak saçlarımı geriye doğru savurdum. Tırnaklarını kemirmekle ilgilenen Selim’i es geçip yabancı adama hitaben, “Bizim mekânı nasıl bulmuşlar, peki?” diye sordum. “Adamlar geldiklerinin ikinci haftasında o meyhane senin bu meyhane benim dolaşmışlar. Bilirsiniz meyhaneler de barlar da yerel halkın dikkat çeken kişileriyle ilgili çok fazla bilgi barındırır. İnsanların rahatça bilgi edinmesini sağlar, ki sarhoşların konuşması çok daha kolaydır.” “Evet Özhan,” dedi Berkay hiç de kibar olmayan bir tonlamayla araya girerek. Yabancı adamın kimliğini benim için aydınlatmıştı. Elindeki dosyaya göz atmayı bırakarak döner sandalyesine rahatça yaslandı. “Bu söylediğin, aynı dili konuşan insanlar arasında epey yaygındır,” lafına alay katmayı ihmal etmedi. “İtalyanlar bizimkilerle konuşmayı nasıl başarmış? Türkçe biliyorlar mı?” Bana karşı yumuşak ve şakacı tavrından katiyen vazgeçmeyen kocamı böylesine yargı dağıtıyorken görmek nedensizce tebessüm ettiriyordu beni. Ona bakma, yüzünü seyretme, belki de hareketlerini hatmetme isteğim artıyordu resmen. Lakin burada önemli bir mesele konuşuyorduk ve onun bağlayıcı ifadeleriyle dikkatimi dağıtamazdım. Kendimi sertçe uyarıp oturduğum yerde sırtımı dikleştirdim. “Ha-hayır Berkay Ağam,” dedi Selim konuşmaya atlarken. Söz konusu müteahhitlerin Türkçe bilmediğini onaylarken de ona buyurduğum gibi Berkay’a hitap ediyorken de sesi zor çıkmış, kullandığı harfler tökezlemişti. “Tercümanla dolaşıyorlar. Be-benimle de tercümanları ko-konuşmuştu.” Yüzünü sıvazlayıp yere eğdiği kafasını kaldırmaya yeltenmedi. Ojesini yeni tazelediğim uzun tırnaklarımı çalışma masasına çarparak alakasız bir ritim tutturmaya giriştim. Aynı esnada, görgü tanığı olarak buraya çağırdığından emin olduğum Selim’i önemsemeyen Berkay direğini sandalye koluna, işaret parmağını ise şakağına bastırarak bana bir bakış attı. Sufle yememize mani olan aşk itirafını yok sayamadığı belliydi. “İclal’i nasıl duymuşlar?” diye sordu tamamen Özhan’a. Boğazını yeniden temizleyen Özhan, saygısını bozmadan ekledi. “İclal Hanım’ın müşterileri büyük adamlar. E İtalyanlar da zengin ve büyük adamlar.” Bağlantı kurmakta zorlanmadım. “Para parayı çekmiş,” demiştim mırıldanırcasına. Kafasını basitçe sallayan Özhan, çıkarımımı onayladı. “Daimi müşterileriniz, otoritenizden bahsetmiş İclal Hanım. Onları yarı yolda bırakmayışınızdan, kimsede paranızın kalmamasından, kumarhanenin ve orada oynanan iddiaların güvenilirliğinden-” “Anladık,” dedi Berkay tahammülsüzce. Selim’in varlığına mı yoksa Özhan’ın tükenmek bilmeyen sıfat sıralamasına mı tahammül edemediğini anlamak güçtü. Fakat şakağından çektiği elini masadaki elimin üzerine koyarken tahmin hakkımı ilk şık için harcıyordum. “Sonra?” “Kumarhaneye gitmişler,” dedi Özhan. Patronunun kestiği lafa bozulmamıştı. “Bir gitmişler iki gitmişler…” hikâye sunarcasına sürdürdü. “Üçüncü seferde mekânınızda bir kızla tanışmışlar.” Elimi Berkay’ın elinden kurtarmadım. Hatta onun bana bahşettiği uyuşturucu sıcaklıktan güç alarak kaşlarımı çattım. “Kızla mı?” sorum oldukça şaşkınlık belirtiyordu. “Evet,” dedi Özhan kaçamakça bana baktı. Sonra yine Berkay’a döndü. “Denilene göre İtalyanlar’dan biri, söz konusu kıza âşık olmuş. Bu yüzden arkadaşlarından ayrılıp kumarhaneye daha sık gitmiş.” Kafam, anlık teoriler denizine dönüşmüştü birden. Buraya gelirken takındığım sakinliği kaybederek sıktım Berkay’ın parmaklarını. O da yanımda olduğunu belirtircesine parmaklarıma karşılık vermişti. Dilan halamlarla yaptığımız görüntülü konuşmanın aklıma kazıdıklarını silemiyordum bir türlü. Olayda geçen kızı korkarak tahmin ediyordu iç sesim. “Sözde aşk birkaç gün sürmüş. İtalyan halinden memnunmuş aslında ama kız, ilişkilerini daha fazla gizlemek istememiş. İtalyan’a sizden izin alması gerektiğini söylemiş.” “Benden?” dedim soru sorar bir edada. “Benden mi?” Berkay’ın anlam veremeyen bakışlarını üzerimde hissediyordum fakat çok farklı bir sorun silsilesiyle boğuşuyordum. “Evet, İclal Hanım. Düelloya davet edilmenizin sebebi de bu.” Bu artık bir korku değildi benim için. Bu artık gerçeğe dönmüş bir kâbustu benim için. Berkay başparmağını elimin üzerinde gezdirerek, “Kız kimmiş?” diye sordu. Cevabı biliyordum. Ben cevabı biliyordum da Özhan’ın aydınlatması için bekledim. “Öğrenemedim efendim. Kumarhanenin kameraları epeydir bozukmuş. Düzeltmemişler. Haliyle kızı tanıyan ya da gören birilerini de bulamadım.” “Selim,” dedim elimi Berkay’ın elinden çekip ayağa kalkarken. Özhan dersine iyi çalışmış, mükemmel bir araştırma yapmıştı. Bundan sonrasını, ailemi yakinen tanıyan Selim anlatacaktı. “Kim bu kız?” biliyorsun İclal. Biliyorsun. Bildiğin şeyin aksinin söylenmesini umma. Selim, kafasını çekinerek kaldırdı. Paramparça bir umutsuzluktan bana baktı. “Bilmiyorum Hanım Ağam,” dedi ve korkunun değişik versiyonu sayılan öfkem tavan yaptı. “Be-ben… Kızı… H-hiç görmedim.” “Görmedin,” diye inanamayarak tekrar ettim. Görmemesinin tek bir açıklaması olabilirdi. Masanın etrafını geçip Selim’in karşısında durdum. Elimi tişörtünün yakalarına atarak onu ayağa kaldırdım. “Görmedin çünkü kumarhaneye uğramadın değil mi?” bedenini delicesine sarsarken kontrolsüz bir güçte bağırıyordum. “Hiçbir şeyle ilgilenmedin. Bu yüzden İtalyanların sadece bir gün geldiklerinden haberdarsın.” Bağırdım. Çağırdım. Selim’e vurmaya başladığımda koltuğunu hızla geriye iten Berkay da ayağa kalkmıştı. Özhan kıpırdamadı. “Bana seni öldürmemem için tek bir neden söyle Selim?” verdiğim emirlerin böylesine hiçe sayılması çıldırtıyordu beni. Sırf bir Karaevren ile evlendim diye sağ kolumun girdiği depresyon, hayal kırıklığına uğratıyordu beni. Yakasını tuttuğum tişörtü sertçe bırakıp Selim’i son kez sarstım. “Konuşsana Selim!” Senin şu güvenilir adam, güvenilir değil miymiş İclal? Ona yeniden vuracaktım ki Berkay kolumu yakalayıp beni kendine çekti. Sarıldı. “İclal,” dedi yalvarır bir tonlamada. Kollarının hâkimiyetinden çıkmaya çalışsam da nafileydi. Kemiklerimi kırarcasına sarılıyordu bana. Elinin tekini başımın arkasına yaslayıp kulağıma doğru fısıldadı. “Sakin ol hermosa’m.” Yine bilmediğim bir dilden, bilmediğim bir hitaba tabi tutmuştu beni. Fakat sözlerinin yumuşaklığı, parfümünün kokusu ve karşılıksız desteği, nefes alış-verişimi yavaşlatırken gerçekten sakinleşmeye başlıyordum. “Çıkın dışarı,” dedi beni bırakmadan. Özhan ve Selim birkaç saniye boyunca durdular. Bu nedenle direktifin üstelenmesi gerekmişti. “Çıksanıza oğlum dışarı!” Sonra onlar, dışarı çıktılar. Bizi yalnız bıraktılar. “Berkay,” dedim ağlamaklı bir havada. Yıllar boyu ailem tarafından hiçe sayılmıştım. Şimdi de çalışanlarım tarafından hiçe sayılmak fazlasıyla yoruyordu beni. Kollarımı kaldırdım ve beni hiçe saymayan, belki de tek kişiye, sıkı sıkıya sarıldım. “Selim’i fabrika ayarlarına geri döndürebilir misin?” Sarılışını kesmeyerek kollarını belimde kenetledi. Dudaklarını saçımın tepesine bastırmıştı. Derin bir nefes doldurdu ciğerlerine. “Denerim,” dedi kısıkça. Akabinde tereddütle ekledi. “İclal?” “Hımm…” parfüm kokusunu usul usul solumakla alakadar olduğumdan ötürü netçe karşılık verememiştim tabii. “Kızın kim olduğu hakkında bir fikrin var mı?” Anlamıştı. Anlaması kaçınılmazdı. Konuşmama gerek duyulmadan anlaşılmak ise inanılmazdı. “Sanırım,” dedim yutkunarak. “Sanırım o kız benim kardeşim,” dedim. Sözler ağzımı terk eder etmez gerçeğe dönüştüler. “O kız benim kardeşim, Berkay.” Orada öylece ne kadar süre sarıldığımızı bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı; Berkay olmasa düşeceğim aşikârdı. Ansızın girmişti hayatıma. Ansızın bütünü olmuştu hayatımın. Ve kendime sık sık sormadan edemiyordum: O yokken ben kimdim ve ne yapıyordum? * Saçlarımı taradığım fırçayı makyaj masasının üzerine bıraktıktan sonra reklamlarda sayısız defa methedilen kivili kremin kapağını açıp; yeşilimsi rengiyle kivi kokusunu yayan el kremini sürmeye başladım. Çok geçmeden yatak odasının kapısı tıklatıldı. Hayati önem taşıyormuşçasına bir deney yürüten ben, el kremini sürmeye devam ederken asla konuşmadım. Kimin geldiğini az çok tahmin edebiliyordum ve onu birazcık sinir etmek için susma hakkımı kullanıyordum. Tık. Tık. Tık. Dördüncü vuruşta Berkay girmişti yatak odasına. Direkt benim olduğum tarafa baktı. Aynadan göz göze geldiğimizde ben gülümsüyordum o ise onaylamazca iki yana sallıyordu kafasını. Beraberinde taşıdığı süslü püslü küçük paketi bırakmadan yatakta –önceden yazı tura ile belirlediğimiz– kendi tarafına oturdu. Benim sınırımı geçmemeye dikkat etmişti. Kremin kapağını kapattım. Makyaj masasının pufundan kalktım. Yatağa doğru ilerlemeye başladığımda Berkay gözlerini kısmış, kaşlarını çatmış pijamama bakıyordu. “Bu kadar çirkin bir şeyi satıyorlar mı gerçekten?” diye sordu. “Hayır.” Pikeyi kaldırıp yatağa –ben de kendi tarafım olan sol kısma– yerleştim. “Benimki özel üretim…” Paketi hafifçe pikeye vurdu. “Neden patatesli peki?” Gün boyunca dağınık, kırık, çokça da bozuk olan moralim tamirata alınıyordu sanki. Oturuşumu bağdaş kurmaya çevirip yönümü tamamen ona dönmüştüm. Bir insan evladıyla konuşmak da tartışmak da bu kadar eğlenceli olmamalıydı. Yoksa işin aslı sıkıcılıktı da bizim dengemizi değiştiren, Berkay mıydı? “Alerjin varmış ya hani…” dedim ona patates salatası sunduğum akşama ithafen. “Bana yaklaşma diye. Sırtını yasladığı yastığın yamuk açısına çeki düzen verip kollarını göğsünde kavuşturdu. Paketi hâlâ bırakmamıştı. Aynı anda hem kendi hem saygıdeğer gamzesi, küskün bir tavır takındılar bana karşı. “Ali Cengiz oyunlarına gerek yok. Sana yaklaşmamı istemiyorsan söyleyebilirsin İclal.” Yüzünü diğer tarafa çevirdi. “Yaklaşmam.” Sorun da buydu ya: Bana yaklaşmamasını isteyemiyordum ki. Bana yaklaşması, benimle ayrıcalıklıymışım gibi konuşması, dünya harikalarından biriymişim gibi hissetmeme neden oluyordu. Tabii her şeye rağmen bu hakikat, ona takılmayacağım anlamına gelmiyordu. Galiba kendisi bir çeşit engeldi benim için. Takılıp düşmek, hiç, böylesine keyifli gelmemişti. “Alındın mı sen yoksa?” dedim yüzünü kendime çevirip kum kahvesi saçlarını karıştırırken. “Ne kadar sevimli alınıyorsun Berkay ama ya…” Saçlarını benden, yüzünü esaretimden kurtardı. Sonra hafifçe yaklaştı. “Bana evcil hayvan muamelesi yapma İclal.” Katiyen düşünemeyeceğim tanımları nasıl bulup çıkarttığını anlayamıyordum. Avrupa’da okuyan herkes mi böyle oluyordu acaba? Ya da… Kişinin karakteri ile ilgili bir meseleden miydi bu özellik? “Hımm,” dedim abartılı bir mırıldanmayla. Bana yaklaştığı gibi ben de yaklaşmıştım ona. “Nasıl bir muamele görmek istiyorsun peki, Berkay?” “Bilmem.” Omuzlarını silkip bakışlarını dudaklarıma indirdi. “Arada sırada kocan olduğumu hatırlarsın belki, İclal.” Aynı şekilde ben de dudaklarına bakmaya başladım. “Kocam olduğun gerçeği hiç aklımdan çıkmıyor ki.” Birbirimize yaklaştık. Yaklaştık. Yaklaştık. Yakınlaşmamızdan ötürü yeri değişen parlak paketin ışıltısı gözüme yansıdı. Berkay, tam dudaklarını dudaklarıma bastıracağı esnada dikkatim kaymıştı. Hızla geri çekildim. “O elindeki şey de ne?” Gözlerini birkaç saniye için yuman Berkay, geri çekilişimdeki etkinin artçı sarsıntılarını üzerinden atar atmaz kare şeklindeki ince paketi elime tutuşturdu. “Aç bakalım.” Heyecanla gülümsemiş, çabucak açmıştım paketi. Paketin içinden çıkana şaşırmamanın mümkünatı yoktu. Tamam, takı-toka mücevher gibi bir şeyler beklemiyordum ama böyle bir şeyi de hiç beklemiyordum. Ufak kitabı evirdim çevirdim. Önüme düşen saç tutamlarını geri itip patates desenli pijamamın kollarını sıyırdım. “Bugün,” dedi Berkay aldığı hediyeye açıklama yazarak. “Bugün, ilk kez birlikte iş yapmaya başladığımız ilk gün. Bu ilke bir başkasını daha eklemek istediğim için aldım o kitabı.” Kitabı açıp baştaki sayfaya korkarak baktım. Yan yana, alt alta… Bu sıralar dua falandı galiba. “Bu ne Berkay?” Beni kolumdan tutup kendine çeken Berkay, omzuna yaslanmamı sağladı. Ardından kitabı eline alıp baş sayfadaki gizemi açıklığa kavuşturdu. “Bu alfabe diyorlar İclal,” dedi. Hediye şimdi netleşirken ağlamaya meyleden gözlerimi minnetle ona çevirdim. Eğer seviyor olsaydım, seni seviyorum Berkay diyerek içtenlikle ağlardım sanırım. Kitabın sayfasına sanki hemen kaybolacakmışçasına bir naziklikte dokunup derin nefesler aldım. Buna alfabe diyorlarmış.
BÖLÜM SONU |
0% |