Yeni Üyelik
25.
Bölüm

24. 1-2-3 SOBE

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Meran konağında yaşadığım zamanlarda Fatih’in, Zeliha’nın ve Zehra’nın sızlandığını duyardım hep. Ders çalışmaktan şikâyet ederlerdi. Kitapları duvarlara fırlattıkları çok olmuştu. Kendi aralarında kalem kırma, silgi saklama gibi yarışmalar düzenlerlerdi ki ders çalışmayı erteleyebilsinler…

Sayısız kez okulu bırakacaklarını hatırlatırlardı bize. Sonra oturur, yandığını düşündükleri gençlikleri için ağlarlardı. Bu tarz durumların hâlâ devam ettiğinden emindim. Sadece ben, onlardan ayrı olduğumdan dolayı feryatlarına şahit olamıyordum.

Gerçi… Ufak ufak onlara hak vermeye başlamam da bir çeşit feryat şahitliği sayılabilirdi. Evet, kardeşlerimin çektiklerine hak veriyordum. Zira şimdi ben de çekiyordum. Başına gelmeyen bilemezmiş meğer.

İtalyanlarla gerçekleşecek düelloya kadar kumarhaneye uğramama kararı almıştım. Evde kalacaktım. Dün geceki alfabe tanıtımının ardındansa Berkay, evde boş boş oturmayacağıma söz vermemi, ders çalışmamı istemişti benden; ders çalışmamı ve kaybettiğim onca vakti telafi etmek için bir an önce okuma-yazma öğrenmemi…

Zaten benim de istediğim bir şey için ona söz vermekte sorun yoktu. Esas sorun işi eyleme dökmekte, yani ciddi ciddi ders çalışmaktaydı. Ders çalışmanın zorluğu anlatılamazdı. Kalem tutmaktan parmaklarım kopacaktı neredeyse. Hangi birleşik çizgilerin hangi harfleri temsil ettiğini anlamaksa Orhun Kitabelerini tekrar tekrar deşifre etmekten güç gözüküyordu gözüme. Ayrıca, devamlı uykumun gelip durmasından yorulmaya başlamıştım.

Tüm öğrenciler mi böyle hissediyordu yoksa bu hisler yalnızca kardeşlerim ve bana mı özeldi emin değildim fakat ara vermenin tam da sırası olduğu bilinciyle odadan çıktığımda, ders çalışmaya yalnızca altı dakika harcayabilmiştim. İnsanlık için küçük, benim için büyük bir adım.

Öte yandan Karaevren konağının, buhranlı insanların taşıdığından daha fazla boğucu bir havası vardı. Bu yüzden bir saatlik aramın ilk on beş dakikalık kısmında merdivenlere oturmuş, ellerimi çeneme yaslamış ve artmaya devam ederek beni kaplayan can sıkıntımdan nasıl kurtulacağımı düşünmüştüm. Meğer çözüm hemen önümdeymiş. Meğer çözüm merdivenlermiş. Merdivenler ve merdivenlerin ahşap korkuluğu…

Temizlik topuzu yaptığım saçımdan firar eden birkaç tutamı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Ağrımayı sürdüren parmak eklemlerimi çıtlattım. Pantolonumun katlanan paçalarını düzelttim.

En üst kattaydım; üçüncü katta.

Bu seferde düşmemeye oldukça kararlıydım. Ahşap korkuluğa yan bir şekilde oturdum. Kollarımı iki yana açtım. Ardından kendimi aşağı bıraktım. Korkuluk epeyce tozlu olduğu için aşağı doğru kaymak kolaydı. Lakin merdiven köşelerine denk gelen viraj kısımları dengemi sarstığından dolayı ikinci kata ulaşamadan düşüyordum her denememde.

Her şeye rağmen bu sefer farklı olacaktı. Bu sefer farklı olmasını sağlayacaktım. Çünkü fazlasıyla tecrübe biriktirmiştim. Ki dediğim gibi de olmuştu hani. Korkuluğun kıvrılıp döndüğü yerde parmaklarımı tozlu yüzeye bulaştırmaktan çekinmeyerek tutunmuştum eski ahşaba.

Sonuç olarak düşmemiştim. Üçüncü katı profesyonel bir kaykaycı edasıyla geçtim. İkinci katı da mükemmeliyetle bitirdim. Birinci katta kendimi tutamayarak gülümsedim. Finaldeyse, zemin katta karşılaşmayı hesaplamadığım bir şey bekliyormuş beni tabii.

Dış kapının önünden dönüp de bodrum kata uzanan korkuluğun devamına sapacağım anda Şimal Karaevren ile karşılaşmıştım. Elinde kat kat tepsi vardı. Beni görünce azıcık bir çığlık attı ve çarpışmayalım diye geriye çekildi.

Dengem yeniden bozulmuştu. Korkuluk tepesinde sabit kalamayarak yere düştüm. Düşüşüm sert olmasa dahi canım acıdığı da bir gerçekti hani.

Hemen sonra, “İclal,” dedi kendine gelmeyi başaran Şimal. Neyse ki tepsilere de kendisine de bir şey olmamıştı. “Yavaş olsana. Ne yapıyorsun?”

Yerden bulduğum destekle ayağa kalktım. Ellerimi yelpaze gibi kullanıp kızardığından emin olduğum yüzümü ferahlatmaya başlamışken hasar tespiti yapmak amacıyla Şimal’e uzun uzun baktım. Verilmiş sadakan varmış. Ucuz kurtuldunuz. Seni geçtim, Şimal’e ve bebeğe bir şey olabilirdi. Ama kurtuldunuz.

“Bu ruhsuz konakta eğlenmeye çalışıyordum,” dedim. Yüzümü buruşturup boştaki elimi hafifçe belirginleşemeye başlayan karnına koydum. “Özür dilerim. İyisiniz değil mi?”

Aptal gibi davrandığımı kabullenmem lazımdı. Şimal’e zarar verme düşüncesi, delicesine korkutmuştu beni. Tamam, bu eve gelin diye geldiğimden beri hatta daha öncesinde de onun hamile olduğunu biliyordum ancak karnı çıkmaya başladığında işler daha fazla ciddileşmişti.

“İyiyim,” dedi derin nefesler alarak.

Olayın etkisinden sıyrılalım diye Şimal’den uzaklaşarak kaşlarımla elindeki tepsileri işaret ettim. “Onlar ne? Sen ne yapıyorsun?”

Yardımcı olmak amacıyla üstten iki tepsiyi aldığımda ne yaptığını, “Hazırlıklara yardım ediyordum,” diyerek açıkladı.

“Ne hazırlığı?” diye sordum. Yan yana, ilerideki dar koridora girip mutfak istikametinde yürümeye koyulduk.

“Haberin yok mu sahiden?” kayan eşarbını yüzüne hizaladı. Ancak şaşkınlığını hizalayamadığından olsa gerek alçak perdeden bağırmıştı. “Sizinkiler bizi akşam yemeğine çağırdı.”

Sanki bir dizi çekiyorduk, kurgusu yanlış yazılmış bir dizi. Etrafta dönen olaylardan en son babalar haberdar olmaz mıydı? Neden hep sona kalan ben oluyordum sanki?

“Bizimkiler?” bizimkilerin kim olduğu, geç belirmişti dikkatsiz aklımda. “Meranlar mı?”

“Hı-hımm.”

“Neden?”

“Abin ve Beril’in açıklayacağı bir şey varmış galiba,” dedi Şimal. Akabinde koluma heyecanla dokundu. “Ay İclal… Beril hamiledir belki ne dersin?”

Diyeceğim tek şey eğer bir bebek doğacaksa bu bebeğin annesinin Beril olmasının imkânsız olduğuydu. “Belki,” dedim sorusu yanıtsız kalmasın diye. Oysa biliyordum. Yurt dışına gidiş haberinin, ailelere açıklanma zamanı gelmişti artık.

Koridor biter bitmez mutfağa girdik.

Mutfak ağır bir hengâmeyi ağırlıyordu. Her yer birbirindeydi. Fazlaca yemek ve ikramlık hazırlanmıştı. Fırından buharlar yükseliyordu. Dolaptan çıkartılmış tabakların bir tanesi bile boş değildi. Yardımcılar dört bir yanda koşturuyordu. Esma Karaevren ise başlarında durmuş, düzeni sağlamak uğruna komut veriyordu. “Hah Şimal,” dedi kapı tarafına bakıp bizi gördüğünde. “Getirdin mi su böreklerini? Koy şuraya.”

Şimal’in peşinden ilerledim. Tepsileri boş yeri olmayan masaya, bir şeylerin üzerine bıraktık. Akşam bizimkilerde akşam yemeği yiyeceksek bu hazırlıkların tek bir nedeni olabilirdi ki Esma Hanım, büyük bir aşiretin Hanım Ağa’sı olarak eli boş gitmek istemiyordu.

“İclal.” Adımın seslenilmesiyle Şimal’in arkasından çıkıp Esma Hanım’ın karşısına dikildim. Hayretle kıyafetlerime bakıyordu. “Sen hazırlanmadın mı daha? Önden gideceğiz biz kızım. Hazırlan hemen.”

Tıpkı Esma Hanım’ın yaptığı gibi ben de kafamı eğerek kıyafetlerime baktım. Gayet hoş bir pantolon ve gayet hoş bir tişört taşıyordum üzerimde. Kabul, saçlarım dağınık olabilirdi ancak birkaç hızlı hamlenin düzeltemeyeceği iş değildi. “Pek bir hazırlığa gere yok,” dedim sırtımı yeniden dikleştirirken. “Böyle de gidebilirim.”

Söylediklerim, az daha kadının kalbine iniyordu… “Böyle? Böyle mi?” diye sordu. Yardımcılardan birinden aldığı suyu içti. “Git güzel bir entari giy. Altınlarını tak. Süslen püslen. Bak sonra arkamızdan konuşurlar kızım.”

Elimde olsa arkamızdan konuşanları bizzat görmek, neden sürekli bizi konuştuklarını sormak isterdim de işte şartlar… “Annemler arkamızdan konuşmaz ki.”

“Annenler değil, etraf konuşur İclal. Olmaz kızım. Şimal de Sen de Karaevren gelinleri olarak ailemizin değerini temsil edeceksiniz orada.”

İstenç dışı birkaç adım geri çekildim. Nasıl bir tarikatın içine düşmüştüm böyle?

“Şimal hadi kızım bırak o börekleri de İclal’in hazırlanmasına yardım et,” diyen Esma Hanım, üstelemekte bir dünya markası olmaya hazırlanıyordu bir nevi. “Hadi, çabuk olun.”

Halime acımayan Şimal, gülümseyerek bana yaklaştı ve sürükleyerek beni mutfaktan çıkarttı. Harbiden hazırlanmaya gidiyordum; süslenmeye püslenmeye, takmaya, biraz da takıştırmaya, Karaevrenler için ideal bir değer temsilcisi olmaya…

*

Uzun bol, uzun kollu bir elbise giymiştim. Elbisenin kolları uzundu hadi de elbisenin eteğinin de kollardan aşağı kalır yanı yoktu. O da uzundu. Hatta öyle uzundu ki ayak bileğimdeki silah figürlü gümüş halhal görünmüyordu. Öyle uzundu ki attığım her adımda yerleri süpürüyordum adeta.

Elbise kumaşının geneli sütlü sarıydı. Saçlarımın rengine hoşça uyacağını düşündüğü için Esma Hanım seçmişti bu tonu. Sütlü sarının üzerine minik, kızılımsı yaprak desenleri kazınmıştı.

Dalga dalga açık bıraktığım saçlarımın tepesini ise yine aynı sarının pigment kardeşi olan ince bir tülbent örtüyordu. Tülbendin kenarları işlemeliydi. Eğer kafamı çokça hareket ettirirsem işlemeler, kirpiklerime dokunuyor; gözüme batıyordu. İşkence gibi.

Tülbendin kaymasını önlemek isteyen Şimal, demir tel tokalarla, hafif örtü parçasını başıma sabitlemişti. Aşırıya kaçmayan bir makyaj yapacağımızı da söylemişti ki; onların makyaj tanımı dudağımdaki tek ruju kapsıyordu sadece.

Ve takılar… Boynumda onlarca kolye, kulaklarımda çiçek figürlü saf altın küpeler ve bileklerimde yirmi küsur tane burma bilezikle çıkmıştım Karaevren konağından.

İkramlıklarla birlikte Meran konağının kapısında durduğumuzda annem sakince, Dilan halam ise damdan düşercesine gelmişti yanımıza. Kızlar henüz evde değildi, Fatih okuldan dönmemişti. Bu yüzden karşılama komitesi iki kişilikti.

Annem, Esma Hanım ve Şimal yanımızdan uzaklaşıncaya değin beklemiş, sonrasında sevgili halam, kıyafetlerime ve altınlarıma karşın içten bir kahkaha patlatmıştı. O kahkahasını durultabildiğinde ilk olarak Hüma’nın istifasını konuşmuştuk. Hüma, ailesinin yanına, memleketine döneceğini söyleyerek istifa etmişti. Kızın gerekçesini sahici bulmayan halam, her halükarda konaktan gitmiş olmasına memnundu.

Bu konuyu halleder etmez Zehra-Baran, Zeliha-İtalyan ilişkileri hakkında en ufak bir bilgi kapabilmek uğruna sıkıştırmıştım kendisini. Ser verip sır vermemişti hiç. Ben de sırf intikam alabilmek, onu merak ettirebilmek için abim ile Beril’in bu akşam açıklayacağı şeyi bildiğimi ima etmiştim. Benzer halde, halamın da benden kazandığı yegâne şeydi ser.

Neticede sıfıra sıfır, elimde vardı sıfır.

Yardımcılar konağın avlusuna yemek masasını kurar, halamlar ekipçe yukarıdaki odada toplanıp dedikoduya başlarken onlardan ayrılmıştım. Berkay gelinceye kadar ders çalışıp ona verdiğim sözü tutabilmeyi umuyordum ancak umutlarım benden yana değildi, her zaman olduğu gibi.

Dilan halam ile ayrıldığımızda, kan berdel haberini aldığım çalışma odasındaydım. Cam kenarındaki sedirin baş köşesine oturmuştum. Alfabe kitabı elimdeydi. Ortam sessizdi; ders çalışmaya oldukça elverişliydi. Dikkat dağıtacak hiçbir engel yoktu. Yine de dikkatim bana yalvarıyor, dağılmaya yer arıyordu.

Kaç saat geçtiğinden bihaberdim. Kapı açılıp da dikkatimin istediği olduğunda cidden uyumak üzereydim.

Kafamı kaldırıp çalışma odasına, yanıma gelen kişiyi görmeden evvel o kişinin tanıdık parfüm kokusunu almıştım. Birden uykum dağılırken kitabı yüzümden çekip Berkay’a baktım. Ben gülümsüyordum da…

Onun canı sıkkın gibiydi. İçeri girdikten sonra kapıyı arkasından kapattı. “İclal,” dedi yorgunca. “Evdeki korkulukların üzerine çıkıp kayma lütfen.”

“Nasıl ya?” diye sordum. Kendimi tutamamıştım. Kaşlarım çatılmış, sözler müsaadesiz dökülmüştü dudaklarımdan. İşten çıkıyordu. Bizim konağa geliyordu. Yanıma uğruyordu ve ilk olarak bunu mu soruyordu sahiden? Ne yani, canının sıkkınlığına sebep olan da korkuluklardan kaymam mıydı şimdi?

“Sen nereden biliyorsun bunu?”

Ceketini çıkartıp köşedeki sandalyenin sırtına fırlattı. Kravatını gevşetiyorken odanın ortasına kadar ilerlemiş, karşımda durmuştu. “Yardımcılardan biri görmüş seni. Sonra anneme söylemiş. Annem de bana söyledi.”

Oturuşumu düzeltip elbisenin kollarını çekiştirdim. Bu tarz bir istihbarat ağına MİT’in sahip olduğundan dahi şüpheliydim. “Yılan hikâyesi,” diye mırıldandım. Akabinde Berkay’ı yok sayıp artık benim tarafımda savaşa devam eden dikkatimi de alarak alfabe kitabına tekrar döndüm.

Kitabıma dönerken yaptığım son hareket, beyefendinin dikkatinden kaçmamıştı hiç. Tamamen çözdüğü kravatını bana doğru fırlatırken, “Gözlerini devirme hiç,” dedi. “Ciddiyim.”

Kravatı yüzümden çektim. Ancak tekrar ona atmaya da çalışma odasının kuytu bir köşesine fırlatmaya içim el vermemişti. Kaldığım sayfa kapanmasın diye kitabın arasına işaret parmağımı koyup diğer elimle kravatı –kitap tutan elimin– bileğime dolamaya başladım. Tabii burma bilezikler, kravatı rahatça bileğime dolamamı sağlamıyordu ya orası da bir ayrı konuydu.

“Çok sıkıldım,” diyerek başladım kendimi savunmaya. Ela gözlerini bir saniye için bile üzerimden çekmeyen kocamın bana katılmasını diliyordum. “Çok sıkıldım Berkay. Evde oturmaya da ders çalışmaya da alışık değilim.”

Alışık olmadığım şeyler birden karşıma çıkınca bünyem, içine düştüğüm durumu kabullenememişti işte.

“Peki,” dedi Berkay. Dileğimi yerine getirmişti bir nevi. Sesini yükseltmemişti. Anlayışı, bakışlarına yansıyordu. Ensesini kaşırken ekledi. “Benimle birlikte şirkete gelirsin öyleyse. Orada ders çalışırsın.”

“Gerçekten mi?” diye sordum. Kendimi kontrol edememiştim. İkimizin yerine de bağırmış bulunmuştum. Sunduğu teklif, kulağa sıkıcılıktan ırak geliyordu. Her sıkıcı moduma böylesine hızlı kurtarış planları adaması ise epey eşsizdi.

“Gerçekten,” dedi. Zor da olsa yorgunluğundan sıyrılmıştı. Tamamen yanıma gelip oturdu. Sonra kafasını dizlerimin üzerine koyarak sedire yattı. Yoğunlaşan parfüm kokusuyla ufak çaplı atışmamızın etkisizliğinden çıktım. Elimi saçlarına koymak yerine elbisemin ince kumaşından bacağıma batan saçlarının verdiği huzurlu hisle yetinmeyi tercih ettim.

Benim aksime, saçlarıma dokunmaktan çekinmemişti. Dizime yattığından dolayı yüzüne dökülen saç tutamlarımı alıp parmaklarına dolamaya girişti. “Söyle bakalım çalışmalar nasıl gidiyor?”

Kafamı fazla yukarı kaldırmamaya özen tanıdım. Zira kafamı fazlaca yukarı kaldırırsam saç tutamım Berkay’ın parmağından ayrılacaktı. Nedeni yoktu; sadece saçlarıma dokumaya devam etmesini istiyordum o kadar.

“Gitmiyor,” dedim alfabe çalışmamdan dert yanarak. “Lanet bir harf var. Ne demek olduğunu her defasında unutuyorum.”

“Göstersene. Hangisi?”

Alfabenin yazıldığı ilk sayfayı açıp kitabı Berkay’ın görebileceği bir açıya getirdim. Ve ardından birinci harfin yanındaki ikinci harfi işaret ettim. İşaret ettiğim harf, beyefendiyi neşeye sürüklemişti her nasılsa. Upuzun gülmesinin bitişinde, “İclal,” diyerek iç çekti. Ela gözlerini gözlerimle kesiştirdi. “Adımın baş harfi bu…”

Gamzesinin ipliğini pazara çıkan gülümsemesine karşın bir kez daha göz devirdim. Sevimli yüz ifadesine bakmamayı bilhassa öncelik edinmiştim. “Berkay,” dedim ikinci harfi kendim için aydınlatırken. “Unutmama şaşırmamalı.”

“Sık sık izin versen de,” dedi. Saçımla beraber sarkan tülbendi tutup yüzümü yüzüne doğru çekti. “Kendimi sık sık unutulmaz kılsam.”

Elini tuttum. İsteklerime rağmen hem tülbentten hem de saçımdan uzaklaştırdım parmaklarını. Zira sevgili (!) kocamın anında şımarmak gibi kötü bir huyu vardı. “Berkay, bana baksana âşık mısın sen yoksa?” ona gerek kalmadan yüzüne yaklaştım. “Gözlerin açıkken hayaller falan kuruyorsun da.”

Derince gülümsemeye devam etti. Ben de geri çekilerek kitabıma dönmüştüm. Lakin tek bir harfe dahi odaklanamadım. Berkay böylesine yakınımdayken harfler cazibesini kaybediyordu. Odaklanabildiğim yegâne şey o ve onun sözleri oluyordu.

Beş saniye geçmeden konuyu değiştirdi. Önce burmalarıma sonra tülbendime baktı sanki yeni fark ediyormuş gibi.

“Neden böyle giyindin zevcem?” diye sordu. “Üstündekiler, pek senin tarzın değil sanki…”

Bilmem kaçıncı kez göz devirdim. “Karaevrenleri temsilen giydim bunları. Soyunla alay etmeye yeltenme bile Berkay.”

Birazcık kıpırdanıp daha fazla yerleşti dizlerime. “Farkında mısın, çok güzel bir Karaevren oldun sen, İclal.”

Konuşmak için araladım dudaklarımı fakat konuşmaya başlayamamıştım çünkü çalışma odasının sokağa bakan penceresi yarım halde aralıktı. Fatih’in kafası birden o aralıkta belirivermişti. “Abla,” diye haykırırken hem beni hem de Berkay’ı yerinden sıçrattı. “Çok özledim seni.”

Kitabı kenara bıraktım. Berkay’ı es geçtim ve kardeşime aynı hasretle baktım. Onu en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyordum asla. “Ben de seni özledim. Hadi çabuk gel yanıma.” Kollarımı iki yana açtım. “Sarılmak için bekliyorum.”

Bana baktı. Sonrasında bakışları, kafasını dizlerimden kaldırmayan Berkay’a kaymıştı. “Tamam ama önce bir şey sormam lazım.”

“Tamam. Önce bir şey sor bakalım.”

Dirseklerini camın kenarına yerleştirdi. “Bir insanın…” sol elinin işaret parmağını kaldırdı. “Bir insanı…” sonra sağ elinin işaret parmağını kaldırdı. “Öpmesi için evli olması gerekir mi?” diye sorarken işaret parmaklarını iç içe geçirdi.

“Bu da nereden çıktı Fatih?” kafam karışmıştı.

“Berkay abi seni öptü mü abla?” diyerek devam etti. “Dudağından öptü mü?”

Berkay sırıtmaya başlıyorken onun kafasını umursamayarak hızla yerimden kalktım. “Ne diyorsun oğlum sen? Nereden çıktı bu?”

“Hiç,” dedi. Omuzlarını silkti. “Konağın arkasından gelirken Zehra ablamı gördüm. Baran abi Zehra ablamı öpüyordu. Ama dudağından. Ben de merak ettim işte. Hani onlar evli değil ya… Siz evlisiniz.”

Yatmak için bir sebebi kalmayan Berkay çabucak doğruldu. Eteklerimi bir telaş tutuşturmuştu. Fatih’in ardı arkası kesilmeyen olay silsilesini dinlemeyi yarıda bırakarak çalışma odasının kapısını açtım. Açmamla Dilan halamın karşıma çıkması bir oldu. Hafifçe eğilmiş, elinde bir bardak tutuyordu. Ben kapıyı aniden açınca bardağı kırmıştı. Şimdi bir bana, bir Berkay’a, bir de yerdeki cam kırıklarına bakıyordu. Tabii ya, ne olursa olsun, kapıları dinlemek en büyük hobisiydi.

“Ne olmuş İclal? Son şeyi duyamadım,” dedi.

“Aman hala ya!” diyerek isyan ettim.

Peşimden çıkan Berkay, “Saygılar Dilan Hanım,” demeyi tercih ederek halamın elini öptü, alnına koydu.

Bir kargaşa içinde avluya geçtik. Halam anlamsızlıkla birlikte geride kalırken ben Berkay ile birlikte koşuyordum artık. Dış kapıyı aştık. Bizi gören Fatih, anında arkamıza takılırken konağın arka sokağına kadar hız kesmeden koşmuştuk.

Ancak bazen ne yaparsanız yapın bir şeyler için geç kalırdınız. Olacağı varsa olur. Akacak kan, damarda durmaz. Bu olay da onlardan biriydi. Arka sokağa ulaştığımızda geç kaldığımızı biliyordum. Bilmekle kalmıyor bir de görüyordum. Babam ve Erhan Karaevren oradaydı. Zehra ve Baran karşılarında duruyordu. Çevredeki kalabalık etraflarına toplanmıştı. Yüksek perdeden bağrışlar yükseliyordu.

Omuzlarımı düşürüp tuttuğum nefesimi serbest bıraktım. Planlamamıştık fakat Berkay ile aynı anda aynı cümleyi mırıldandık. “Şaka mı bu?”

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%