Yeni Üyelik
26.
Bölüm

25. DÂHİYANE SÖYLEMLER

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Küçükken, halamın anlattığı peri masallarına asla inanmamıştım. Sahte olduklarını; saçma hayal dünyalarının yalancı hayal ürünleri olduklarını savunmuştum. Ama büyük konuşmamak, belki de büyük argümanların avukatlığına soyunmamak gerekiyordu. Çünkü şu anda, bir grup hayali haydudun peşimi bırakmadığı kanısına varıyordum. Peşimi bırakmıyor, yolunda giden ne varsa yollarından sapmalarına neden oluyorlardı. Evet, tüm bunlara başka türlü bir açıklama bulunamazdı.

Esma Hanım’ın hiç de hoşnut kalmayacağı şekilde ele güne rezil olduğumuz sokak bağrışları son bulduğunda çıktığımız gibi, hızla, geri dönmüştük Meran konağına. Sözde akşam yemeği yenecekti lakin kimsede akşam yemeği yiyebilecek iştah kalmamıştı.

Zehra Baran’ı, Baran ise Zehra’yı kendinden geçer halde savunuyorken tartışma sürmüştü. Erhan Karaevren ve babam Kürşat Meran, onları yeteri kadar azarladıklarına karar verip de üzerlerindeki sinirden az da olsa kurtulabildiklerinde ortada yeni bir karar vardı işte. En kısa zamanda, Zehra ile Baran’ın nişanı yapılacak; Baran on sekiz yaşına gelir gelmez de evleneceklerdi.

Bu haberin arkasından gelen abim ve Beril, fazlaca dikkat çekemediler. Tam da tahmin ettiğim gibi yurt dışına gitme kararlarını açıklamışlardı bir çırpıda. Aileden itiraz eden de onlarla ilgilenen de olmadı. Kan berdeli bozulmadığı sürece istedikleri yerde yaşayabilirlerdi neticede.

Birkaç mesele daha, böylece, hallolmuş oldu.

*

Araba, sakin asfaltta hızla kayıyorken akıp duran gözyaşlarımın sesini kısamıyordum artık. Elbisemin kollarına yapışmıştım hırsla. Zaten gözüme batmaya meyilli olan tülbentle yüzümdeki ıslaklığı kuruladım. Fakat yüzüm, asla tamamen kuru kalamıyordu.

Dişimi tırnağıma takarak içimde kurduğum umutlar gürültüyle yıkılıyorken ben, kaldığım enkazın altından ağlamakla yetiniyordum.

“İclal,” dedi aramızdaki ürkütücü sessizliği bozan Berkay. Hem sesi hem hareketleri oldukça temkinliydi. “Ağlıyor musun sen?”

Frene bastığını fark eder gibi oldum. Kısa süre sonra yol kenarında durdurmuştu arabayı. Tavandaki ışığı açıp bana doğru eğildi. “Ne oldu hermosa’m?” işaret parmağını çenemin altına yerleştirip beni, ona bakmaya itti.

İtmesine direnmedim. Ondan yana döndüm ve endişeli ifadesi ağlama talebimi körüklüyorken emir kulu misali her talebi kabul ettim. Gözlerimin üstünü bir kez daha silmiştim.

Yıkık umutlar göçüğünde kalmak kan kaybettiriyordu ruhuma. Belki de kaybettiğim kanlar başımı döndürdüğü içindi bilemiyorum… Fakat hissettiklerimi, aynen, Berkay’a anlatmaya karar vermiştim.

“İstediğim hiçbir şey olmuyor Berkay,” dedim dürüstçe. “Asla olmuyor.” Telaffuzum epeyce çatlaktı. Ağlamak; ağlamaya devam etmek harap etmişti boğazımı. “Hep tersi çıkıyor. İstediğim şeyler gerçekleşmiyor.”

Hani çok istemek kavuşturuyordu imkânsızı imkândaki evine…

Kumaşını tırmalayıp durduğum elbisenin bol kolunu burnuma bastırdım. “Ne yapacağım? Sırf gerçekleşsinler diye istediğim şeyleri istemiyormuş gibi mi davranacağım?” hüzünle dilenen bakışlarımı onun teninde tutmaya dayanamayarak yeniden önüme döndüm. “Bunu nasıl yapabilirim Berkay?”

Nefesini, sıkkınca, dışarıya üflediğini işittim. Tepkisini görmeye yakın değildim. Bir mühlet kadar direksiyona hafif hafif vurmuştu. Hız kesmeyerek ağlamamı uzattım. Derken emniyet kemerini açtı. Aniden yapmıştı bunu. Sanki aklına aniden bir yorum konmuştu. Arabadan indi. Yerimden kıpırdamadım. Elbisenin kollarını ve tülbendin kenarlarını ıslatmaya adadım bünyemi.

Kaputun önünden dolandı. Benim olduğum tarafa geldi. Oturduğum koltuğun kapısını acele etmeden açtığında bileğime sardığım siyah kravatını çekiştiriyordum çamurlukta çırpınırcasına. Ferasetim köreliyordu iyiden iyiye. Ağladım, ağladım, ağladım.

Bana aldırmadan emniyet kemerimin tokasını açan Berkay, ufak bir açıyla geriye çekilip elini –tutmam için– uzattı. “Güzeller güzeli soyadı temsilcim,” dedi. Kullandığı ses perdesi, gülümseyerek konuştuğunun işaretçisiydi bir nevi. Giydiklerime bulunduğu atfa takılmadan sadece onu dinledim. “Gel benimle.”

Sanki burada durmak, ölüp biterek ağlamak bir şeyleri değiştirecek; Zehra’ya bulaşan evlilik hükmü silinecek de…

Düşünmek için fırsat tanımadım kendime. Elini tuttum ve arabadan indim yere. Elini tutmamla güç verircesine parmaklarımı sıkması bir olmuştu.

Yol kenarında, asfaltın dışındaki çorak araziye doğru yürüdük. Adımlarımızı arazinin merkezine varıncaya değin ilerlettik.

Otun az toprağın bol olduğu bir kısımda Berkay yürümeyi bırakmıştı. Aynı şekilde elimi de bırakarak önce ayakkabılarını sonra çoraplarını çıkarttı. Bana yöneldiği sırada aniden geri çekilsem de ayakkabılarımı çıkartmasına engel olamadım. “Ne?” diye çıkıştım ağlamaklı bir sertlikle. Çıplak ayaklarımın altında hissettiğim tozlu toprak daha fazla bozuyordu sinirlerimi. “Nedir bu? Ritüel falan mı yapacağız?”

“Hayır,” dedi basitçe. Ay yoktu bu gece. Karanlıkta kalmıştık ve o, karanlıkla bütünleşmekte ustaydı. Öyle ki beni her zaman sakinleştirebiliyorken şimdi sakinliğin kıyısına dahi yaklaştırmayan parfüm kokusunu duyumsamasaydım eğer puslu gözlerim, hâlâ, karşımda durduğuna inanmazdı. “Bana istediğin şeyi söyle,” diyerek ekledi.

“Berkay,” dedim ağlamam katlanıyorken. Gerçekten dayanamıyordum. Böyle saçmalamasına şu anda katlanacak halde değildim. “Neden normal davranmıyorsun ki?” basit bir soruyla isyan ettim yapısına. “Konağa gidelim lütfen.” Araziye saçılmış kuru yaprakları dört bir yana savuran rüzgâr, kıyafetlerimi çılgınca uçuşturuyorken arabanın kaldığı istikamete hitaben arkamı dönmüştüm ona. “Kendimi iyi hissetmiyorum.”

Bırakmadı. Kafasına koyduklarını gerçekleştirmeye yeminli çocuksu bir tarafı vardı ve o çocuksu tarafı, zaten dağılmış ruhumu daha fazla katletmesini sağlayacaktı. Keşke Berkay, yeri geldiği zaman saçmalamayı bıraksan…

Kolumu tutup beni tekrar kendine çevirdi. “Seni iyi hissettirmeme izin ver İclal,” dedi. Harfleri, ona izin vereyim diye diz çöküyordu adeta. Yüzümü ellerinin arasına alıp benimle aynı boya gelebilmek için hafifçe eğildi. “Bana istediğin şeyi söyle.”

Savaşacak neden bulmak zordu. Gardımı indirmekse kolay…

“Kardeşimle ilgili olanı mı?” diye sordum. Emin değildim fakat Berkay’da büyü bir şeyler vardı, kesin. Hali-tavrı, lanet parfümü ya da kullandığı yumuşacık ses tonu… Aklıma girmeyi de kanımı zehirlemeyi de başarıyordu. Sonuçta onun dediğini yapmaktan fazla karşı çıkamıyordum kalıplarıma.

“Bilmem,” dedi kafasını iki yana sallayarak. Başparmakları, yağmurlu bir günde otomatiğe bağlanmış araba sileceği misali gözlerimden süzülen yaşları temizliyordu. “Şu an seni ağlatan şey her neyse…”

“Kardeşim Zehra,” dedim içli içli. Hüngür hüngür ağlama safhasına geçmiştim bir güzel. Berkay’dan uzaklaşarak, yığılırcasına, yere oturdum. Dizlerimi kendime çekmiş, kollarımı da dizlerimin etrafına sarmıştım. Ayaklarım tamamen toprağa basıyordu. Alnımı bileğime, onun kravatının üzerine bıraktım. “İstediğim en büyük şey,” diyerek de başladım, sonra. “Hayatımı istediğim gibi yönetebilmekti.”

Berkay da yere oturdu. Tıpkı benim oturduğum gibi oturmuş olmalıydı ki sırtının sırtıma yaslandığını fark ettim. Takım elbisesinin ceketinden geçip tenime yayılan bedeninin sıcaklığı, bendeki kışla savaşıyordu. Yüzünü görmediğim için memnundum. Sinir etse de varlığını böylesine hissettirdiği için de ayrıca memnun…

“Kimseye muhtaç olmadan, kimsenin kurallarına uymadan yaşamak istemiştim.” Sesim boğuk çıkıyordu lakin onun beni anladığından adım kadar emindim. “Yanlış da olsa kendi seçimlerimi yapmak… Seçimlerimin sonuçlarıyla bizzat yüzleşmek güzel olurdu.”

Yavaştan titriyordu vücudum. Boğazımda geçmek nedir bilmeyen bir yumru vardı; yutkunma yetimi avuçlarımdan çekip almıştı. Burnum tıkandığı için ciğerlerime yolladığım nefes yetersiz kalıyordu hep. Çocukken yaşadığım şeylerin film şeridine sarılmışçasına beynime dolaşması da cabasıydı. Mezarlık sınırları içinde olsaydım, ölüler beni katiyen yadırgamazdı.

“Birilerine muhtaç olmadan kendi ayaklarımın üzerinde durabilmenin ne demek olduğunu anlayabilseydim keşke.” Kafamı bin belayla kaldırıp burma bileziklerin ağırlığını zorla görmezden geldim. Bileğime sardığım kravatı mekanik hareketlerle çözmeye koyulmuştum. “Ama olmadı.”

Çok çok eskiden, yol kenarında gördüğüm taze fidanlara bağlanmış destek odununu acımasızca sökerdim yerinden. Çünkü o fidanlarda kendimi görüyordum. Tek başlarına büyümelerine izin verilmiyordu. Düşüncemin sağlık boyutu tartışılırdı ancak yerinden söktüğüm odunları yakarken duyduğum mutluluğun yeryüzünde tarifi yoktu.

“Doğduğumda, yaşayacağım hayat kurgulanmıştı bile,” dedim kravatı bu defa da sol elime sarmıştım. Sonra elimi yanağıma bastırdım. “Uslu bir kız olarak yetişmem gerekiyordu. Uslu ve namuslu…” dediğim şeye gülmeden edemedim.

“Ailemin sözünden çıkmamalıydım. Niyetimi yanlış anlamasınlar diye okula da gitmemem gerekiyordu. Ev işi öğrenmem şarttı. Yemek, bulaşık, dikiş biraz da nakış…”

Berkay oturduğu yerde azıcık kıpırdandı. Koyu karanlıkta ışıldamayı bir şekilde başaran alyanslı elini yere koyarak bana yaklaştırdı. Ben de elimi elinin üzerine koydum.

“Uygun bir yaşa gelene kadar böyle yaşayacaktım işte. Sonra soyadımızın menfaati için babamın uygun gördüğü biriyle evlenecektim.” Gözyaşlarım kademe kademe duruldular. “Ben bunların hiçbirini istemedim. Hatta ev işi falan da öğrenmedim. Her defasında evden kaçıp okula gittim. Tabii yarı yolda yakalanıyordum ama kaçmayı hiç bırakmadım.”

Başkaldırmak egemen hissettiriyordu.

O zamanlardaki meydan okuyuşum tekerrür ediyordu sanki. Elimi Berkay’ın elinin üzerine koymakla kalmayıp parmaklarımın ucunu alyansında gezdirmeye giriştim. Çenemi dikleştirmiştim. Siyah kravatın yardımıyla yüzüme sinen son ıslaklık kırıntılarını da imha ettim.

“Abimin mafyacılık işlerine sürekli dâhil oldum. Ben kendi kurallarıma göre bir yol çizmeye çalıştım aslında ama babam yol planımı pişmanlık duymadan darmaduman etti ki en sonunda onların kurguladığı yaşama boyun eğmek zorunda kaldım. Evlendim.”

Kafamı geriye doğru eğerek kafasına dokundum. Saçlarının, kenara kaymış tülbent sayesinde, saçlarımın arasına karışmasına olanak tanımıştım. “Neyse ki şansıma, piyangodan iyi bir şey çıktı.”

“Hımm…” diye mırıldanırken güldü. Kafasının kafamdaki baskısını yükseltti. “Senden duyduğum ilk içten itiraf bu.”

Kirpiklerimi kırpıştırıp belli belirsiz bir usanmışlıkla kapkara gökyüzünü izledim. Hayır, normallik ona yakışmamakla yetinmiyor; normallik onun hamuruna uymuyor. “Aldığın tüm içten itirafların çetelesini mi tutuyorsun yoksa?”

“Hayır. Sadece senden gelenler,” dedi. “Anlatmaya devam et zevcem.”

Görmese dahi hissedebileceği şekilde omuzlarımı silktim. “Anlatacak pek bir şey kalmadı. Bir masalın daha sonuna geldik Berkay. Kardeşlerim benim yaşadıklarımı yaşamasın, okuyarak kendi hayatlarını çizsinler istemiştim.” İç geçirdim. “E bu da olmadı…” akabinde öngörülerimi serdim ortaya. “Zeliha İtalyan’la kaçacak muhtemelen. Zehra’yı ise biliyorsun… Bugün başını bağladılar. Hayatlarını muhtaçlık içinde sürdürecekler. Sanırım kız kardeşler arasında yaygın bir ortak kader laneti var.”

“Rahatla,” dedi bir şarkının nakaratını okurcasına. “Lanet falan yok.”

Sırf bana aksi bir fikri dile getirdiği için tuttuğum parmaklarına tırnaklarımı batırdım. “Nereden biliyorsun? Uluslararası tılsımcılar derneği başkanı mısın, sen?”

“Hayır.” Keyifle kahkaha attı. “Eros’un elçisiyim.”

Pekâlâ… Acilen ortak bir alfabe belirleyip ona uygun olarak konuşmak mecburiyetindeydik. “Of! Eros kim Berkay ya?”

“Hiç, okuyla aşk saçan bir kanatlı sadece...” kısaca duraksadı. “Kardeşlerin senin yaşadıklarını yaşamayacak; korkma İclal. Onlar âşık.” Elini ansızın kendine çekip beni boşlukta bıraktı. “Birbirlerini savunurken yaşadıkları tutkuyu gördüm kızım ben. Gerçek âşık onlar.”

Sanki sadece bana bir şeyler söylemiyor, söylediklerini şahsen hissediyordu. Kendimi berbat bir halde olduğuma inandırayım diye, galiba, oturduğu yerde hafifçe kıpırdandı. “Onlar töreye değil gerçek aşka kurban gitmişler.”

Alnımı ovalarken, “Ne demezsin,” dedim alaycılıkla. “Sözde aşkları evlilikle sonuçlanacak ama… Evlilik ayak bağından başka bir şey değildir.” Hatta evlilik bağdan da öte bir çerçeveydi ki sınırları dışına çıkmak; ben ve benim gibiler için ölüm anlamına gelirdi.

“Hayır,” dedi Berkay ısrarla. Bu gece ne dersem diyeyim zıddıma gitmekte kararlıydı herhalde. “Evlilik, yeni modada sevgili olmanın, eski modadaki resmi adı.”

“Dinle beni İclal.” Kafasının arkasını kafamın arkasına nazikliği sorgulatırcasına çarptı. “Hayat bir tür oyuna benziyor. Seviye atladıkça karşımıza çıkan zorlukların güçlük derecesi de artıyor.”

Dudaklarımı kemirmeye başlarken ağlamaktan acıyan gözlerimi kapattım. Berkay yine bir şiir okuyordu kulaklarıma. Bana ters olsa da etkisine kapılmamanın yürürlükte geçerliği yok gibiydi.

“İnsan karşılaştığı her sorunu tek başına alt edemez zevcem,” diyerek sürdürdü konuşmasını. “Hadi alt etti diyelim…” epey tereddütle konuşuyordu. “Eninde sonunda yenilir. Dinlenmek ister. İşte böyle anlarda bizi koşulsuzca sevecek gerçek birine ihtiyaç duyarız. Birlikte savaşacağımız, mücadele edeceğimiz, yeri geldiğinde ağlayacağımız, tüm güzel duyguları beraber keşfedeceğimiz birine…”

Gözlerimi yavaşça aralayıp sol elimi mengene misali saran alyansın soğukluğuna öylece bakakaldım. Şu zamana kadar hayatımda hiç gerçek biri olmamıştı. Bana gerçek birini getirenin bu alyans mı olması lazımdı?

“Burada, aşk devreye girer. Seni gerçek dünyanın acımasızlığından her şeyin daha kolay olduğu rüya gezegenine götüren gemiye bindirir.”

İtiraf etmeliydim ki etkileyiciydi dile getirdikleri. Öyleyse bu diyaloglar başlamadan önceki halimden daha mutsuz hissetmemin sebebi neydi?

“Orkestraları dinlemek keyiflidir ama tek kişilik orkestra olmaz İclal.”

Alyansın soğukluğunu gözyaşı kalıntılarıyla yanan yüzüme bastırdım. Açık bir arazide hareketsizce oturduğumuz için şehre çöken kışın sertliği bir hayli belirgindi. Fakat sırtındaki ve başındaki sıcaklıktan nasiplendiğim Berkay, tüm kötü emareleri silmek üzere nefes alıyordu.

“Sevdiğin kişiyle evlenince dünyadaki gulyabaniler bir anda sevimli görünmeye başlar,” dedi ve bir kalp atımı süresi kadar sustu. “Karamsarsın.” Hakkımdaki düşüncesini öğrenmek, gerçekten sakinliği tattırıyordu bana.

“Karamsarlığı bırak. Her şeyin kötü tarafını görme zevcem.” Belki elini yine uzatmıştır diye, toprağa, yan tarafa bakmıştım ancak eli yoktu. Onun yerine cümleleri vardı. “Sevmekte, âşık olmakta, evlenmekte kötü bir taraf yok. Bunda, hayatı da yaşamı da bitiren bir taraf yok.”

“Neden bunların imkânsız olduğunu düşünüyorum öyleyse?” diye sordum çaresizce.

“Çünkü benimle bir takım olmak istemiyorsun,” dedi belki de karamsarlığın esas gölgesinde. “Oysa takımımda olmasını istediğim tek oyuncu sensin.”

Kendimde konuşacak güç bulamıyordum. Konuşmadım. Güç bulduğum yegâne şeyi yaptım ve dudaklarımı kravatına bastırdım.

*

Zehra ve Baran’ın evliliğine karar verilmesinin; çorak bir arazide kısa dönem depresyona tutulmamın sonrasında, koskoca iki günü arkamızda bırakmıştık.

İki gün boyunca yaptığım tek şeydi düşünmemek. Ne Berkay’ın sözlerini ne kardeşlerimin akıbetini düşünmemiştim. Düşünmemenin şiddetli huzurunu böylesine seveceğimi bilemezdim. Düşünmediğinizde, ders çalışmak bile sıkıcı değilmiş meğer.

Kısaca Berkay’ın iş yerine gitmiş, ders çalışmış, kafamı hiçbir şeye yormamıştım. Arada sırada soyutlanmak gerekiyormuş. Ta ki zaman denen illet hastalık, sizi somutluğa mecbur bırakıncaya değin…

Artık sahalara dönmüştüm. Bu gece düşünüyordum maalesef. Çünkü bu gece, Kuyu’ya gidecektik. İtalyanlar bizi bekliyordu.

Giydiğim askılı, siyah, saten elbisenin eteğini yukarı sıyırıp lavabo tezgâhının üzerindeki iki silahı ve bir çakıyı üst bacaklarıma sardığım silah kemerlerine sıkıştırdım. Elbisenin eteğini eski haline getirdiğimde hafif kırışıklıkları elimin tersiyle düzeltmiştim.

Kafamı yere eğip saçlarımı –üstünkörü olacak şekilde– kabarttım. Rimel, ruj ve sürdüğüm göz kaleminin soluk hatlarını tekrar tekrar belirginleştirdim.

Köşedeki işlemeli dolapta Berkay’ın kokusuna bayıldığım parfüm stoku duruyordu. Stoktaki kullanılmış parfümlerden birini –erkek parfümü olduğu gerçeğini umursamayarak– alıp epeyce sıktım. Ardından ebeveyn banyosundan çıktım.

Banyodan odaya geçtiğimde Berkay da hazırlığını bitirmişti. Boy aynasının karşısında, kravatını son bir defa çekiştirdi. Makyaj masama emanet ettiği silahlarını ise pantolonun beline sıkıştırdı.

Kendisiyle ve aynadaki aksiyle oldukça meşgul bir mevkiye kurulduğundan olsa gerek, geldiğimi fark etmemişti henüz.

Ona doğru ilerlerken upuzun bir ıslık çaldım. Aynı zaman paketinde elalarını ışıldatan, gamzesini patlatan sırıtışıyla döndü bana. Gözleri kıyafetimde, biraz da yüzümde oyalanmıştı. “Çok güzel görünüyorsun.”

Sırıtışını gülümsemeye çevirip taklit ederken bütünüyle yaklaştım ona. Kollarımı boynuna doladım. “Sen de yanıma çok yakışıyorsun.”

“Parfümümün sana yakıştığı kadar çok değil,” dedi ahenkle. Fark etti. Ellerini belime attı. Bundan evvelki birçok girişimi gibi bana doğru eğilirken bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu. Fakat odamızın kapısı, ışık hızından hallice bir hızda açıldığında ayrılmak zorunda kaldık.

“Berkay,” dedi Esma Hanım. “İclal.” Sesindeki tizlik, kulaklarımı, başarısı mümkün olmayan bir işitme testine tabi tutuyordu adeta. “Aşağıda misafir var.”

“Ne misafiri anne?” diye sordu Berkay.

“Amcanlar, teyzenler, halanlar, dayınlar, kuzenlerin falan geldi. Sorma, bayağı kalabalıklar.”

“N-ne için gelmişler?” dedim. Olası sorunlar, Esma Hanım’ın girdiği kapının ardından takla atıyordu sanki.

“Ne için gelmişler olur mu kızım? Ne için gelinir bu vakitte? Sizin için gelmişler tabii ki. El öptürmeye gelmişler,” diyerek bir çırpıda misafirlerin amaçlarını açıkladı. Sonra işaret parmağını tehditkâr bir edada salladı. “Aşağı ineceksiniz. El öpeceksiniz. Ayıp olur. Öyle giyinmişsiniz ama bir yere göndermem sizi haberiniz olsun.”

Cevap vermemize fırsat tanımadan odadan çıktı, kayıplara karışarak gitti. Geride ise bir ben kalmıştım, bir Berkay, büyük bir sorun ve bozulan bir ortam.

“Şaka mı bu ya?” dedim isyankârca. “El falan öpemeyiz Berkay.”

“Biliyorum.” Gergince ensesini kaşıdı.

“Biliyorsan bir şeyler yap.”

Hışımla bana döndü. “Ne yapayım İclal?” kollarını iki yana açmıştı. “Aşağı inip, kusura bakmayın biz mafya karşılaşmasına gideceğiz elinizi öpemeyiz mi diyeyim?”

Odada umursamazca volta atmaya koyuldum. “Fena fikir değil.”

“Bunu söylemedin sayıyorum.”

İleri geri adımlamayı bırakmazken saçlarımı yolarcasına taradım. “Bundan önceki her saçma soruna bir çözüm bulmuştun. Buna da uydur işte bir şeyler. Geç kalamayız Berkay. Adamların nasıl tipler olduğunu bilmiyoruz.” Ellerimi belime koydum. “Yok. Yok geç kalamayız.”

“İclal, Allah aşkına,” dedi şakaklarını ovmaya ara verip. “İki saniye sus.”

Ama İclal iki saniye değil, iki salise bile susamamıştı. “El öptürme nedir ya? Neden el öptürmeye geliyorlar? Gelenekleri mi değiştirdiler, küçük olarak bizim onlara gitmemiz gerekmiyor muydu? Giderdik işte bir ara. Bu Ne acele?”

“Annem, el öpmeden kapıdan çıkmamıza hayatta izin vermez.”

“İyi! Camdan çıkarız öyleyse.”

“Saçmalama kızım ya.”

“Neden? Yükseklik korkun da mı var yoksa?”

“İclal!”

“Of Berkay! Ne çeşit bir ailen var senin böyle? Normal olan tek kişi Şimal resmen… Gerçi o da hakiki Karaevren olmadığı içindir.”

“Ne dedin sen?”

“Bana aileni savunmaya kalkma sakın. Karaevren damarın tutmasın.”

“İclal, ne dedin sen?”

Volta atmayı bıraktım. Berkay’ın karşısına meydan okurcasına geçmiştim. “Ne demişim ben?”

“Ailenin tek normal kişisi dedin.”

“Evet, ailenin tek normal kişisi Şimal…”

“Evet,” dedi. Düşünürcesine gözleri kısılmıştı. “Yengem.”

“Yengen.”

“Yengem…” bana doğru ilerleyip omuzlarımı tutu sevinçle. “Buldum.” Bedenimi sarsıyordu kontrolsüzce. “Buldum.”

“Neyi buldun Berkay?” Lütfen bir dâhi gibi dâhiyane bir çözüm bulmuş ol.

“Bizi yengem kurtaracak.”

Şaşkınlıkla kaşlarımı havaya kaldırdım. “Çok pardon, yengen bizi kurtarmak için ne yapacak acaba?”

“Doğum,” dedi aşırı bir heyecanla. “Doğum yapacak.”

Demek ki dâhi olsan bile her vakitte dâhiyane bir çözüm bulamıyormuşsun. Eh, öğrenmiş olduk.

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%