Yeni Üyelik
27.
Bölüm

26. MARDİNLİLER VE MARDİNCE

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Önyargı tatlı dile benzerdi. Yılanı deliğinden çıkarıncaya değin sokmazdı sizi. Asıl zehri geri planda tutar, biraz da şekerlemeyle süslerdi.

Berkay acil doğum fikrini ortaya attığında, önce, fikrinin dâhiyane olmadığını düşünerek yargılamıştım onu. Yılanın çıktığı ilk safhaya denk geliyordu burası.

Sonra heyecanımı dizginlemiş, coşan bin bir hissimi yatıştırmış, fikrin ayrıntılarını dinlemiştim. Yılanın beni soktuğu diğer kısım da burasıydı işte. Çünkü ayrıntıları dinledikçe çabuk yargımdan ötürü pişmanlık duymuştum. Çünkü fikir, misafirlerin ağına takılan kadersiz balıklar olmamızı sahiden engelleyebilirdi.

Berkay’ın fikrine de planına da katılıyordum. Tabii sorun, yalnızca benim katılımımla çözülmüyordu. Şimal’in de bizimle işbirliği yapması gerekiyordu.

Bu yüzden, Şimal’i bizim odaya getirmek üzerek, Esma Hanım’a yakalanmamaya ayrıca dikkat ederek inmiştim mutfağa. Misafirler için pasta tabağı hazırlamakla meşguldü. İşinin başından aşkın olduğunu, benimle gelemeyeceğini falan söylemişti lakin kesilmeyen ısrarlarıma dayanabilmesi mümkün değildi.

Birlikte merdivenleri çıkmaya başladığımızda, yarı yolda, Barlas Karaevren’e rastlamıştık. Karısının hamileliğinden ötürü onu gözünün önünden ayırmamaya dikkat ediyordu. İki kişilik grubumuza katılıp koridor sonundaki odamıza ulaşma nedeni buydu.

Hafif bir tereddütle odanın kapısını açtığımda, içeride dört dönen Berkay, sürpriz konuğumuzun kimliğini fark etmeden lafa atılmış, “Yenge, hemen şimdi doğum yapman şart,” demişti.

Barlas Karaevren’in şalterini tutabilene aşk olsun… Doğum cümlesini duyar duymaz yapışmıştı kardeşinin boğazına. Onun sırtını gardırobunun aynalı kapağına çarparken kendisi de hemen dibindeydi. Gömleğinin yakalarını sıkıyor, Berkay’ın özenerek bağladığı kravatının açısını alt üst ediyordu.

Şimal ve ben, yaklaşamamıştık iki kardeşe. Kapının önünde, içeri girdiğimiz noktada kalmaya devam etmiştik. Şimal elini yelpaze yapıp yüzünü serinletiyorken, ben Berkay’ın tek parça kalabilmesi için dua ederek tırnak kemiriyordum.

Karşımızda ciddi bir şiddet sahnesi vardı. Yaklaşık altı-yedi dakikadır devam ediyordu.

“Kardeş falan dinlemem,” diye haykırdı Barlas abi. Berkay’ı azıcık öne çekip sırtını tekrar çarptı gardırobun aynalı kapağına. Canının ne denli acıdığını tahmin edemeyerek buruşturmuştum yüzümü. “Öldürürüm seni Berkay.”

Kocamı öldürmene öylece izin vereceğimi sanıyorsan yanılıyorsun Barlas Efendi.

Ellerini abisinin ellerinin üzerine koyan Berkay, gözlerini açıp açıp kapattı. Yüzü epeyce kızarmıştı. Güçlükle yutkunduğu fazlaca aşikârdı. Keşke, dedim içimden tez canlı olmasa da lafa direkt dalmasaydı. O zaman Barlas abinin kızgınlığını körüklemeden açıklayabilirdik planımızı.

“Abi…” dedi bozuk bir telaffuzla. Yutkunmayı bırakmıyor zor bela konuşuyordu. Onun çektiği acı, yakışıklı yüzünü kasıyorken yerimde durmakta fazlaca zorlanıyordum ben. “Vah-vahşileşme de b-bir dinle.”

Kardeşini bir kez daha gardıroba çarpan Barlas Karaevren, bu defa da onun kafasını da çarptırmayı ihmal etmemişti. “Yenge doğum yapacaksın demek de ne demek oluyor lan?” öfkesini dile getirirken o kadar çok bağırıyordu ki Esma Hanım dâhil olmak üzere tüm misafirlerin odamıza toplanması kaçınılmaz olacak gibiydi.

“Şerefimi iki paralık edemezsin!”

Gerçekten şeref konusunu öne sürmüş olamazdı değil mi? İki paralık olacak bir şey yoktu ki. Öfkeyle ayağa kalkmıştı resmen. Berkay’a çektirdiği acı yüzünden, oturuşunun zararlı olmasını garantileyecektim. Tabii Şimal’in yüreğine inmemesini için garanti etkisinin minimum düzeyde tutulması gerekiyordu.

“N-ne alakası va-var?” diye sordu Berkay. Abisinin eline yapışmış parmakları, yetersiz oksijen sebebiyle zayıflıyordu yavaştan. Saçlarımı karıştırarak zor da olsa önümde cereyan eden manzaraya katlanmayı denedim. Derhal Barlas Karaevren’i kocamın üzerinden uzaklaştırmam gerekiyordu ancak arada sırada bana kayan Berkay’ın bakışları, olaya müdahil olmamamı tembihliyordu.

“Oğlum olacak benim,” dedi Barlas abi. Elinin tekini gömlek yakasından çekip hemen yanımda duran karısını işaret etmişti. “Duydun mu lan? Ona zarar veremezsin.”

Komedi dizinde olsaydık eğer izleyicilerin halimize ağlayacağından emindim.

“Ço-çocuğu gerçekten çı-çıkartmayacağız abi…” her şeye rağmen kendini ifade etmeye çalışan şehirli damadımın çırpınışları, ısırdığım tırnaklarımdan birini kırmamla zafer tacını taktı. “B-bir dur!”

Barlas Karaevren, kardeşinin komutunu uygulayarak durmak yerine yumruğunu gardırobumuza geçirip aynamızı çatlatmıştı. “Bıktım lan senin saçmalıklarına alet olmaktan!”

Ortamdaki gerginlik, kızgınlık, sakinsizlik azalmak yerine Nirvana’ya doğru tırmanışa geçmişken Berkay, abisi boğazına yapıştığından beri ilk kez uzunca baktı bana. “İc-İclal,” diye zikretti adımı soluk soluğa. Yüzünün kızarıklığı, haddini aşmak için geçiyordu direnci yüksek şiddet dalgalarını. “İclal!”

Tırnaklarımı ısırmayı saniyesinde bıraktım. Beklediğim yardım çağrısı nihayetinde gelmişti. Kapının önünde daha fazla kalamazdım. Kararlılıkla Barlas Karaevren’e doğru ilerlemeye başladım. Aynaya düşen yansımam dikkatini çekmeyi başarmıştı. Benim, ona dokunmak üzere olduğumu fark ettiğinde Berkay’ı hızlıca bırakıp aynı hızla geriye çekildi.

“Uzak kal yenge hanım.” Ebeveyn banyosunun kapısıyla bütünleşmişti adeta. İki elini önüne uzatmış, ona dokunmayayım diye bir çeşit barikat kurmuştu. “Sakın!”

“Berkay’ı dinlersen,” dedim ben de elimi aynen kaldırarak. Lakin benim elim, burada barikat değil barikatı yıkacak olan bomba görevini görüyordu. “Uzak kalacağıma söz veriyorum, Barlas abi.”

Psikolojik ya da başka türden bir sorun, emin değildim fakat Barlas Karaevren’de kadınlara karşı yüksek bir nefret barınıyordu. Kendi karısından başkasının ona dokunması düşüncesine dayanamadığını öğrenmiştim kısa süre önce. Şimdi de öğrendiğim şeyi koza çevirmeyi deniyordum çaresizce.

“Yahu ben nasıl dinleyeyim bu herifi?” diye sordu. Berkay’ın yüzüne benzeyen yüzü, siniri doruklarda yaşadığından sanki karşımda Berkay varmış gibi hissetmeme neden oluyordu. “Karşıma geçmiş, karımın doğum yapması gerektiğini söylüyor.”

Bakışlarını benden çekip, iki büklüm nefes alan Berkay’a döndü yine. “Daha kaç ayı var bu çocuğun, haberin var mı lan senin?” yüzünü sıvazlamak için duraksadı. “Sipariş mi oğlum bu, istediğin saatte gelsin?”

“Yalnız,” dedi Şimal söz karışarak. Kapı önünden kıpırdamamıştı hâlâ. “Siparişlerin geleceği saati de biz belirleyemeyiz hayatım.” Kocasına nazaran daha ılımlıydı. Hatta birazcık tebessüm bile ediyordu. Sanki ondan değil de Barlas abiden istemiştik doğum yapmasını.

“Duydun mu?” diye yeniden bağırdı Barlas Karaevren. Kısmen geri çekilmemden güç bularak Berkay’a yaklaşacak gibi oldu. “Nasıl amcasın lan sen?”

Nefes alış-verişini toparlayan Berkay, sırtını dikleştirdi. “Rica ediyorum şu lan kelimesini söylemeyi bırak.” Kızarmış yüzü eski haline dönmeye niyetlenmişti çoktan.

“Bana konuşma dersi mi veriyorsun lan şimdi de?” Barlas abinin kaşları yeni bir öfke nöbetini çağrıştırırcasına çatılmıştı ki bu sefer dokunmakla dahi tehdit edemeyecek gibiydim onu. “Bana konuşma dersi mi veriyorsun Berkay?”

Abisi ile pozitif bir reaksiyonun bileşeni olmayan Berkay, saçlarını çekiştirirken çıkar yol diye Şimal’a başvurmaya hazırlanmıştı. “Yenge,” dedi.

Banyo kapısının kıyısından, Barlas abiden, müdahale gecikmedi. “Konuşma lan karımla.”

Ancak Berkay, pek tabii konuştu karısıyla. “Allah aşkına, şu kocanla nasıl iletişime geçeceğiz biz?”

Burada durup boş boş tartışmak, el öperken kaybedeceğimiz zamana eş değer geliyordu maalesef. Bir an önce harekete geçmeliydik ki hakikaten de gideceğimiz mekâna geç kalmayalım.

Barlas abi kendi açısından haklıydı. Karısını korumak istiyordu. Öte yandan biz de kendi açımızdan haklıydık. Zeliha’yı korumak istiyorduk.

“Sakin olabilir miyiz artık?” dedim sertçe. Kimin geleceğini umursamadan yükseltmiştim sesimi. Barlas Karaevren’i dahi bastırmıştım. “Bu kadar sinirlenmeye gerek var mı gerçekten?”

Odadaki herkesin yüzüne sırası ile baktım. Öyle ya da böyle… Anlaşacaktık.

“Bak Barlas abi,” diyerek yumuşak bir tını kullanmaya özen gösterdim. Anlaması, hayat memat meselesi olmuştu çoktan. “Berkay, yeğenin iyiliğini isteyen bir amca,” böylece son soruyu yanıtlamış oluyordum.

Derin bir sessizlik oluştu. Ne Barlas abi konuştu ne de Şimal… Konuşmasını beklediğim kişiden de çıt çıkmayınca ona bir bakış atıp konuşmaya teşvik etmek zorunda kaldım. Aksi takdirde söylediğim şey, asılsızmış havası bağışlıyordu buraya. “Değil mi Berkay?”

“Kesinlikle,” dedi Berkay. İnternet Explorer gibi geriden gelmese incileri dökülürdü sanki. Beyefendi, abisi tarafından boğuluyorken ben dişimi, sahici anlamda, tırnağıma takmış takip etmiştim tepkilerini. Oysa kendisi, benim konuşmalarımı takip etmek yerine aynaya dönmüş boğazındaki morluğu inceliyordu. “Kesinlikle.” Gözlerini şefkat bürüdü birden. “Yeğenimin kötülüğünü ister miyim hiç?”

“İstemez,” dedim pekiştirme yapma ihtiyacıyla. “Yeğenimizin kötülüğünü istemeyiz. Ama biz şu anda aşağı da inemeyiz. Çok çok çok önemlisinden bir yere yetişmek zorundayız. Kalabalığı atlatmamız gerekiyor. Bunun için de Şimal’in sahte bir doğum yapması lazım,” diyerek sonlandırdım ifademi. Sahte bölümüne bilhassa vurgu yapmıştım.

Çenesini düşünceli düşünceli sıvazlayan Barlas Karaevren, kardeşini bırakıp yeni muhatabı olarak beni seçti. “Sahte doğum mu?” diye sordu.

“Tamamen sahte doğum…”

“Bebek yerinde kalacak yani?”

Cidden bunu açıklamak zorunda mıyım? diye düşündüğüm esnada yüz hatlarını buruşturan sevgili (!) kocam, benden evvel açıkladı durumu. “Bebek tabii ki yerinde kalacak, abi.”

Barlas Karaevren onu dinlemedi. Kendi kendine tekrar etti. “Sahte doğum…” sonra kollarını göğsünde kavuşturdu. “Anlatın bakalım şu işin aslını,” dedi. Karısını kendiyle birlikte sürükleyerek yatağa oturdu. Dinlemeye, nihayet, hazırlardı.

Ve biz de şu işin aslını anlatmaya başladık.

Misafirler Şimal’in hamile olduğunu biliyor fakat kaç aylık hamile olduğunu bilmiyorlardı. Bu nedenle onun karnındaki şişliği büyütmek; doğumun yakın olduğunu belirtmek amacıyla karnına yastık koyacaktık.

Gerisi çorap söküğü gibi çözülecekti zaten. Hiçbir şey olmamışçasına aşağı inecek, güler yüz sergileyecek, el öpecektik. Ta ki beş dakika geçene kadar… Beşinci dakikanın bitişi altıncı dakikanın başlayışında Şimal, sancısının geldiği söyleyecek; doğum yapıyormuş algısı yaratacaktı. Şartlar buyken ambulansı bekleyemezdik herhalde. Onu ve Barlas abiyi alıp hemen çıkacaktık konaktan. Hastaneye gitmek için.

Konaktan yeteri kadar uzaklaştığımızda yol kenarında ineceklerdi. Akabinde biz Kuyu’ya, onlar da artık nereye isterlerse oraya gideceklerdi.

Plandan habersiz olan Esma Hanım, Erhan Bey ve Baran muhtemelen neye uğradıklarını şaşıracaklardı. Eh, tüm bu İtalyan mevzusunu atlattığımızda durum, uygun bir dille açıklanırdı illa ki.

Ben planın ayrıntılarını anlatmayı bitirdiğim anda direkt, “Kabul etmek zorundasın,” demişti Berkay, abisine hitaben. “Lisede tüm ödevlerini ben yaptım. Bunu bana borçlusun abi.”

“Kardeş değil vampir…” Barlas Karaevren boynunu sabırla çıtlattı. “Her seferinde aynı gerekçeyi kullanıyorsun.” Bundan önceki seferlerin ne olduğunu hayal etmemeye çalışarak konuşmanın arkasını dinledim. “Bir ömür boyunca ödevlerimin kefaretini mi ödeyeceğim lan ben?”

Kravat takmaktan vazgeçen Berkay, keyifle açtı gömleğinin üstten üç düğmesini. “Bir ömre sığacak kadar ödev yaptığımı düşünürsek, evet. Ödeyeceksin abi.”

Karaevren kardeşler arasındaki çekişme daha fazla uzamazken sonuç itibariyle kazanmıştık. İşbirlikçimiz olacaklardı. Üstümden bir yük kalktığını hissediyordum açıkça. Geç kalmayacaktık. El öpmeyecektik. İtalyan buluşmasına gidebilecektik; Berkay ve Berkay’ın harbiden dâhiyane olan fikri sayesinde.

“Sahi, giymişsiniz akşam akşam siyahları,” dedi Şimal eyleme geçmek için odadan çıktığımız sırada. “Çok önemlisinden nereye gidiyorsunuz ki siz?”

Yanıma yaklaşan Berkay, kolunu omzuma atıp dudaklarını yanağıma bastırdıktan sonra gözlerimin içine bakarak yanıtladı yengesinin sorusunu. “Gelinimin kız kardeşini kurtarmaya…”

*

Misafir diye gelen akrabaların maşallah temalı tükürüklerinin altında el öpmemiz gerçekten kısa sürmüştü. Şimal başarılı bir oyunculuk çıkartarak sahte doğum gösterisinin üstesinden geldi. Bir ara Esma Hanım kalp krizi geçiriyor gibi olsa da kazasız belasız çıkabilmiştik Karaevren konağından. Sözde hastaneye gidiyorduk ancak hastanelik olan kadını ve sinirli kocasını yol kenarında bırakıp o şekilde ilerledik. Yorucuydu. Boğucuydu. Panikleticiydi. Yine da başarmıştık işte.

Boğazımı hafiften sıkan emniyet kemerini çekiştirip oturduğum koltukta kıpırdandım. Sert bir kış yaşıyorduk da İtalyan karşılaşmasının tedirginliği delicesine terletiyordu beni. Benim aksime Berkay ise sanki kumara adıyordu geçen her saniyesini. Rahattı. Tuttuğu direksiyona fazlasıyla yakışıyordu. Abisinin ölümle tehdit ettiği o çocuktan eser yoktu.

Yaklaşık on beş dakika boyunca sessiz sakin ilerledik. Konuşmak istesem de söyleyeceklerim suyunu çekmişti. Büyülenmişçesine yolu izlemek dışında bir şey gelmiyordu elimden. Saklamayacaktım asla, korkuyordum işte açıkça.

Derken telefon çaldı. Bir de yerimden sıçramadığım kalmıştı.

Berkay arabaya bağladığı telefonunu açıp, “Alo,” derken istifini bozmayarak, ben başparmağımı damağıma bastırıyordum.

“Berkay Ağam kavşakta bekliyoruz,” dedi aramanın diğer ucundaki kişi.

Adamın görmeyeceği kesin olsa dahi kafasını bir kere ve netçe sallayan Berkay, beden diline sözlü destek de çıktı. “Tamam. Biz de gelmek üzereyiz.”

Uzamayan konuşma birden sonlandı. Karanlıktan başka bir alternatif manzara sunmayan yola sırtımı dönüp Berkay’ın manzarasını aldım karşıma. “Kavşakta kim bekliyor?” diye sordum.

Bakışlarını bir an için yoldan uzaklaştırıp çarpık gülümsemesini gözlerime bahşetti. “Milli mücadeleye gidiyoruz İclal,” dedi bir kumar düellosunu ülke meselesi haline getirerek. “Tek başımıza olamayız.”

Gözlerimi kırpıştırmakla, öne dönüp yeniden yolu izlemekle yetindim. Haklıydı. Tek başımıza savunmasız olmaktansa bir ekiple gidip olası çatışma durumunda canlarımızın sağlığını garanti altına almak en emniyetli olanıydı. Bunu düşünemediğim için aptal kafamı suçladım. Neyse ki şanslıydım. İnsanın düşünemediği bir şeyleri onun yerine, hatta ikisi yerine de düşünen birinin olması kadar nadide bir şey yokmuş meğer.

Söz konusu kavşağa girdiğimizde tek tabanca konvoyumuza anında birden fazla siyah araba katıldı. Yan aynalardan bakarak bize katılan arabaların sayısı hakkında kesin bir bilgi edinmeye çalıştım ancak hava çok karanlıktı, arabaların ise sonu yok gibi görünüyordu.

Ne olduğunu kavrayamadığım başka anlardan birinde Berkay, kendi tarafındaki camı sonuna kadar açıp kış soğuğunu içeri buyur etti. Yargılayan ifademe karşın ise elbet bir gerekçesi vardı. “Şimdi hem adamlarımızı,” dedi. “Hem de kendimizi motive edeceğiz delalım.” Son hitap kelimesini söylerken yanağımdan makas almayı ihmal etmedi.

Şaşkınlığa bürünmek farz olmuştu resmen. “Delalım mı dedin sen bana?”

Gülümsemesini yüzüme yansıtmak için tekrar bana dönerken epey keyifliydi. “Berkay Karaevren olduğumda zevcemsin,” dedi. Vites kutusundan ufak bir flaş disk çıkartıp arabaya takmıştı. “Şehirli damat olduğumda hermosa’msın.” Müzik menüsüne girip flaş diske yüklenmiş türkünün oynat tuşuna bastı. “Mardinli Ağa olduğumda da delalım…”

Ve üç ayrı kişi için üç ayrı kişi olmayı garipseyen ben, daha önce hiçbir garipliği bu denli cezbedici bulmamıştım.

“Delalım,” diyerek keskin bir Mardin şivesiyle tekrar ettim söylediğini. Sonra da uzandım, sesi kısık olan türkünün sesini açarak melodinin arabada çınlamasını sağladım. Bizimle birlikte arakamızdaki arabalardan da aynı türkünün sesi yükselmeye başlamıştı.

Giriş müziği bitene kadar sabırla bekledim. Kanımdaki doğulu kız, zılgıt çalmaya başlamışken Berkay, radyodaki kişiyle birlikte türküyü söylemeye geçmişti.

“Mardin kapısından atlayamadım,

“Mardin kapısından atlayamadım.”

Zılgıt çalmaya ara vererek ikinci sözde yakalayıverdim türkünün eşsiz ritmini.

“Liralarım döküldü toplayamadım,

“Liralarım döküldü toplayamadım.”

Aynı şekilde ben de açmıştım camımı. Şarkıyı asla kaçırmıyor Berkay ile bağırarak söylüyorduk. Aramızdaki arabalardan bize eşlik eden seslere, yavaştan, silah sesleri de katılmaya başlamıştı.

“O yâre mektup yazdım yollayamadım,

“O yâre mektup yazdım yollayamadım.

“Vurmayın arkadaşlar ben yaralıyım,

“El âlem al giymiş ben karalıyım.”

Sözler yerini ritmik bir melodiye bırakırken bacağımdaki kemerden silahımı çektim. Açık camdan dışarıya sarkıp, uzun bir zılgıtın ardından gökyüzünü vuranlar listesine adımı yazdırarak inletmiştim geceyi. Biz inletiyorduk, inletecektik de geceyi.

“Mardin kapısından indim aşağı,

“Mardin kapısından indim aşağı.”

Direksiyonu tek eliyle kullanmaya devam eden Berkay, türkü sözlerini haykırırken katiyen susmadı. Susmasa bile belinden çekmiş silahını, birkaç el de o sıkmıştı.

“Belime bağladım acem kuşağı,

“Belime bağladım acem kuşağı.

“İmdada yetişin evsel uşağı,

“İmdada yetişin evsel uşağı.

“Vurmayın arkadaşlar ben yaralıyım,

“El âlem al giymiş ben yaralıyım.”

Yeteri kadar ateşin ardından ikimiz de eş zamanlı olarak arabanın içine çekildik. Berkay, parmaklarını direksiyona vurarak tempo tutuyorken ben alkış çalıyor, zılgıt çalmayı bırakmıyordum. Zaten çocukken bile, zılgıt çalmak benim en büyük eğlencemdi.

“Mardin kapısında vurdular beni,

“Mardin kapısında vurdular beni.

“Evsel bahçasına asdılar beni,

“Evsel bahçasına asdılar beni.”

Aslen Diyarbakır’a ait olan bu türkü, bir Mardinli olarak içimde bastırılamaz coşkular peyda ediyordu. Özüme dönüyor, sahtelikten sıyrılıyor gibiydim. İlk görüşte kibar halleriyle beni kendinden soğutan şehirli damadımın ise içindeki Mardinli Ağa’nın ortaya çıkış türküsü buydu muhtemelen. Belki de ilk ortak noktamızı bulmuştum.

“Ölmeden mezara koydular beni,

“Ölmeden mezara koydular beni.

“Vurmayın arkadaşlar ben yaralıyım.

“El âlem al giymiş ben karalıyım.”[1]

Ve belki de yakın geleceğin birinde, kalbimdeki soru işaretlerini giderebilirsem Berkay’ın Mardinli Ağa’sına sırılsıklam âşık olacağımdan emindim. Bana delalım demesine şimdiden âşık olduğum gibi.

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%