Yeni Üyelik
28.
Bölüm

27. LOTUS ÇİÇEĞİNDEN SEVGİLİ

@hayalrafya

 

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

 

keyifli okumalar..

Kuyu lakaplı mekân, şehrin dışına çıkmaya çeyrek kalınan bir alana yerleştirilmişti. Yedi kattan oluşuyordu. Katlardan ikisi üstte, kalan beşi –mekânın lakabına layık olacak şekilde– yerin altındaydı.

Yer altı katlarına demir korkuluklu, spiral taş merdiven aracılığıyla iniliyordu. Üst katta kaydınızı yaptırdıktan sonra esas oyunlar için alt katlara inerdiniz. Ve bir defa alt katlara inenler, kazanırlarsa paralarını almadan; kaybederlerse de kaybettikleri miktarda parayı vermeden gün ışığına çıkartılmazdı bir daha.

İşte bu katı prensip yüzünden adaletiyle meşhurdu Kuyu. Tarafsızdı. Daha önce herhangi bir toplulukla ittifak yapmamış, yapmaya yeltenmemişti. Rüşvet ise Kuyu’nun sınırları içerisinde çalışmayan bir değer birimiydi.

Ayrıca mekân sahiplerinin başka yerde, başka bölgede, başka ülkede şubeleri yoktu. Orijinaldiler. Yektiler. Çünkü hiç kimse onları tanımıyordu. Çünkü hiç kimse onları görmemişti. Biz, kumarhaneciler olarak onların hayaletvari varlıklarını kabul etmiştik. İçeridekilere karışmadan evvel Berkay’ı da bu gerçekle bilgilendirmiştim.

Sonuçta ortada –sorgulanamayacak– görünmez yargıçlar vardı. Gecenin göbeğinde Mardinlilerle karşılaşacak İtalyanları, İtalyanlarla karşılaşacak Mardinlileri yargılayacaklardı.

Hızla indiğimiz spiral merdivenin sonunda güçlü, sarı bir ışık bekliyordu bizi. Peşimizde onlarca adamla sarı ışığın çağrısına doğru ilerledik. Çağrının önderliğinde karşı tarafı bulmamız uzun sürmedi. Zaten koskoca salonda duran tek ekiptiler. Etrafın sakinliğinden ve boşluğundan sırf düello için katı kapattıkları anlaşılıyordu.

Sayılardan bahsedersek…

Sefere gidermişçesine adam toplayıp gelen bizim grubun aksine, İtalyanların sayıları azdı. Toplamda altı kişiydiler; biri kız, beşi erkek. Erkeklerden dördünün yüzü yabancı olduklarını haykırıyordu adeta. Diğer ise… Türk olduğu anlaşılıyordu işte. Muhtemelen tercüman diye tutuyorlardı onu yanlarında. Oysa sizin tercümana ihtiyacınız yoktu.

Peki kız?

Arkadaki adımlarımı öne ilerleterek Berkay’ın yanında durdum. Kirpik dahi kırpmadan kızın gözlerinin içine bakıyordum. Yanılmayı, belki de tahminim tarafından aldatılmış olmayı delicesine isterdim.

“Zeliha,” dedim kaba bir söylemle.

Zeliha, damat adayı olduğunu varsaydığım İtalyan’ın elini bırakıp çekingen adımlarla öne çıkarak saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. “N’aber abla?” diye sordu. Herhalde normal konuşursa tepemin tasının yerinde kalacağını sanıyordu. Ne büyük yanılgı ama!

Zeliha’ya verilecek en âlâ cevabı biliyordum da… Şu an ifadesini almanın ne yeriydi ne de zamanı.

Tepkilerime hâkim olmak için kendimi kasarken suskunluğumu aşırı bir zahmetle korumuştum.

“Hoş geldiniz efendim,” dedi tercüman başını eğip selam vererek. Konuşmaya başlaması, düşlerimin arasında geliştirdiğim aile faciası senaryosuna kısıtlama getirmişti. “İtalyanlar…” lafına devam etmeye yeltendiğinde elini ‘dur’ işareti yapar gibi kaldıran Berkay, tercümanın bizimle iletişim kurmasına müsaade etmemiş, Avrupalı tarafını sahalara sunarak bizzat tanışmıştı İtalyanlarla.

Duraksamayarak kelime türetmesine bakılırsa epey akıcı bir İtalyancası olduğunu söyleyebilirdim. Tercümana ihtiyaç duymayışımız, Zeliha’nın kırptığı moralime yama yapmıştı bir nevi.

Berkay adamlarla tanışma faslını bitirinceye değin ayakta, sessizlikle kalmıştık. Sonrasında beni adamlara, adamları da teker teker bana takdim etmişti ama isimlerini ezberime yedirmekle ilgilenmedim. Belleğime, söz konusu damat adayının adını işlemekle yetinmiştim: Giovanni la Fabro.

O da eğer can almam gerekirse hedef İtalyan’ı hangi sıfatla bulacağımı düşünüp durmamam için.

İşe yaramazlıktan sıyrılmak isteyen tercüman, büyük ihtimalle onurlu biriydi ki cebine eklediği paranın hakkını vermek amacıyla İtalyanların bu düellodan beklentisini bize anlatmakta aceleci davranmıştı.

Beklenti basitti. Biz kazanırsak Zeliha’yı alıp buradan gidecektik. İtalyan da kardeşimin yakasından düşecekti.

Onlar kazanırsa İtalyan, Meran ailesine dâhil olmak umuduyla benim desteğime kavuşmuş olacaktı. Aksi takdirde babamın yabancı bir damadı kabul etmesi mümkün değildi çünkü.

Kız meselesini kumar ile halletmenin de bir gerekçesi vardı elbet. İtalyanların kitabında her mafya kendi silahıyla vurulurmuş. Benim silahımsa daire şeklindeki bir masaydı. Masaya serilen yeşil örtüydü. Tepedeki sarı ışıktı ve elli adet kart…

Oturduk yuvarlak masaya. Serildi önümüze yeşil örtü. Yaktılar ışığı sarıca. Kartlar dağıtılmaya başlanmıştı taraflara.

İyi olan kazansın.

Bundan Birkaç Ay Kadar Önce: Kız İsteme Merasimi Sonrası, Karaevren Konağı

Kolumu katlayıp kafamın arkasına koydum. Kör bir karanlıkta yatağıma uzanmış, tavanı izliyordum. Zihnimi kemiren düşünceler, piranaların dünyaya geliş amacıyla alay ediyordu adeta. Fikirlerimin böylesine yoğunlaştığı başka bir ana denk gelip gelmediğimi hatırlamak güçtü. İki adet ağrı kesiciye rağmen geçmek bilemeyen baş ağrısından kurtulmak da öyle…

Ciğerlerimi dolduran karbondioksidi bir efkârlanma edasıyla dışarı üfledim. Biraz öncesine kadar silah namlusuyla burun buruna gelmiş olan alnımda keskin bir acı vardı. Namluyu alnıma bastıran kızın gözlerinde ise kaynağı sonsuz bir alev parıltısı.

Onunla evlenmeyeceğimi iddia ettiğimde yüz hatlarında beliren şiddetli öfke, gülümsememin geçmesine olanak tanımıyordu. Aklım fikrim, parmağımda, teki ona ait olan alyansın gerçekliğinden uzaklaşamıyordu.

Annemin rahatsızlandığını söyleyerek acilen Mardin’e gelmeme neden olan kişiler, beni nasıl bir durumun içine düşürmüşlerdi böyle çözemiyordum. Annemin aslında rahatsız olmadığı da tüm bu rahatsızlık söylemlerinin dedikodudan ibaret olduğu da kesinleşmişti çünkü. Evleneyim diye çağrılmıştım buraya, Avrupa’dan. Peki, bu evlilik ne tür bir çorap örecekti başıma?

Odamın kapısı hafifçe tıklatıldığında, kapıyı tıklatanı içeriye buyur etmedim. Uzandığım yerden kıpırdamamıştım. Bakışlarım tek bir noktada, düşüncelerim tek bir kızda… Bekliyordum bir karmaşada.

Lakin kapıda artık her kim varsa bekleyememişti yanıtsızlıkla. Kapıya vurmayı kesip kolu aşağı indirdi. Akabinde odamın eşiğine ilişti.

“Berkay,” dedi tanıdığım alaycılıkta bir ses. “Evlilik depresyonuna mı girdin oğlum, niye karanlıkta duruyorsun?”

Aralık kapıdan odama, oradan gözlerime süzülen koridor ışığı beynimi yumruklayan ağrıyı güçlendirip düşüncelerimi titretmekte ustalık sergiledi. “Kapıyı kapat,” diyerek sert bir karşılık vermekten geri duramadım. “Işık, düşüncelerimi kirletiyor.”

“Sen…” kapı tamamen açıldı. Sonra tamamen kapandı. İçeriye girmişti. Ayakkabılarını sertçe yere çarparak odanın ortasına, yatağımın karşısına kadar yürüdü. “Küfür mü ettin lan bana?”

“Allah aşkına git işine Barlas ya,” dedim bezginlikle. Çocukluğumuzdan beri sürdürüyordu bunu. Dediğim şeyleri anlamazsa ya da karışık bulursa ona küfür ettiğimden başka bir şey kuramıyordu zihninde. Ancak şimdi onun zihninde kurduklarına verecek kadar dikkate sahip değildim.

Odama hepten yerleşmek adına cam kenarına geçip, pencere sekisine rahatça oturdu. Hareketlerinin rahatlığı bir toplu iğne sivriliğinde batarken bana kafamı kolumun üzerinden azıcık kaldırıp ona baktım. Bakışlarımı göremeyeceği için seslendirme yapmak zorunda da kalmıştım. “Ne oluyor?”

Karanlık silueti, omuzlarını silkti. Kollarını göğsünde kavuşturdu. “Geldim. Çünkü işim sensin,kardeşim,” dedi emelini gizlemeyerek. “Şimdi söyle bakalım heyecan var mı?”

Yeniden yattım özenerek hazırladığım yere. Barlas bir kere bulaştıysa beni hayattan soğutmadan önce çekip gitmezdi yanımdan. Bu yüzden ona izin vermem, bir an evvel beni hayattan da yaşamaktan da soğuttuğuna inanmasını sağlamam gerekiyordu. Rol yapacaktım. Talep ettiği şeyi ona kazandıracaktım. Ancak tavana bakmaya küsüp gözlerimi kapattığımda sahiden de hücrelerimi kaynatan heyecan illetinden mustarip olup olmadığımı sorguluyordum, nedensizce.

“Bilmiyorum,” dedim içli içli. İclal’in kahve sinisini taşırken takındığı memnuniyetsizlik gözkapaklarımın arkasında belirince başka bir tebessüme daha kurban gittim. “Ne hissedeceğimi hiç bilmiyorum.”

Katarsis seansından çıkmışçasına bomboştum. Geriye kalan tek şey, müstakbel karımın varlığıydı. Perişan giyimi, sert tavırları, tahammülsüz yapısı, beni onunla evlenmeye zorlaması, namluyu alnıma dokundururken ellerinde dolaşan belli belirsiz titreme…

“Yengemle evlendiğinde sen ne hissettin?” diye sordum abime. Vereceği yanıtı gerçekten merak ediyordum. O evlenirken yanında değildim. O zamanlar sormam gereken soruyu şimdiye kaydırmıştım. Tecrübesi benden fazlaydı. Nasıl hissetmem gerektiğine dair, hissettiklerimle ne yapmam gerektiğine dair minik bir yol haritası çizse benim için harika olurdu.

“Dağ ayısı olduğumu hissettim,” dedi ve benim yol haritam çizilemeden kömürleşti. Zaten Barlas Karaevren’in doğru düzgün konuştuğu nerede görülmüştü ki?

“Defol odamdan,” dedim. Sabrımı sınamasına katlanamayacaktım.

Def olmadı. Bir çakmağın ateşlendiğini işittim. Ardından da sigara dumanını içime çektim. Birileri demir atıyordu anlaşılan.

“Ciddiyim lan.” Kısaca duraksadı. Kendini tartıyordu sanki. “Sırf benimle evlensin, ailesinin adını temizlesin diye Şimal’i okuldan aldılar. On dört yaşındaydı. Genç bir kızın, hatta bir çocuğun hayatını karartan kişiydim oğlum ben. Başka ne hissedebilirdim ki?”

Gözlerimi aralayıp yönümü ondan tarafa döndürdüm. Kendince haklıydı. Yaşadığımız yerin şartları tarafından törpülenmiş biriydi, doğru. Yine de… “İtiraz etseydin,” dedim acımasızca.

“İtiraz yerine intihar etmem daha çok işe yarardı emin ol.” Odamda biriken dumanı süpürmek amacıyla perdeyi çekip camı açtı. “Boş ver beni. Sen farklısın.” Sigarasını solumak adına sustu. Akabinde cümlesini düzelterek devam etti. “Benim gibi değilsin yani, Berkay. Ben hayatımın her saniyesini Mardin’de geçirdim lan. Sense başka başka ülkelerdeydin.” Sinirli bir kahkaha attı. “Kız hoşuna gitmediyse evliliğe itiraz edebilirsin.”

Kız hoşuma gitmediyse… Dinlemenin önüne geçilebilirdi de duymanın önüne geçemiyorduk. Abimin dediği son cümleyi duymamak elimde değildi. Kabullenmemek ise bana ait.

Tek hamlede uzandığım yerden doğruldum. Avuçlarımı yatağa koyarak başımı öne eğdim ve yere baktım derin derin. Kız hoşuma gitmediyse… Delicesine rahatsız etmişti bu cümle beni. İsteme merasimi boyunca mimiklerine kadar hafızama kazıdığım müstakbel karımın hoşuma gitmeme düşüncesi tarafından hastanelik olabilirdim şu an.

“İtiraz etmeyeceğim,” dedim itiraz ederek. İclal’in yüzünü buruşturduğu her bir kare çarşaf seriyordu beynimin en dibine. Saçlarını öfkeyle çekiştirmesi, devamlı gülümseme isteği peyda ediyordu dudaklarımda. Tüm perişanlığına rağmen konaklarındaki her bir ışık kaynağından daha çok parlaması hayal gücümün ürünü müydü acaba?

“İclal,” dedim ismini sesli telaffuz etmenin keyfini uzun uzadıya çıkartarak. “İclal’de farklı bir şeyler var abi.” Abimi görüş açıma çekip ensemi sıkıntıyla kaşıdım. “Onu düşünmemi sağlayan… Beni ona çeken farklı bir şeyler var onda.”

Abim, en iyi bildiği şeyi yaptı. En iyi bildiği şeyi yapmaktan asla çekince duymadı. Sigarasında biriken külü açık camdan aşağı silkerken beni, yakalandığım farklılığın bir çeşit illüzyon olduğuna inandırdı. “Şeydendir o…” dedi. “Az biraz, senin şu İngiliz kıza benziyor.”

Yere eğik kafamı, kuvvetli şaşkınlığın hızından kaptığım enerjiyle kaldırdım. Âşık olduğum ilk kızın yüzü, zihnimdeki İclal Meran’ın yüzü ile yer değiştiriyorken allak bullak olmuştum resmen. “Gerçekten öyle mi? Gerçekten benziyor mu?”

“Gerçekten tabii oğlum,” dedi. Fazla emindi. “Yani İngiliz’in fotoğrafını gördüğüm için diyorum gerçekten çok benziyor.”

Bir kalp atımı süresi için kadar sürmüştü. Sonrasında âşık olduğum ya da âşık olduğumu sandığım İngiliz kızın görüntüsünden kurtuluverdi beynim. İclal Meran, yeninden iktidara oturmuştu. Ben orada, transa geçmiş halde İclal’i düşünmeye adamışken kendimi abim ise –diğer taraftan– İclal’in bende ele geçirdiği değeri azaltmak uğruna onu küçümsüyordu, kötülüyordu.

“Sadece... İclal biraz daha çirkin,” dedi Miss World jürisi misali. “Annem de çirkin olduğunu söylüyor. Eh, ne yapacaksın berdelin getirdiği ancak bu kadar olur. Tabii kızın tüm kusuru yüzünde olsa neyse…”

Abim konuşmaya devam ederken ben İclal’in zihnime kademe kademe işleyen güzelliğine kapılmıştım sadece. Gözlerimi kırpmayı dahi hatırlayamıyordum. Devamlı onu hatırlayıp durmak daha cazipti. Peki, bunu bana yapan sahiden neydi?

“Babası okutmamış. Okuma-yazma bilmiyor.”

Bir anda, babasının ona veremediği ne varsa hepsini ben sunmak istedim önüne, emrine, kendisine. İlklerini yaşatmak, onu bağımsız yapmak…

“İşlettikleri kumarhaneden de tanıyorum ben bu kızı. Kaba saba bir şey… Sinirli. Çekilmez. Kimin ahını aldıysan vallahi mükemmel bir şekilde tutmuş Berkay.”

Kaba sabaymış. Kendimi kibar biri olmaya adamışken onun kaba sabalığına ayak uydurmayı denemek heyecanlandırıyordu beni. Hız veriyordu kalbimin standart ölçülü atışlarına. Gülümsememi soldurmuyordu asla. Sinirliymiş. Sinirin bir insana bu denli yakışacağını bilemezdim. Bir insanı bu denli bakılası kılacağını da… Çekilmezmiş. Hayatımın hiçbir evresinde hiçbir çileyi tam olarak çekmemiş olan bünyem, falakaya yatmak için çırpınıyordu bir nevi.

“Abi,” dedim aniden. Konuşmayı planlamamış, beynimi de durduramamıştım.

“Ne?”

“İlk görüşte aşka inanır mısın?”

“Ne bileyim oğlum ben? Evliliğin üçüncü haftasında gördüm yengeni.”

“Anladım,” dedim aptal aptal sırıtarak. Işıkların kapalı olması şu an için faydamaydı. İclal’in keskinliği aklımda yer edindikçe baş ağrımın korkup kayıplara karışması da öyle. “Örnek almamam gereken bir çifte ihtiyacım olursa aklımda bulunacaksınız.”

Abim, son söylediğime takılmadı. Muhtemelen yine anlamamıştı. Onun yerine sigara paketini sallayıp, “İçer misin?” diye sordu.

Ellerimi ovuşturarak, “At bi’ tane,” dedim tatlı bir kederle. “Yakalım bakalım.”

İclal’in bendeki güzelliğine…

Bundan Birkaç Ay Kadar Sonra: Şimdiki Zaman

İyi olan bizdik. Biz kazanmıştık. Silahlar yerlerinden çıkmazken kalkmıştık oyun masasından. Arkamızda –öfke içinde– bir gurup İtalyan bırakmıştık.

Kardeşim, Kuyu’dan çıkmadan evvel ağlamaya başlamıştı. Öyle bir ağlıyor, öyle içli ağıt yakıyordu ki Allah korusun, görenler anne babasından birini kaybetmiş sanırdı. Oysa üzüldüğü şey iki günlük İtalyan sevgilisinin kaybıydı.

Araba çalıştığından itibaren, kazanmanın keyfini çıkartan Berkay’a eşlik edememiştim asla. İçime düşen kurt beni kemirmeyi bırakmıyordu çünkü. Zeliha’yı oradan çekip çıkartmış olsam bile bu işin böylesine kolay bitmeyeceğini düşünmekten alı koyamıyordum kendimi.

“İclal,” dedi telaşla konaktan çıkan Dilan halam. Onun seslenişiyle daldığım yerden çıkıp gerçekliğe döndüm. Yaklaşık beş dakikadır Meran konağı kapısının önünde bekliyorduk. Zeliha’yı teslim etmek için uğramıştık. “Ne oldu? Çağırdın alelacele…”

Kolundan çekiştirdiğim Zeliha’yı öne doğru itekledim. “Al şunu hala.” Sinirimin yüzümü kızarttığından emindim.

“Aaa…” Dilan halam şaşkınlığını gizleyemiyordu tabii. “Nereden buldun sen bu kızı?”

“Kumarhaneden,” dedim. Fakat buna şaşırmamıştı. Belli ki olayları biliyordu. Yalnızca ona sorduğumda üç maymunu oynamıştı ustalıkla.

“Ne oldu yavrum sana?” bu soru bana değil, benim himayemden çıkmaya can atıp halama yapışan Zeliha’yaydı. Halama yapıştı ve ağladı da ağladı. “Ne yaptın sen bu kıza İclal?”

“Bu kız bana bir şeyler yaptı,” diyerek savundum çaresizliğimi. “Benim bir şey yaptığım yok.” İstenç dışı hafifçe eğilirken kollarımı iki yana açtım. “Zaten sadece benim bir şey yaptığım yok.”

Dilan halamın karşılık vermesini, Zeliha’nın kendini aklamak için bana yalvarmaya yeltenmesini beklemeden sinirimi attım bohçama ve arabaya, Berkay’ın yanına döndüm. Ön yolcu koltuğuna oturur oturmaz burnumu sıkmış, nefesimi seslice dışarı üflemiştim.

“Bir an önce eve gitmek istiyorum,” diyerek cansızca isyan ettim. “Bir an önce eve gitmek ve uyumak istiyorum.” Geçtiğimiz iki günü yâd edercesine uyurken hiçbir şey düşünmeyecek olduğum gerçeği, felaket raddesinde cazip geliyordu bana. İtalyanları sahiden atlatmış olduğumuzu dilemeyi de arzuluyordu canla başla.

Sözlerime karşılık vermesini beklediğim Berkay, kısa bir mühlet kadar duraksadı. Ardından bana doğru uzandı ve ona yakın olan sol elimi ellerinin arasına aldı. Alyansıma hafifçe dokunurken, benim aksime, yüzüme bakmamıştı. Gözlerini yavaşça kapattığında elimi ters döndürdü ve dudaklarını avucumun içine bastırdı. Öyle uzun bir bastırıştı ki bu, tenimde soluklandığını hissettim. Soluklarını hissetmek, başımı dönmeye davet ediyor ve soluk borumu tıkıyordu. Aslında bir şeyler düşünmemenin, ona kapılırsam hayatın ne denli eşsiz olacağını tatmama sebebiyet veriyordu bu durum.

Elimi bırakıp geri çekildiğinde, hafif tebessüm yeşertip gamzesini arsızca coşturduğu yüz hatlarını izledim. “Neden yaptın bunu?” diye sordum.

Omuzlarını silkti. Yönünü benden çekip dikkatinin tamamını arabayı çalıştırmaya verdi. Sonrasında, güneşli bir günde merhaba der gibi, “İçimden geldi,” dedi.

Kaşlarımı çattım. Bedenimin yitirmeye başladığı sinir tohumlarını tekrar tekrar kazanmayı tekrar tekrar denedim. Üzerimdeki etkisinin tadını çıkartırsam eğer –berdel evliliği yüzünden– günah işleyecekmişim kanısından sıyrılamazdım çünkü.

“İçinden gelen her şeyi yapacak mısın böyle?” diye sordum hafif bir tafra eşliğinde.

“İçimden gelen her şeyi yapmamdan rahatsız mı oluyorsun yoksa?” tepkilerimle eğleniyordu açıkça.

Eğlenmesi, ne yalan söyleyeyim eğlendiriyordu drama kraliçesi bünyemi. Başımı deri koltuğa yaslayıp kendimi kasmayı bıraktığımda aynı zamanda düşüncelerimi de kasmayı bırakmıştım. “Olmuyorum sanırım,” dedim çok çok kısık bir tonlamayla. Zira şımarması işime gelmezdi.

Dudağının kenarını yukarı kıvırarak gülümsedi yeniden. Gülümsemesini tablo haline getirselerdi karşısından kalkmazdım belki. Ne diye bu kadar gevşeticiydi ki? Bozuyordu katı kodlanmış sistemimi.

Bakışlarını yoldan çekerek hızlıca bana baktı. “Tekrar söyle,” dedi lafı değiştirerek. “Ne istiyordun delalım?”

Ayakkabılarımı çıkartıp bacaklarımı kendime çekerek kısa boyumun avantajından yararlandım. Tamamen ondan tarafa dönerek koltuğa kıvrılmıştım. “Eve gidip uyumak…”

“Üzgünüm delalım,” dedi bir kez daha sesinin ahengiyle bütünleştirdiği o mest edici hitabı kullanarak. Üzülmemişti tabii. Üzülmemesine takılmayarak neye üzülmediğini dinledim yalnızca. “Bu kez evrene de kadere de bırakmayacağım. İstediğin şeyi bizzat ben yapmayacağım.”

“Eve gitmiyor muyuz yani?”

“Eve gidiyoruz. Ama sen uyumayacaksın.”

“Çok pardon, ne sebeple?”

“Gecenin, daha, uzun olması sebebiyle…”

Gecenin uzunluğunu hesaplamaya yeltenmedim hiç. Ne olursa olsun Berkay’a seve seve eşlik edeceğimi biliyordum. Çünkü Berkay bir lotus çiçeği gibiydi. Lotus çiçekleri üzerlerine konan her bir toz zerresini temizlermiş. Tıpkı Berkay’ın bir sözle, bir tavırla ya da bir gülüşle beni her türlü pislikten de kötülükten de arındırması gibi.

Bir şekilde biliyordum. Sevgili lotus çiçeğim şanstı. Şansı yanında taşıyanlar da bir ömür boyu kaybolmazdı.

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%