Yeni Üyelik
29.
Bölüm

28. BASKINA GELEN AVRUPALILAR

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Abime özenerek büyüdüğümden olsa gerek alış-veriş yapmayı sevmiyordum. İçimde beslediğim sevgisizlik öylesine kuvvetliydi ki düğünüm için çıkılan çeyiz alış-verişinden dahi kaçmıştım. Kaçtığım o ilk anda her şey güzeldi tabii de kabağın bizzat benim başıma patladığını yeni yeni anlıyordum. Keşke alış-veriş kafilesine katılmış olsaydım.

Halam, kafileden kaçtığımı gören tek kişiydi. Ne bana kızmış ne de yokluğumu diğerlerine fark ettirmemekten gocunmuştu. Sürekli kendini ön plana atmıştı. Hâl böyle olunca da bana seçilen kıyafetlerin tamamı, onun bedenine uygun ölçülerde alınmıştı.

İki arada bir derede alış-verişten kaçtığımı açık etmeden kıyafetleri değiştirmem mümkün değildi. Mecburen dayanmaya çalışıyordum. Gri fil figürlerinin siyah, saten kumaşına dokunduğu pijamamın pantolonu terliğimin altına girip durur, yürümemi bir hayli engellerken kendi kendime söylenerek dayanmaya çalışıyordum. Dilan halama öfke duymamaya çalışıyordum. Sonuçta tek yaptığı, benim suçu örtbas etmekti.

Keşke örtbas edeyim diye daha fazla mahvetmeseydi bizi.

Öyle ya da böyle…

Düşe kalka dördüncü kat merdivenini de çıkıp dama uzanan merdivene geçtim. Peşimden sürüklediğim döşeğin ağırlığı, başımı çatlatacak raddede baskın bir güçlük peyda ediyordu. Soluklarım, tükenmekten büyük haz alıyordu. Ciğerlerim hafif hafif yanarken bacaklarım isyan çıkartmak adına son hazırlıkları kontrol ediyordu.

Derken damın demir kapısına ulaşmıştım. Neyse ki kilitli değildi. Omzumu, kapıya, birazcık bastırarak demiri geriye ittirdim. Kapının önümden çekilmesini sağlamıştım bile. Sonrasında damın serinliğine kavuştum.

Çılgınca dönüp duran rüzgâr, damdaki varlığımı fark etmekte gecikmemişti. Olanca soğuğunu tenime çarpmaya başladı. Aslında serinliği hissetmek de tatmak da güzeldi. Hâlâ hayatta olduğumu hatırlatıyordu bana.

Girişi geçip damın ortasına kadar yürüdüm. Döşeği, pütürlü zemine un çuvalı misali bıraktım. Kıvrılan uçları düzelttim. Ardından, yorgun argın bedenimi üzerime attım. Yorgunluğumun sahiciliği, saniyesinde belirginleşmeye geçti. Ellerimi karnımın tepesinde kavuşturup soğuk fakat berrak gökyüzüne baktım, baktım, baktım.

Tükettiğim oksijen kümeleri nispeten sağlıklı boyuta eriştiğinde de ağır bir gıcırtı sesi işitmiştim. Gıcırtı sesini bir terlik tınısı ve melodik bir ıslık aroması takip etti. Haberci rüzgâr ise ölüp bittiğim parfümün yoğun rahiyası ile hapsetti zihnimi. Evet, Berkay gelmişti.

Geldi. Gelmekle de kalmadı hani. Tam ona döneceğim esnada terliklerini çıkartmış, kelimenin tam anlamıyla, zıplayarak döşeğe; yanıma atlamıştı. Sırtı döşekle buluştuğunda huzurlu bir gülümseme takındı.

Bense zıplayışındaki şiddetin sarsıntılı etkisinden kurtulamamıştım. Gözlerimi sıkıca yumup açarak, “Berkay,” dedim rahatsız edici yükseklikte. “Neden düzgünce yatmıyorsun?”

Kafasını çevirip yüzüme baktı. Çukurlaşan yanağındaki gamzesi, gözlerimin bütün övgüsünü topluyorken ona kızgın kalmayı tekrar tekrar öğütlemem gerekiyordu benliğime. “En son yedi yaşında böyle zıplamıştım,” dedi. Gülüşünü sırıtmaya çevirip ayın olan ışığını yüz hatlarına çekti. “Tabii az kalsın Baran’ı öldürüyordum ama…” kafasını sallayıp şahsını onayladı. “Sonuca bakmak lazım, hâlâ yaşıyor.”

Suratımı memnuniyetsizlikle buruşturdum. “Sen eski günleri yâd et diye mi çıktık şu soğukta buraya?” ben uymayı diliyorken gecenin daha uzun olduğunu söylemişti. Bu muydu yani? Pardon İclal, ne bekliyordun ki?

Bana çevirdiği yüzünü yakınıma getirip burnunu burnuma dokundurdu. Benimkinin yanı sıra, damın soğukluğu onun burnuna da vurmuştu. “Eski günleri yâd edeyim diye değil zevcem,” dedi romantik bir edayla. Dudaklarını terk eden nefesinin sıcaklığı içimi titretiyordu resmen. “Eski günleri seninle birlikte yâd edeyim diye.”

Düştüğüm sıkıntının pençesinden karşılık verdim bakışlarına. Neden ona kızgın kalamıyorum ben? Oysa herkese kızmakta profesyonelleştiğimi sanıyordum. Belki de beyefendi, herkesten farklılaşmaya başlamıştır. Bilirsin hani, özelleşen şirketler gibi.

Sağ kolunu omzuma atıp bedenimi kendine çekti. Kafamı göğsüne yaslamış, çenesini saçlarımın üzerine koymuştu nazikçe. “Ayrıca, üşüyorsan neden uzak duruyorsun ki?” sesini böylesine yakından duyumsamak heyecanlandırmıştı düşüncelerimi. “Sarılsana bana.”

Duygularıma mühür basan isteğe kafa tumanın âlemi yoktu. Gardımı düşürerek ona sarıldım. Sıkıca sarıldım hem de. Ve sarılmamın ciddiyetini toprak altı etmek için baştaki konuyu ısıttım, yeniden getirdim gündeme. “Beni hiç karıştırma,” dedim. Başını eğmiş olmalıydı. Çünkü saçlarının alnıma batan yumuşak, mayıştırıcı hissine kapılmamak canımı acıtacak nitelikte çetin bir eylemdi.

“Gidip bir günlükle hallet eski meselelerini.”

“Yazı yazmayı sevmiyorum,” dedi homurdanırcasına. Şaşırmıştım açıkçası. Zira dışarıdan onu gözlemlediğimde oldukça gereksiz bir tutkuyla bağlandığını görüyordum hayata. Hayatı sevdiğini görüyordum. Hayattaki her şeyden keyif almayı başardığını…

“Hımm…” düşünceli düşünceli mırıldandım. Önüme göz ardı edemeyeceğim bir fırsat doğmuştu. “Yazı yazmayı sevmiyorsun ama,” kafamı kaldırıp gözlerine baktım. “Kuyu’da resmen destan yazdın.”

Hakikaten destan yazacak kadar mükemmel oynamıştı. Benim gibi kumardan zerre anlamayan bir kumarhaneci bile ayırt edebilirdi bunu. İtalyanların üzerine sinen şaşkınlık kokusunun beni kahkahalara boğduğu dakikalar ise ayrıca bir davaydı hani.

“Evet,” dedi bakışlarımı kendinde tutarak. Onu methetmeye yeltenmiş olmam, açık açık mutlu olmasına sebebiyet vermişti. “Öyle bir şey yaptım değil mi?” sanki önemsiz bir detaydan bahsediyorduk. Önemsizleştiriyordu benim ve kardeşim için yaptığı şeyi.

Kolunun himayesinden çıkıp yattığım yerden doğruldum. Katladığım dirseklerimi döşeğe bastırmış, ona yukarıdan bakmaya başlamıştım. “Gerçekten çok güzel oynadın Berkay.”

Eğildiğimden ötürü saçlarım cildine dökülüyordu. “Oynarken nasıl zorlandığımı bir ben biliyorum bir de Allah,” derken saçlarımın dokunuşundan kaçınmadı. Tebessümünü korudu. Bana bakarken fazlasıyla anlam kullanıyordu ve bunca anlamdan ne gibi bir anlam çıkartacağımı bilemeyecek kadar cahildim, maalesef.

“Böyle oynamayı nasıl öğrendin Berkay?” diye sordum.

“Söylemem.”

“Niyeymiş?”

Abartıyla kaşlarını kaldırıp indirdi. “Eskime dâhil olmak istemediğini sanıyordum İclal.” Koz geçmişti eline tabii.

Kafamı aheste aheste salladım. “Ciddiyim bu kadar kin sana fazla. Bak erken yaşlanırsın. Karın beğenmez sonra.”

Gülüşü, tüm yüzüne yayıldı. Ben daha ne yaptığını fark edemeden sırtımı döşeğe bastırmıştı. Bu kez o koydu dirseklerini başımın iki yanına koyan. O bakıyordu yukarıdan bana. Ancak gözlerini gözlerimle buluşturamayacak kadar da çekiniyordu. Dişlerini sıktığını, belli belirsiz, algıladım. “Karımın beni beğenmeme gibi bir şansı yok.”

Alınmış mıydı? Kasılan her bir kası alındığını kast ediyordu. İnanamıyordum. “Öyle mi dersi-”

“İşaret parmağını dudaklarımın üzerine bastırarak konuşmamı engelledi. Aklına aniden bir şey düşmüş gibi… Ki hemen akabinde aklına düşen şeyi paylaşıverdi. “Karım beni şimdi beğeniyor mu?”

Dudağının müdahalesine aldırmadım. Baskısına rağmen karşılık verdim. “Kumar oynamayı nasıl öğrendiğini söyleyecek misin?”

Önce parmağının altında kıpırdanan dudaklarıma sonra da anlık olarak yüzüme bakmıştı. “Kısasa kısas ha?” diye sordu dalgınca. Beni boşlukta bırakıp geri çekilmişti. Yanımdaki eski yerine uzandı ve bu defa üşümeyeyim diye ona sarılmamı sağlamadı.

“İşine gelirse beyefendi,” dedim. Avuçlarımı başımın altında birleştirip göğe verdim ilgimi. Ona yakın olmanın kötü olduğunu iddia edemezdim. Ona yakın olmanın sistemimi alabora etmesi kötüydü sadece. Yine de bana sarılmasını bir kez daha talep ederdi gönlüm. Çünkü o bana dokunmadan dokunmaya cesaret edemiyordum ona.

“Pekâlâ…” işine geldiğinin kabulünü sundu. Sesine eklediği muzip tınıyı allayıp pullayarak sürdürdü lafını. “Yıllar yıllar önce…” kapattığım gözlerimin arkasından kaşlarını yukarı doğru kavislendirdiğini hayal ettim. “Tabii o zamanlar bu kadar yakışıklı değilim.”

Beyefendinin havasından da özgüveninden de geçilmiyordu. Bu epey sinir bozucuydu. Çünkü söyledikleri, benim nezdimde, bütünüyle doğruydu. “Aman,” diyerek hızlıca müdahale etmiştim olaya. Bildiği, bildiğim doğruları yalanlayacaktım ki verdiğim yüzün astarını istemesin. “Sanki şimdi kızlar peşinde koşuyor da.”

“Koşuyorlar herhalde,” dedi kabadayı şivesiyle. Yattığı yerden kayarak bana yaklaşmıştı. “Ama zevcem…” omzunu omzuma çarptı. “Ben sadece bir kızın bana koşmasıyla ilgileniyorum.” Eli elimi buldu ve sık sık yaptığı gibi bileğimi okşamaya başladı. “Ki o kız daha spor ayakkabısını bile giymedi.”

Bana davrandığı gibi ona davranamadığım için, bana baktığı gibi ona bakamadığım için, bana gülümsediği gibi ona gülümseyemediğim için, en önemlisi de benimle konuştuğu gibi onunla konuşamadığım için kendimi berbat bir yaratıkmışım gibi hissediyordum. Keşke sunduklarının değeri, bende, kalp çarpıntısından, heyecandan ve hayranlıktan öteye geçebilseydi.

Aramızda –duygu açısından– büyük bir belirsizlik vardı ve bu belirsizliğin nereye kadar süreceği meçhuldü.

“Henüz ayakkabısını bile giymemiş birinin,” diyerek başladım. Söz konusu kızın ben olduğumu bildiğimi bilsin diye. “Seni aşağı yuvarlamasını istemiyorsan…” burada damın kenarını çevreleyen boşluğa gönderme yapıyordum. “Anlatmaya devam et Berkay.”

Mümkünse kaynatıp düşüncelerimi ağdalaştırmadan…

“Yurt dışına ilk çıktığımda korkuyordum,” dedi tonlamasını kısarak. Ruh hali o kadar hızlı değişiyordu ki bir radar cihazı onu ölçmeyi denese yazılımını yakardı muhtemelen. Biraz önce benimle eğlenip kendini övüyorken biraz sonrasında korkusunu bana nakledebiliyordu. Onu eşsiz kılan şeyleri tanımayı bırakabileceğim bir ana denk gelemeyecektim şüphesiz.

“Dil bilmediğin için mi?” diye sordum. Kendimi tutamayıp merak ettiğim konuşmasına müdahil olmuştum.

“Hayır,” dedi. Yavaştan sıkıyordu bileğimi. “Dil öğrenmek asla sorun olmadı benim için. Zaten gitmeden önce birkaç dil biliyordum bile.”

Bileğimdeki parmaklarının sıkılığı acı veriyordu lakin anlatması kolaylaşacaksa acıya pek tabii katlanabilirdim. Gözlerimi tamamen yukarı çevirip ışıl ışıl ışıldayan yıldız ışıklarını seyre geçtim.

“Ben şu anda tanıdığın kişi gibi değildim.” Kısaca mola verdi. “Yani ben her zaman böyle birisi değildim İclal.”

Böyle olmayan karakterinin koşulsuz taraftarlığını yapacağım Berkay olmadığı fikri, o kadar uzaktı ki bana anlatamam.

“Aşırı çekingendim. Aşırı utangaçtım. Aşırı içine kapanık ve aşırı özgüvensizdim.”

“Her şeyi uçlarda yaşamak isteme sebebin şimdi belli oluyor,” dedim onun durgunluğuna mizah karıştırarak. Eski Berkay’ın sahip olduğu apayrı sevimlilik, artık beni gülen taraf ilan etmişti. “Devamını da anlat bakalım.”

Tekrar kıpırdandı. Sağ tarafa döndürmüştü bedenini. Ona uyum sağlamak için ben de sağ tarafa döndüm. Benzer şekilde ellerimizi yanaklarımızın altına koyup birbirimize baktık.

“Bu yüzden çevremdekiler beni her fırsatta aşağıladılar. Hor gördüler, dışladılar, küçümsediler,” dedi. Dışlanan bir Karaevren... Oysa insanın gönlü el vermezdi ki onun gibi birini dışlamaya.

Gülümsemem solmuştu. Benim yerime o gülümsedi. “Katlanmaya çalıştım ama bir yerden sonra katlanılacak raddeyi geçtik. Kendimi onlara ispatlamak istedim. Aptallık işte…” o zamanki hareketini eleştirmişti bir bilgelikle. “Onlardan iyi olduğumu anlasınlar istedim.”

Onların kim olduğunu bilmiyorum fakat Berkay, dünyadaki herkesten iyi olduğun kesin.

“Okulda kumar turnuvaları düzenlenirdi. Tabii ki yasal değil. Yasal olup olmaması da kimsenin umurunda değildi. Ben de umursamadım. Turnuvaya adımı yazdırdım.”

“Adını yazdırdığında peki, biliyor muydun kumar oynamasını?”

“Hayır ama sayısalcıydım ben. Kumar ise derin bir olasılıklar diyarı…” yatmayı bırakıp doğruldu. “Her şey olasılıklara bağlıydı. Yaparım diye düşündüm. Hesaplayabilirim. Kazanabilirim.”

Hayatında olmadığım Berkay’a, hayatında olduğum Berkay’dan çok daha fazla yabancıydım ancak sanki o anda yanındaymışım gibi düşünüyordum. Aynı şekilde bende doğruldum. Azıcık az heyecanla, “Kazandın mı? Yapabildin mi yani?” diye sordum.

“Kazanamadım,” dedi sanki hiç o duruma düşmemiş gibi. “Tüm paramı,” diyerek ekledi. Ardından başa dönüp cümlesini değiştirdi. “Parayı bırak elimde avucumda ne varsa aldılar. Bir gecede, kaldığım yurttan bile sürgün yedim.”

“Nasıl?”

“Yurt sorumlusuna kumar oynamadığımı söylemişler.”

Söyleyenler burada olsaydı kanlarını akıtmadan rahat edemezdim. “İyi de onlar da kumar oynamıyor muydu?”

“Oynuyorlardı ama onların aksine benim arkamı kollayacak kimsem yoktu.”

“Berkay-”

Uzanıp başparmağını alnımın ortasına bastırdı. Alnımdaki kırışıklığı hayali olarak ütülemişti. “Çatma kaşlarını zevcem,” dedi. O anda konağın avlusundan bir takım sesler duyduk. Yardımcılardan biri avluda oturan konak ahalisine içecek dağıtmaya çıkmıştı. “Sence ben tüm bunları kabullenecek bir adam mıyım?”

Fazladan duygu harbine tabii tutulmadığına göre; değildi sanırım. Omuzlarımı silkerek yanıt verdim.

“Unutma İclal,” dedi içecek dağıtan yardımcıyı göz hapsine alırken. “Bir Karaevren daima geri döner.”

Bin bir karışıklık içinde, kaşlarım hâlâ, çatılıyken öylece duruyordum. Ellerini ağzının kenarında megafon yapan Berkay ise aşağıda dolanan yardımcıya hitaben bağırmaya koyulmuştu.

“Hamarat Abla,” dedi. Bir kez daha anlamadım beyefendinin girdiği çabanın gerekçesini. “Hamarat Abla.” Berkay’ın sesini duyan kadın sağa sola bakınmaya başlamıştı bile. “Hamarat abla, yukarıdayım.”

Kadın yukarıya baksın diye iki-üç kez daha bağırması gerekti. Sonrasında istediği dikkati üzerine çekiverdi. “Buyurun beyim?”

“Şerbetten buraya da getir,” dedi yerdeki kadının tepsisini işaret ederken.

“Neyden getireyim?”

“Şerbet diyorum, şerbet. Şerbetten buraya da getir.”

Ta ki kadın, “Hemen getiriyorum beyim,” deyinceye değin aralarındaki iletişimsizlik, gürültü kirliliği yapmayı sürdürmüştü.

“Berkay,” dedim siparişini çoktan verdiğinde. “Başlatma şerbetine ya! Döndün mü geri? Nasıl döndün?”

Yönünü bütünüyle bana dönüp buhranlı ruh halini terk etti. Kafasını minik bir açıyla yana eğmişti. Saçlarımın birkaç telini gözlerimin önünden çekip şapşal şapşal sırıttı. “Gittim. Gerçek bir kumarhane buldum.” Dramatik diye başlattığı anısını basite indirgiyordu çabucak. “Adamlara kendimi sevdirdim. Altı ay boyunca yanlarında kaldım. Gündüzleri okula gittim…” Robin Hood edasıyla ekledi. “Geceleri onlarla kumar oynadım. Sonra geri döndüm ve beni soyanları aynen soydum.”

“B-bu kadar mı?” diye sordum bocalayarak.

“Bu kadar.”

“Kumar oynamayı bu şekilde öğrendin yani?” diye sordum. Tutarsızlık dolu hikâyesine güvenesi gelmiyordu insanın. Lakin sorduğum soruyu bir baş sallayışı ile doğrulamış, ona güvenmem gerektiğinin mesajını vermişti.

Dayanamayıp dizine vurdum. “Çıldırtma beni Berkay! Adamlara kendini nasıl sevdirdin ya?” yerli ya da yabancı, kumarhane sahiplerinin yoldan geçen herkesi sevmeyeceğini bilecek kadar kumarcıydım. Yoldan geçen herkesi aralarına almayacaklarını bilecek kadar da…

Berkay, mutlaka, bir şeyler yapmış olmalıydı. Ama ne?

“Allah aşkına, ben sevilmeyecek insan mıyım İclal?” diyerek savundu kendini. İşin içinden sıyrıldı. O anın gerisinde, Hamarat Abla sipariş edilen şerbetleri getirerek ortada büyük bir sır perdesini açık bırakmıştı.

Kadın, tepsiyi yere koyamadan Berkay devraldı. “Eline sağlık Abla.”

“Afiyet olsun beyim. İstediğiniz başka bir şey var mı?”

“Yok, teşekkürler.”

Hayretler içinde ikimizin ortasında duran tepsiye, tepsideki kırmızı bir sıvı ile doldurulmuş bardaklara baktım. Berkay kendi önündeki bardağı alıp inatla gözümün içine bakarken içti. “Nar şerbeti,” dedi şerbetin kimliğini açıklığa kavuşturarak. “Çok güzel. Mutfakta görmüştüm. Ama tadına bakamadım.”

Sen dama döşek taşırken mutfakta geziniyormuş yani? Baksana, bu hep böyle miydi?

“Nasıl sevdiler seni?” diyerek bir kez daha sordum. Ancak üstelemenin onda işe yaramadığını bilmem gerekirdi.

“Onu da artık başka bahara anlatırım zevcem,” dedi neşeyle. Bana ayrılan bardağı da almıştı eline. “İç bakalım şunu.”

Bardağı yüzüme yaklaştırıp dudaklarıma bastırdı. “Dur Berkay,” itirazlarıyla geri çekilmeyi denesem de olmadı. “Dursana!” nihayetinde üstüme başıma dökerek nar şerbetini içmemi sağladı.

“Senin sıran geldi. Söylesene, karım şimdi beğeniyor muymuş beni?”

Kısasa kısas ha?

Şerbet bardağını ondan alıp uzun bir yudum içtim. Ardından beyefendinin yüzüne epeyce yaklaşıp gamzesini öptüm. “Beğeniyor,” dedim alçak bir perdeden.

“Bunu devam ettirmem,” dedi onu öptüğüm kısmı kast ederek. “Sorun olmaz öyleyse?”

Biz hâlâ yakınken, cümlesi tamamlanır tamamlanmaz beni öpmeye yeltenmişti ki üzgün bir yüz ifadesi takınıp geriye çekildim. Nar şerbetini hızlıca içip ayağa kalktım. “Şerbet harbiden çok güzelmiş.”

Bir nar şerbetiyle ikimizi ayırmış, onu yüksek hacimli hayal kırıklığı ile baş başa bırakarak damdan çıkmıştım. Eh, döşeği aşağı indirme görevi –bu noktada– Berkay Bey’e kalıyordu.

*

Alaaddin, sihirli lambasını bana ödünç verseydi eğer şerbet ayrılığımızı yaşamamayı, ertesi güne de hiç başlamamış olmayı dilerdim. Ancak ne Alaaddin ’in lambası emrime amadeydi ne de güneş, ertesi güne geçmemem için yeteri kadar insaflı…

Aslında sabaha güzelce; güzel bir tartışma ile başlamıştık. Saç düzleştiricimi fişe takmak için Berkay’ın telefonunu şarjdan çekmemdi sorun. Herhalde ben haklıydım bu davada oysa haksız. Çünkü şarj aleti taşınabilirdi. Onu şirkete götürebilirdi. Peki, ben saç düzleştiricimi şirkete götürebilir miydim?

Cevap gayet de açıktı sanki.

Her halükârda tartışmamız uzamamış, kahvaltıya indiğimizde çifte kumrulara dönüşüvermiştik.

Berkay ile birlikte çalıştığı şirkete gidip onun odasında –o işlerini yaparken– ders çalışmam bir gelenek halini almıştı artık. Kahvaltı sofrasını sessiz sedasız terk etmemizin ardından geleneğimizi böylece devam ettirdik.

Fakat sadece yirmi dakika kadar…

Şirkette, Berkay döner koltuğuna oturmuş bilgisayarıyla uğraşıyorken ben uslu uslu misafir koltuğunda pinekliyor, öğrendiğim alfabeyi yazıya dökmek uğruna efor sarf ediyordum. Kareli defterimin sol üst köşesine titrek çizgilerle B yazdım. E, R, K, A…

Beş harfi hatırlayayım, yazayım deyinceye değin yirmi dakika geçmişti işte. Yirmi birinci dakikanın başlangıç zili çaldığında bulunduğumuz odanın kapısı açılmıştı. İçeriye bir grup insan girdi: Üç kız, iki erkek. “Sürpriz!” diye bağırdılar.

Kaşlarımı çatarak bu densizleri kovması için Berkay’a baktım. Ancak o, onları kovmamıştı. Kovmadı. Afallamış ifadesini yalnızca beş salise boyunca sürdürdü. Sonra kocaman gülümsedi. Oturduğu koltuktan kalktı. “Nereden çıktınız siz?” baskına gelenlere tek tek, neşeyle sarıldı.

Bana anlattığı dışlanma temalı hikâyesini bizzat tecrübe etmiştim o an. Onlar sarılır, gülüşür, konuşurken ben, dış kapının dış mandalı gibi hissetmiştim.

Berkay, varlığımı unutup onlarla ilgileniyorken sinirlendim. Daha öncesinde hiç sinirlenmediğim kadar hem de…

Dört parmağımla tuttuğum ahşabın ortasına başparmağımı bastırıp kurşun kalemi ikiye kırdım.

Şerbetten sonra bizi ayıranlar, sahi kimdi ki bunlar?

Sanırım, Berkay’ı senden çalacak olanlar.

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%