Yeni Üyelik
30.
Bölüm

29. GÜZEL, UYUMSUZ, SARIŞIN

@hayalrafya

 

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Altı Saat Kadar Sonra

Karaevren konağında, her bir köşesine Berkay’ın sarhoş edici parfümünün itinayla sindiği yatak odasında oturuyordum. Sırtımı yatak başlığına yaslamış, bacaklarımı kendime çekerek dizlerimin etrafına sarılmıştım.

Karanlıktı. Ayı bırakın sokak lambalarının ışıkları dahi küsmüştü bu geceye sanki. Aydınlığı görmem yasaklanmıştı belki.

Akıp duran gözyaşlarımın yerine –ben sildikçe– yenileri ekleniyordu. Saatlerdir ağlamaktan yüzüm yanıyordu. Daha ne kadar ağlamam gerektiğini bilmiyordum. Daha ne kadar ağlamanın beni kötü düşüncelerimden arındırmayı başaracağını da bilmiyordum.

Güzel bir rüya görüyormuşum. Bir anda karabasanlar çullanmış üstüme. Bir olup uçuruma sürüklemişler beni. Sanki tepetaklak düşerek uyanmışım gibi. Kendimi felaket raddesinde berbat hissediyordum. Berbat hissetmemin ise temelde tek bir sebebi vardı: Berkay’ın Avrupa’dan ziyarete gelen arkadaşları.

Evet, bugün pat diye şirkete gelenler –üç kız iki erkek– Berkay’ın okul arkadaşlarıymış. Türkiye turuna çıkmışlar. Her ilde bir gün konaklanacak şekilde seksen bir günlük bir tur ayarlamışlar. Şartlara göre bu süre uzayabilir ve ya kısalabilirmiş ancak Mardin’de konaklamalarının süresi maalesef ki değişmeyecekmiş. Sadece bir gün…

Bu bir günde Berkay’ı da ziyaret etmek istemişler. Benim yâd etmeye sıcak bakmadığım eski günlerini yâd etmek için.

Odada, yanlarında durduğum vakit gözlerimin gerisinde belirince ağlamam, şiddetli bir içliliğe meyletti. Kızlardan biri beni çaycı sanmıştı. Berkay, eşi olduğumu söylese de inanmamışlardı. Hep beraber kahve içileceği anda beşi de sürekli yargılayan bakışlarını üstümden çekmemişti. Fırsatını buldukça beni küçümsemiş, aşağılamış, Berkay’ın yanına yakışmadığımı, ona layık olmadığımı hâl ve hareketleriyle ima edip durmuşlardı.

Berkay bunların –arkadaşlarının yaptıklarının– farkında mıydı bilmiyordum ancak onların yanında kalmaya daha fazla dayanamayacağıma karar vererek dönmüştüm konağa. Avrupalı arkadaş grubu ise Mardin’in yöresel lezzetlerini tatmak için şehrin en ünlü yemek mekânına gitmişti.

Onlardan ayrıldığımdan beri ağlıyordum. Onlardan ayrıldığımdan beri düşünüyordum. “Sanırım,” dedim sessizliğe. Konuşmak, ağrıyan boğazım aracılığıyla yaktı canımı. “Berkay’ın yanına gerçekten yakışmıyorum.” Bıkmayıp usanmadan beni sözleriyle yücelten, en nadide varlıkmışım gibi hissettiren Berkay’ın yanına sahiden yakışmıyordum ben.

Bu gerçeğe ne diye böylesine üzüldüğüm hakkımda hiçbir fikrim yoktu. Yoksa… Ben de Berkay’ı onun beni önemsediği gibi önemsiyor muydum? Bunu da çözemiyordum ki. Bir bataklıktaydım ve yukarı çıkmaya çalıştıkça boğuluyordum. Beni boğan, bataklık çamuru değildi tabii. Kendi düşüncelerim boğuyordu beni.

Avrupalı arkadaşlar pekâlâ haklıydı. Ben uyumsuz olandım. Bir şekilde uymuyordum ona. Hiç tanımayan biri bizi görseydi eğer –şüphesiz ki– uyumsuz puzzle parçaları olduğumuzu kolayca kanıtlayabilirdi.

Berkay’ın konuşma tarzı çok hoştu bir kere. Daima tane tane konuşuyordu. Konuşurken duraksamıyor, teklemiyor, harfleri seri halde telaffuz ediyordu. Ses tonunu ayarlamakta ustaydı. Bağırdığı anlarda dahi çok yükseltmiyordu ses perdesini. Kullandığı tınıda bir ahenk vardı hani. Ne anlatırsa anlatsın günlerce oturup sıkılmadan dinleyebilirdiniz onu.

Öte yandan ben, doğduğum bölgenin ve yetiştirildiğim koşulların üzerimdeki öğreticiliğinden dolayı –buraya has– doğu şivesi ile konuşuyordum. Şive ile konuşmayı yerdiğimden ya da beğenmediğimden değil de Berkay kadar kibar olabilmek benim için zordu. Sözcükler, olağanüstü bir kabalıkta terk ediyordu dudaklarımı. Ses tonum içler acısıydı. Asla kontrol edemiyor, ona hükmedemiyordum. Yalnızca bağırarak ifade edebiliyordum kendimi. Başka türlüsünü öğrenmemiştim ki. Öğrenememiştim. Kendimi geliştirememiştim.

Öte yandan konuşma tarzı, aramızdaki farklardan sadece biriydi. Farklarımız çeşitlendirilebilirdi. Giyim tarzı, duruş şekli, bakış açısı, yorumlama kabiliyeti, açık fikirlilik ya da sabit fikirlilik… Biz bir paranın iki yüzü değildik. Berkay kâğıt paraydı. Ben ise, basitçe, madeni para…

Berkay, farklarımızı katiyen yüzüme vurmamıştı. Beni taçsız bir kraliçe yapmıştı. Kendimi geçtim diyeyim… Arkadaşlarına bile benzemiyordu ki. Yine de bugün maruz kaldığım hakaretler yüzünden onun gibi olmayı isterdim işte.

Keşke doğduğumda kimliğimi belirleyebilseydim.

Sol ayak bileğimdeki silah figürlü halhala dokundum. Halhalın varlığına tutundum. Ta ki onu da –tıpkı Berkay gibi– hak etmediğime karar verinceye değin.

Aslında tüm suç Berkay’daydı. Eğer bana böyle değil de abimin Beril’e davrandığı gibi davransaydı şimdi hiç ağlamaz, üzülmezdim.

Ani bir hiddetle bileğimdeki halhalı çıkarttım. Komodinin üzerine bıraktım. Hâlâ ağlamaya devam ediyorken ayağa kalkıp giysi dolabının karşısına geçtim. Karanlıktan ötürü modellerini zar zor algılayabildiğim kıyafetlerim, içime yerleşen meyusun köklerini perçinlese de elime geçen ilk uzun eteği ve kazağı alıp dolabın kapaklarını, öfkeyle, çarparak kapattım.

Şu an fazlasıyla Dilan halama ihtiyacım vardı. Dilan halama ve son zamanda özene bezene beni çileden çıkartan Zeliha ve Zehra’ya.

*

Dışarısı epey soğuktu. Neyse ki soğuk, gözyaşlarımın ömrüne son noktayı koymuştu. Halamın önünde ağlamak istemiyordum. Kendimi ağlamamaya şartlandırmıştım ama ne denli başarılı olacağım meçhuldü.

Akıp duran burnumu çekerken Meran konağının kapısını yeniden çaldım. Kapı tokmağının ağırlığının parmaklarıma işkence etmeye başladığı bir andaysa kapı, nihayet, açılmıştı. Açılma süresinin uzun sürmesi Hüma’nın yokluğuyla doğru orantılıydı muhtemelen. Halam ancak inebiliyordu yukarıdan aşağıya. Hüma ise devamlı mutfakta olurdu. En ufak bir tıkırtıya koşardı. Ah, eskiler!

Açılan konak kapısının ardından telaşlı yüzünü gösteren Dilan halam birkaç dakika boyunca yüzüme baktı. Kirpiklerini kırpıştırıyor, in ya da cin olmadığımdan emin olmaya çalışıyordu. Emin olduğu anı ise değişen yüz ifadesinden gözlemlemiştim. Varlığımı algılar algılamaz neden burada olduğumu değerlendirmeye geçiyordu ki daha fazla sessiz kalamadım. “N’aber hala?” diye sordum hüzünle.

“İclal?” dedi halam hüznüme zıt bir şaşkınlıkla. Karaevren konağının çevresinde yas tutan sokak lambaları, Meran konağının çevresinde ışıklarını yakmaya karar vermiş olmalıydı ki Dilan halam bir şenlik aydınlığının altında duruyordu adeta.

“Gecenin bu saatinde neden kocanın yanında değilsin sen?” derken azarlayan bir tonlamada ekledi. Kapının eşiğini geçip iki yanımda uzanan sokağı kolaçan etti. “Bana bak, yoksa evden mi kovdu seni?”

Hiçbir şey demeden öylece durdum. Normal bir vakitte olsak halama pek tabii göz devirir, cümlesini cevapsız bırakmazdım. Lakin normal bir vakitte değildik, değildim. Ruhum çöküyordu. Sona dayanan bir iki kolona tutunuyordum.

“Kız ne yaptın gül gibi oğlana?” sormadan etmeden, anlamadan dinlemeden suçlanmıştım işte. Sessizlik mi dayanırdı buna yoksa bozuk moral baş edebilir miydi bir başına?

Lastik ayakkabımın tabanını sertçe yere vurdum. “Of! Ben bir şey yapmadım tamam mı?” sesim sokakta yankılanmıştı. Gözpınarlarım, duyduğum yankının ardından ıslanmaya başladı.

“O gül gibi oğlanın suçu her şey.” Tekrar ettiğim tamlama kalbimi dağlıyorken bıraktığımı sandığım ağlama, yeniden tuzağına çekmişti beni. Gözyaşlarım kabullenemezlikle düştü yanaklarımdan. Art arda iç çektim. “Gül gibi oğlanın suçu…” diye tekrar ettim. Güldüğü anda çukurlaşan yanağının silueti silinmiyordu hayalimden.

“Neden Berkay’ın yanına yakışmıyorum hala ya?” sarsıla sarsıla ağlamaya geçtiğim esnada orada öylece duramamış Dilan halama sarılmıştım. Gözyaşlarım, yazmasını ıslatıyordu. Titremem asla azalmıyordu. Gözyaşlarıma, iç çekişlerime hıçkırıklar da katılmıştı bu sefer.

“İclal,” dedi halam elini başımın arkasına koyarak. “Ne diyorsun kızım sen?” sarılışımdan kurtulmak için geri çekildi. “Geç içeri hadi.” Sırtımı destekleyerek Meran konağının avlusuna adımlamamı sağladı.

“Ah, kızım ne oldu sana ya? Kimin nazarı değdi bilmem ki.”

Avluya girdik. Ağır kapı ise arkamızdan –ağır ağır– kapandı.

*

Kızları bulamadım. Ama onlar olmasa bile Dilan halamın varlığı da yetiyordu bünyeme. Avludan asla kaldırılmayan geniş yemek masasına yan yana oturmuştuk. Yüzüme bakmak isteyen halam, sandalyesinin yönünü tamamen bana çevirirken ellerimi avuçlarının arasına aldı. Gözlerinde ilk defa alay değil anlayış vardı. O anlayışa sığındım ve her şeyi anlattım. Anlatmayı bitirdiğimde hâlâ ağlıyordum. Yüz yıl ağlasam dahi doymak bilmeyen bir gözyaşı açlığı vardı içimde.

“Ağlama kızım,” dedi halam şefkatle. “Uyuyor herkes.” İşte bu ikinci sözüyle, sesinde duyduğum şeyi yanlış yorumladığımı fark ettim. Şefkat yerine endişe duyuyormuş meğer.

“Bak uyandıracaksın tüm konağı. Yapma böyle İclal. Babana ne deriz sonra?”

Derin nefesler aldım. Tenime çarpan soğuğu doya doya özümsedim. Sonrasında zor bela gözyaşlarımın önüne set çekmiştim. Bir kez daha, başkaları için kendi isteğimi feda ettim.

“Herkes uyuyorsa sen niye uyumadım?” diye sordum. Sahiden konağın ışıkları sönüktü. Çıt çıkmıyordu. Şehrin çoğunluğu gibi bizimkiler de geceye teslim olmuş, uyuyorlardı. Dilan halamın ise uykuya dair herhangi bir emaresi bile yoktu. Yani onu uyandırmamıştım. O zaten uyumuyormuş.

“Halletmem gereken bir takım aşksal meseleler vardı,” dedi imalı imalı gülümseyerek. Ellerimi tutmayı bırakıp dizime hafifçe vurdu. “Senin gibi.”

Dirseğimi masaya koyup başımı yumruk yaptığım elime yasladım. Burnumu kabanımın kol yenine silmiştim. Berkay’ın o Avrupalılarla ne yaptığını düşünmemeye çalışmak sabrımı fazlasıyla zorluyordu. Bu yüzden, karşılık verdiğimde, Dilan halama haddinden biraz daha sert çıkışmıştım. “Benim aşksal meselem falan yok.”

Evet, aşksal meselelerden yoksundum. Çünkü Berkay’a âşık falan değildim. Benim zıddıma, halam kiminle gönül eğlendirmek istiyorsa eğlendirebilirdi. Çorap değiştirir gibi o aşktan bu aşka atladığı düşünülürse onun aşksal meseleleri –açıkçası– umurumda bile değildi.

“Tabii, aşksal meselen falan yok. O yüzden iki gözün iki çeşme buraya geldin değil mi?”

“Hala ya!” dedim yoğun bir mırıltıyla.

İddia ettiğim hakikat, Dilan halamı tarafıma çekmeye yetmemişti. Sandalyesini sürüterek biraz daha bana yaklaştı. Sabırla çektiği nefesini yine sabırla dışarı üflerken omuzlarıma sarılıp başımı göğsüne yasladı.

Ondan bulduğum güçle gözyaşlarım yeni bir saldırıya hazırlanıyorken ne kadar anlaşılabilir konuştuğumu umursamadan dert yanmaya koyuldum. “Avrupa’dan gelen kızları görmen lazımdı hala. Çok güzeller.” Titrek soluklarımı öğütemeyen ciğerlerim, beynime ağrı sinyalleri gönderirken başıma saplanan ağrıya aldırmamayı denedim.

“Ama nasıl güzeller var ya. Oyuncak bebek gibi görünüyorlar, böyle. Hiçbir kusurları yok biliyor musun?”

“Kızlar umurumda değil,” dedi Dilan halam karşı çıkarak. Açık bıraktığım saçlarımı yavaş yavaş okşarken sakinleştiriyordu beni. Annemden çok yanımda duran kişiydi kendisi. Bazen beni delirtse de ona sahip olduğum için mutluydum. Halimi anlamak uğruna çaba sarf ettiği için de…

“Öylelerinin kalbi kusurludur İclal. Hem bırak onları. Sen de güzelsin kızım.”

Duy da inanma… Ne şimdi bu? En iyi yalan yarışmasının en iyi yalanı mı?

“Söyleme şunu,” dedim kırgınca. Yüzük parmağımı saran alyansı kendi etrafında çevirmeye başlamıştım. Düşük değerli bir tabloyu allayıp pullayarak satamazdınız neticede. “Tam dört kez görücü geldi. Sen şahitsin. Çirkin olduğumu söyleyip geri gitmediler mi?”

Konağın sessizliğine bakarak kendimi durulttum az buçuk. Çirkinliğimi arşa çıkaran görücülerin ardından tuttuğum yas anıları, yere düşmüş küp şekerin başını çevreleyen karıncalar misali çıkmıştı tepeme.

“Güzel olmadığımı biliyorum hala. Sadece…” bir kalp atımı süresi kadar duraksarken nefeslendim. “Arkadaşlarının tavrı sinirlerimi bozdu.”

Sinirlerin mi bozuldu yoksa o arkadaşların tavrı sana kim olduğunu mu hatırlattı? Allah aşkına İclal… Bari kendine karşı dürüst ol.

Halam kısık perdeden güldü. “Bir de sen sinirlerimi bozma hala mı diyorsun?”

Ne deyip ne demediğimi belirtmedim. Ancak Dilan halam, olanca belirsizliğin üzerine laflarına devam etti. “Bak bakalım halana İclal.” Benden ayrılıp çenemi yukarı kaldırmamı sağladığında baktım halama.

“Bilirim seni. Kolay kolay dağılmazsın sen.” Araştırmacı bakışları, en ufak bir iz bulmak için yüz hatlarımda keşfe çıkmıştı adeta. “Şimdiyse saçma bir sebepten dolayı paramparçasın.”

Bana baktı, baktı, baktı. Akabinde ellerini ağzına kapatıp, “Hiih,” diye bir nida çıkarttı. “Kız yoksa sen gönlünü mü kaptırdın bu çocuğa?”

Oturduğum yerde rahatsızlıkla kıpırdandım. İhtimaline olanak vermediğimin ihtilaline kapılmaktan nefret ediyordum. “Ne alakası var!” bakışlarımı ondan çekip parmağımı, parmağımdaki alyansı seyrettim uzun uzun.

“Bu masal o masal değil hala. Berkay güzel. Bense çirkinim. Allah aşkına çirkin, güzeli sevebilir mi hiç?”

“Belli ki küçükken sana anlattığım masalları hiç dinlememişsin.”

Dinlememiştim tabii ki. Çünkü masalların ayakları yere basmazdı ve ben okula gidemediğim gerçek dünyadayken göklerde süzülmekten nefret ediyordum. Ancak şimdi çark hızla ters yöne dönüyordu. Uçuk gerçekliği unutma ihtiyacıyla, “Şimdi anlat,” dedim yalvararak.

“Şimdi anlatmayacağım İclal.” Yazmasının uçlarını düzeltip öne eğildi. “Şimdi, güzel ve çirkin masalının sonunu söyleyeceğim sana. Merak ediyorsun değil mi?”

“Ediyorum.”

“Sevmekle kalmadılar. Çirkin güzele, güzel de çirkine âşık oldu. Ve çirkin, güzelin aşkı ile güzelleşti.”

Terden yüzüme yapışan saçlarımı geriye itekledi. “Berdel evliliği yapan her kızın karşısına Berkay gibi biri çıkmıyor, İclal. Asanlar, kesenler, dövenler, çöp gibi davrananlar…” elini, daha çoklarının mevcudiyetini belirtircesine havada sallamıştı.

“Bunların hepsini biliyorsun. Olayın içindesin. Dinle beni kızım, Berkay senin şansın.” İşaret parmağını şakağıma sertçe vurdu. “Yaz bunu buraya. Ufak sebepler yüzünden şansını başkalarına kaptırma.”

Berkay senin şansın.

Şansını başkalarına kaptırma.

Dilan halamın söyledikleri, yürümeyi yeni yeni öğrenen bir bebeğin adımları misali içime azar azar işliyorken benliğimle baş başa kalıp tamamen Berkay’ı düşünmeye koyuldum. Madem Berkay benim şansımdı, neden şu anda beni beğenmeyen bir toplulukla beraberdi? Kafayı yiyecek raddede kıskanıyordum onu. İnkâr edecek değildim hiç. Oysa halam yerine yanımda onun olmasını, ona sarılmayı ne de çok isterdim.

Kısacık bir mühlet öldü o anda. Beş ya da on saniye olabilirdi emin değildim. Güçlü, kulakları yırtan bir çift davul-zurna sesi ile yerimizden sıçramıştık. Davulun ve zurnanın sesi yükselir, çıkardıkları melodi tüm Meran konağını inletirken halam ile aynı anda oturduğum sandalyeyi terk ettim.

Sesler, hemen kapının arkasından geliyordu. Giriş melodisinin tamamlanmasının ardından melodinin şarkısını seslendirdiği yabancı, tanımadığımız bir sesti bu.

“Bir eda, bir çalım, aldın başını, gittin

“Ne kadar masum bir şeyi terk ettin.

“Avunurken olur olmaz aşklarla,

“Seni hem sevdim hem senden nefret ettim.”

Kaşlarım istenç dışı çatılırken Dilan halam ile birbirimize anlamaz bakışlar atıyorduk. Aniden ortaya çıkan bu davullu zurnalı şarkının gerekçesini, güzel ve çirkin masalının sonundan fazla merak etmeye başlamıştım.

“Ne sen unuttun, ne ben unuttum

“Aldatma kendini, gel.

“Yanıyor içim, eriyor içim

“Eskisinden de beter.”

Arkasında durduğumuz, masasında oturduğumuz Meran konağının kapısı gürültüyle çalınmaya başladığında ufak bir çığlığın önderliğinde yerimden sıçradım. Konağın ışıkları, evdekilerin uyandığını belirtircesine teker teker açıldı. Kapının yumruklanması da dışarıda çalan şarkı da kesilmedi asla. Bize gelmişlerdi. Kim, bize ne diye böyle bir şarkıyla gelirdi ki?

“Gel, gel, sarışınım, gel

“Gel, sana aşığım, gel.

“Gel, gel, gün ışığım, gel

“Gel, çok karışığım, gel.”[1]

Hızla yanıma adımlayan Dilan halam koluma dokunarak farkındalık yaratmak adına, “İclal,” dedi. Şarkının sesini aşabilmek için bağırması gerekmişti. “Sarışınsın sen.”

Sarışındım tabii ben. Aklıma düşen olasılık gözlerimi kocaman açıp ağlamayı unutmama mahal veriyorken konağın kapısına koşarak ulaşmıştım. Ağır ahşabı güç bela kendime çekerek çift kanadı ikiye ayırdığımda karşıma bir davulcu, bir zurnacı, bir şarkıyı söyleyen adam bir de Berkay çıktı.

“Berkay,” dedim omuzlarımı düşürerek.

Kollarını iki yana açıp kızgınlıkla yüzüme baktı. “Neredesin İclal sen?”

İki büyük adımda yürüyüp yanıma geldi. Kollarını hızla belime dolarken sarılmıştı bana. Ne davul sustu ne de zurna. Zeliha ve Zehra’nın gürültü yapmamamız gerektiğini söyleyen çığlıklarını duymadım. Yalnızca Berkay’a sarıldım.

“Seni bulamayınca konakta taş üstünde taş bırakmadım kızım. Neden habersizce gidiyorsun?” dedi hayıflanarak. Kendini duyurmak için dudaklarını kulağıma bastırmış öyle konuşuyordu. “Beni terk ettin diye çok korktum. Çok korktum ama bu son İclal.”

Sözleri, halamın sözlerini ezip bir tebessüm yerleştirdi yüzüme. “Ne için son?”

“Bir daha yanımdan kaçmana izin vermeyeceğim.”

Sıkı sıkı sarıldım ona. Sıkı sıkı da sarılmıştı bana. Orada kaldık. Birbirimize sarıldık. Ta ki Zeliha ve Zehra’nın terliklerini kafamıza yiyip oradan kovuluncaya değin…

Halanın haklılık payı var mı İclal? Sahiden gönlünü mü kaptırdın sen bu şehirli serseriye?

Bilmiyorum.

BÖLÜM SONU

Loading...
0%