Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. SAKİN KALMAYAN MERASİM

@hayalrafya

 

keyifli okumalar..

Karaevren aşiretinin gelişi, şenlik alanına düşen ateş etkisi yaratmıştı bünyelerde. Ateşin heyecanıyla yanmıştık topluca. Elini eteğine dolaştıran annem birkaç kararsız adım sonrasında babamın yanına gitmiş, ağır misafirlerini karşılama moduna geçivermişti.
Her zamanki keyfini koruyan Dilan halamın saçına çeki düzen vermesi izlenildi. Ardından o da çıkmıştı mutfaktan. Yakışıklı birilerini bulma umuduyla içi içine sığmayan Zehra’nın da mutfakta kalacak bir gerekçesi yoktu hani. Zira gerekçelerin en büyüğü bana zimmetliydi: Bir Karaevren olacak olmak.
Nefes boruma kaçıp bana suikast düzenleme arzusunda olan çikolatalı kurabiye parçacıklarının pençesinden kolay kolay kurtulamamıştım. Defalarca su içmiş, taze oksijen yutmayı denemiştim.
Zeliha sırtıma vurup “İyi misin abla?” sorularıyla endişesinin ete kemiğe bürünmesini sağlamıştı. Hüma ise eli koynunda durmuştu bir kenarda. Kendisi sevilmeyen bir konak yardımcısıydı. Onu sevmiyordum. Ben boğuluyorken takındığı tavır, sevgisizliğimi körüklemişti. Eğer rahmetli annesinin hatırı olmasaydı Meran Konağının sınırları içerisinde bir saniye dahi tutmazdım onu.
Öyle ya da böyle sakinleşip kendime gelmem yaklaşık beş dakikayı bulmuştu işte. Bu esnada çoktan konağa doluşmuş olan Karaevrenler çalışma odasına alınmıştı. Çünkü sedir sayısı yeterli olan ve böylesine bir kalabalığı kaldıracağından emin olduğumuz tek oda, çalışma odasıydı.
Mutfağın avluya bakan camında Zeliha ile yan yana duruyorduk. Çalışma odasının içini netçe gören tek pencere burasıydı. Zeliha tezgâha yaklaşmışken ben kapıya yakın kalmıştım. Görüş bölgesini paylaşıyor olsak da ben daha iyi bir konumdaydım.
İşaret parmağımla azıcık araladığım perdenin ötesi saçma bir yoğunluk sunuyordu. Epey kalabalık gelmişlerdi. Kimin kim olduğu hakkında en ufak bir fikir tanem dahi yoktu. Kiminle evleneceğimi bilmiyordum. Zaten Zeliha omzumu itekleyip kendine yer açmaya çalışırken netçe görebildiğim bir yüz de olmamıştı henüz.
“Hanım Ağam,” dedi ocaktaki kazanın başında duran Hüma. Mermer tezgâh boyunca sıraladığı ufak fincanlardan tekini eline almıştı. Fincanla ölçtüğü suları kazana aktarıyordu. Kahve makinemiz falan yoktu. Cezve ise bunca kişiye yetecek kahveyi hızlıca yapamazdı. Kazan, bir aşirete gelin gidecek olan aşiret kızı için öncelikli bir tercihti.
Evet, biz gözlemciyken ben değil Hüma kahve hazırlığına atılmıştı. “Perdeyi çok açmasa mısınız, görecekler.”
Arkamı dönüp omzumun üzerinden Hüma’ya baktım. Kafasını işinden kaldırmamış, yargı dağıtıyordu. “Sen bize karışma Hüma,” dedim kabaca. “Kahveleri köpürtmeye bak.”
Dudağını büzerek parmak uçlarında yükseldi ve üst dolaptan aldığı kepçeyi kazana daldırdı. Onun yaptığı kahveyi içme mecburiyetine tabii tutulacak Karaevrenler’e acımadığımı söyleseydim eğer yüzyılın yalancısı addedilirdim herhalde.
Kıpır kıpır kıpırdanan Zeliha kendini kaybedip omzuma çarptı. Omzuma çarpışı beni, Hüma’yı tekrar tekrar azarlamaktan alı koymuştu. Yeniden perde arkasına dönüp Zeliha’nın söyleyeceklerini dinlemeye koyuldum. “Ay ablaaa,” dedi sondaki ‘a’ harfini bilinçli şekilde çekiştirerek. “Hangisi acaba?”
Omuzlarımı silktim. “Hiç merak etmiyorum,” demiştim kuru kuruya. Belirtisiz özne ile kurduğu cümlenin esas öznesini anlayabilmek için küçükken iki üç puzzle yerleştirmiş olmak yetiyordu neyse ki.
“Merak etmiyorsan yerini bana ver,” dedi oyunbozan kardeşim. Duygusuzluğuma sinirlenmişti. “Senin durduğun yerden daha iyi görünüyor.”
Eh, ikimiz de en iyi yerde olduğum konusunda hem fikirdik böylece. “İteklemesene Zehra.”
Berdel kesinleştikten sonra evleneceğim kişinin nasıl göründüğünün ne önemi var sanki?
“Tamam,” dedim sussun diye. “Birazcık merak ediyorum işte. Bırak da bakayım.”
Artık beyefendi her kim ise…
Çalışma odasından yükselen sesler pek anlaşılmıyordu. Uzun süredir kavgalı olan iki ailenin aniden bir araya geldiğinde ne konuşuyor olabileceğini düşünüp durmak beni çıldırtıyordu resmen.
“Rıdvan Ağam’ ın evleneceği kız da geldi mi acaba?” diye sordu sessiz sedasız ocağı bırakıp yanımıza yanaşan Hüma. Yine parmak uçlarındaydı. Hatta Zeliha’nın kolundan destek almıştı. Çenesini de yukarı kaldırmış konukları inceliyordu geriden. “Rıdvan Ağam öyle herkesi beğenmez.”
Yardımcımızın pençe misali tırnaklarını Zeliha’nın kolundan kopartıp öfkeyle arkama döndüm. “Hayırdır Hüma?” dedim tehlikemi anlaması umuduyla. “Rıdvan Ağa’nın zevklerine ne zamandan beri vakıfsın sen?”
Kafasını hemen yere eğdi. Masum bir ifade çekmişti oyunculuk kartelasından. “Yok Hanım Ağam, ben şey…”
“Sen,” dedim. “Ne?”
Utanmazca ekledi. “Her kız ailemize yakışmaz diye…” Çekinmek nedir bilmiyordu kendileri.
Perdenin ötesindeki dünyaya olan ilgisini ışık hızında kaybeden Zeliha sesini küçülterek kahkaha attı. “Öyleyse iyi ki sen bu aileden değilsin. Değil mi tatlım?” Hüma’nın yanağından makas aldı. “Yakışanı da yakışmayanı da bize bırak.”
Kardeşimin kahkahası başıboş kalmasın diye tebessüm etmiştim ben de. Tebessümümün son kullanma tarihi ebediyete intikal edemedi tabii. Ocaktan gelen cızırtı mırıltısı dağıtmıştı görünmeyen iğnelemeleri.
“Kahve taşıyor ya,” dedim isyanla. Direktifi kabul eden Hüma, zamanında ocağa dönmeyi başarmıştı iyi ki. “Ayrılma şunun başından. Köpükler de sönmesin.”
Hüma kahve nöbetini devraldı. Ben de pencere nöbetime kaldığım yerden –bir son yazabilmek için– devam ettim. Avluda dolaşarak görüş açımızı kısmen kapatan Fatih’i kovarcasına kaçırdık oradan.
Ayakta oturanları, sedire oturmuşları, herhangi bir çatışma anında müdahale edecek hem bizden hem onlardan olan beli silahlı adamları, süslü püslü Karaevren kadınlarını ve peşlerinde getirdikleri küçük kız çocuğunu irdeledik durduk.
Ne Zeliha konuşuyordu ne de ben. Yalnızca kazandaki kahvelerin kepçe yardımı ile fincanlara aktarılırken çıkarttığı çınlamalar duyuluyordu o kadar. İğne atılsaydı ilgi de çekerdi bir ihtimal.
“Abla, abla, abla,” haykırışlarıyla büyüyü bozan Zehra –çok geçmeden– daldı mutfağa. Üst kattan koşarak geldiğinden olsa gerek yanakları kızarmıştı.
“Bağırmasana Zehra,” dedim terbiyeli olmasını hatırlatırcasına. Kan düşmanlarımızın yanında rezillik çıkartmaya yelteniyordu resmen. “Dikkat çekiyorsun.”
Rezilliği yahut vezirliği zerre kadar önemsemeyen Zehra, otuz iki dişini göstererek gülümsedi. “Annem ne olursa olsun dedi.”
“Ne demek ne olursa olsun?”
“Boya yoksa bari parfüm sıkacakmışız sana. Güzel görünmesen bile güzel kokman şartmış. Koku önemlidir bir de.”
Ben daha neler olduğunu kavrayamadan arkasına sakladığı küçük şişeyi gün yüzüne çıkarttı. İtiraz etmek için geriye kaçmıştım fakat Zeliha’nın ağına yakalandım. Tüm çırpınışlarıma, düşük tonlu itirazlarıma, direnmelerime ve mücadeleme karşın –tıpkı berdele başkaldıramadığım gibi– bana parfüm sıkmalarına mani çıkamamıştım. Neredeyse şişe bitene kadar parfümlediler beni. Sanki bir balıktım da kokmamam için tuza yatırıyorlardı bedenimi. Derdimiz ise bir Avrupalının beni beğenmesiydi. Derdimiz beni beğendirmekti. Ne acı!
Olayın sonunda hafiflikten uzak, parfümün ağır esansı sinmişti mutfak dolaplarına.
“Kız ne oluyor burada?” diyen Dilan halam mutfağa girdi. “Hani hazır mı kahveler?” iki saniye sonra mekândaki kokuyu fark ederek yüzünü buruşturdu. “Parfüm mü sıktınız siz?”
Sinirlerime sığınarak Zeliha ve Zehra’yı etrafımdan uzaklaştırdım. Dilan Halam bana yaklaşarak üzerimi kokladı. Resmen psikolojik şiddete uğratıyorlardı beni. “Parfüm gitmemiş sana,” dedi imrenilecek tespitiyle. “Ay İclal, sana alım değil çalım yakışıyor be kızım. Allah damada yardım etsin.”
Kaşlarımı çatıp, çatışmadan dolayı dağılan saçlarımı hizaya sokmaya giriştim. “Allah bana yardım etsin asıl,” dedim dişlerimin arasından. Hiç tanımadıkları bir adamı şaşırtıcı bir halde benimsiyor olmaları bir bana aykırı geliyordu sanırım.
“Kahveler hazır Hanım Ağam.”
Hepimiz Hüma’ya döndük. Elinde bakırdan bir sini tutuyordu. Yirmi yedi kişilik kahve hazırlamış, yirmi yedi kişilik fincanları inci tanesi misali siniye kondurmuştu.
“Ver,” dedim siniyi onun ellerinden ellerime çekerek.
Siniyi aldıktan sonra yolumdan çekilmesi için Dilan halama bakmaya başladım. Fakat o kahve fincanlarını memnuniyetsizce süzüyordu. “Çekilsene hala.”
“Böyle mi gidecek bu?” diye sordu. Acaba, yine, kafasında ne kuruyordu? “Olmaz. Böyle gidemez.” Hüma’ya bir işaret yaptı. “Hüma tuzluğu getir kızım.”
Yapacağı şeyin manasızlığı gözlerimi kocaman açmama sebep olmuştu tabii. “Hayır,” dedim bir gayretle. “Hayır hala. Hayır ya.” Alanın yetersizliğine rağmen oradan uzaklaşmak için hamle üzerine hamle yapıp durdum. “Hayır. Hayır. Hayır hala. Hala ya!”
Dilan Halamın ve kızların bu hayattaki tek amacı beni yerin dibine postalamaktı herhalde. Aksi takdirde o kahveye o tuzu atmaları, hiçbir evrendeki hiçbir mantığa sığmazdı.
*
Bir insana ya da bir cisme, var olan herhangi bir şeye gereğinden fazla ilgi gösterilirse söz konusu olan isim de cisim de şımarırdı. Şımarmak davranış farklılıklarına yol açar, belki standartları bozardı. Bu nedendendir ki kahve taşıdığım siniye bakmıyordum. İlgi göstermiyordum hiç. Şımaran kahvelerin taşkınlıklarıyla uğraşabileceğim bir ortamda bulunmuyordum çünkü.
Bakır siniye düşüncesizce bindirilmiş olan ağırlık kollarımı titretiyordu. Yer çekimi aleyhime işliyor, düşmemi temenni ediyordu. Her halükarda, eski düşmanların yanında, başımı dik tutmaksa boynumun borcuydu. Onların fermuarsız ağızlarına laf veremezdim. Bana yakışmazdı.
Çalışıma odasının eşiğine lastik ayakkabımın ucunu bastığım saniyede kayda değer bir sessizlik, atılmıştı hasretiyle yanıp tutuştuğu yaşamın benliğine. Geldikleri andan beri konuşarak gerginliği kırdıklarına şahit olduğum Karaevrenler çıt çıkartmıyordu. Müstakbel dünürlerinin sohbetine göre dans eden babam ve abim hayalet sıfatına bürünmüştü. Herkes, sanki anlaşmışlar gibi bana bakıyordu. Bakışlarının taşıdığı sivri iğnelerin tenimi çizdiğini duyumsayabiliyordum adeta.
Bozuntuya vermeme taktiğini seçtim. Onları yok saymak kolaydı. İçgüdülerim, kolay olana kaçmıştı. Mutfaktan çıkmadan evvel; kimin kim olduğu yönünde Dilan halamdan edindiğim istihbarat bilgilerini rehber sayarak babamın karşısındaki adama doğru ilerledim.
Bedenimin ve kahve sinisinin ağırlığını yiyen ahşap zemin gıcırdıyordu. Zemine minnet etmiştim. Zira sesini duyurmaya çalışarak bana sakinlik aşılayan bir oydu.
Sırtımdan aşağı ter damlaları süzüldü de süzüldü. Boyasız dudaklarımın kuruluğu huzurlu bir kötülük bahşediyordu stresime. Hedeflediğim misafirin, yani Karaevren aşiretinin başındaki adamın –Erhan Karaevren’in– önüne eriştiğimde dizlerimi azıcık kırarak eğildim.
Tuzlu kahve, sahibine en son verileceği için sininin en arkasına koyulmuştu. Erhan Ağa tuzlu kahveyi alır diye endişelenmem yersizdi. Fakat endişeden bitiyordum tam şurada ki nitekim tuzlu kahve yerini koruyorken Erhan Ağa, “Eline sağlık kızım,” diyerek kendi kahvesini aldı.
Birini teslim etmiş olmanın getirdiği rahatlık, bakır sininin ağırlığını azalttı sanki. Bacaklarım titremeden doğruldum ve bir sonraki kişiye geçtim. Rütbe sırasında ikinci olana, üçüncüsüne, dördüncüye, bir diğerine yürüyerek çalışma odasının her santimini kat etmiştim neredeyse.
Karaevren kadınları, servisi onlara yaptığım mühlette yüzüme bakarak, “Maşallah maşallah,” diye mırıldanmışlardı. Neydi bunların yaptıkları? Başvurusunu yapmadığım sınavdan geçtiğimi bildiren sonuç belgesini imzalamak falan mı?
Kahve ikramım boyunca sinirlerim doğranmıştı. Tenime –dikkatli bakışların baskısından ötürü– hayali kesiklerden koru dokunmuştu. Bir zemin anlamıştı halimi.
Zihnimde birileri, kurtulacaksın buradan fısıltılarıyla duygularımı telkin etti. Azıcık titreyen kahveler, taşmayı son anda teğet geçmişti.
Nihayetinde köşeye varabildim. Öğrendiğim kadarıyla soyadını benimle paylaşmak zorunda bırakılan Karaevren, tam köşede oturuyordu. Bu kısımda sorun yoktu. Esas sorun, köşede –yan yana– iki kişinin oturuyor oluşunda başlıyordu.
Dilan halama defalarca sormama karşın tuzlu kahveyi –istemeye istemeye– sağdaki Karaevren’e mi yoksa soldaki Karaevren’e mi vereceğimi katiyen anlayamamıştım. Sanki halam da anlamamam için ayrıca uğraşmıştı. Ki sonradan onun da hangi Karaevren’in doğru Karaevren olduğunu bilmediği ortaya çıkmıştı. Yapma İclal, buna inanıyor musun gerçekten?
İki arada bir derede sıkışmışken gerçeği öğrenebileceğimiz birini de bulamamıştık hani. Kısacası aile mesleğine güvenmeye, aile mesleğine sığınmaya karar vermiştim. Kim, hangi kahveyi alırsa alsın. O ikisinin kahvesini kumar oynayarak teslim ettim.
Sinide verilecek kahve kalmadığında kenara çekilmiş ancak odadan çıkmamıştım. Kapıya yakın bir köşede, siniyi bacaklarıma yaslamış halde durdum. Göğüs kafesimin içinde saklanan kas yığını çırpınıyordu acımasızca. Kan akışımı hızlandırarak ne kazanacaktı acaba? Mutlak stresimi arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Töre hikâyesine de berdel gerekçesine de lanetler okumam, hadsizce çoğalıyordu.
Herkes kahvesindeki ilk yudumu içti. Ve o köşede sol tarafta oturan Karaevren, ilk yudumun ardından öksürük krizine kapılmıştı. Sağ tarafındaki Karaevren sırtına vuruyorken etraftan, “İyi misin oğlum?” söylenceleri yayıldı. Beyefendinin boğazını saran kravat telaşla çözülürken yüzünün allaştığını görerek gülümsemiştim.
Gülümsemiştim de onun sırtına vurmayı bırakan sağdaki Karaevren’in benim gülümsememin bir benzerini dudaklarında ağırladığını görmemek mümkün değildi. Bakışlarımız, hareketlenen kalabalığın arasından buluştu. Tam gözlerimin içine odaklanarak kafasını iki yana salladı. Gülümsemeyi kesmemişti. Kafasını ağır ağır iki yana salladı.
Resmen buzlu sular altında kalmıştım, maruz kaldığım hareketin imasıyla.
*
Babam, Erhan Karaevren’in yanına geçti. Etrafımıza toplaşan kalabalık ellerinde tutukları telefonların flaş ışıklarını üzerimize doğru patlatmaktan çekinmiyordu. Ayakta beklenen birkaç dakikanın akabinde yüzükleri kaldıran tepsi göründü ufuktan.
Kahve vakası yüzünden yüzündeki gülümsemeyi, gardını düşürmeyen asker edasında koruyan karşımdaki adamı öldürmemek adına büyük bir iç savaşa tutulmuştum. Yüzük parmağıma alyans takılırken yalnızca önüme baktım. Zira onun yüzüne bakarsam eğer kan davasını bitirmek için ayarlanan evliliğin ortasında kan dökmekten alıkoyamayacaktı beni hiç kimse.
Tırnaklarım, avucumu hırpalıyorken parmağıma yerleşmiş alyansın bir eşi karşı tarafa da takıldı. Erhan Karaevren babam ile birlikte alyansların ortasında sallanan kırmızı kurdeleyi kavradı. “Bu kurdeleyi,” dedi babacan bir edada. “Şimdi ayırıyorum ama Allah sizi ve ailelerimizi her daim bir arada tutsun.”
Her iki taraftan da, “Âmin,” mırıltıları yükseldi.
Makas kurdeleye dokundu. Yüzüklerin bağı alkışlar eşliğinde kopmuştu. Kim olduğunu bilmemeye devam ettiğim tuzlu kahve kurbanı olan Karaevren, kalabalık içinde en güçlü akışları patlatan kişiydi.
Saniyelerce, dakikalarca sürmüştü alkışlar. El öpülme faslına geçileceği sırada yedi kuşak boyunca kan akmamıştı sanki. Ne bir Karaevren’i öldürmüş bir Meran ne de bir Meran öldürmüştü bir Karaevren’i… Mutluluk kol geziyordu, gökte değil yerdeydi yeri.
Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp Erhan Karaevren’in elini öpmeye yeltendim. Ama sadece yeltenebilmiştim. Çünkü tam da o sırada avluda bir silah ateşlendi ve çığlıklar birbirini izledi.
Bitti diye kurdele kesilmişti ama demek ki her şey bitmemişti daha.

 

BÖLÜM SONU

 

 

Loading...
0%