Yeni Üyelik
31.
Bölüm

30. BÜYÜYLE GELEN ŞÖVALYE

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Berkay tam karşımda oturuyordu ancak ben, ona bakmaya bir kalp atımı mesafesi kadar yakın bile değildim. Dirseklerimi çardak masasına yaslamış, parmaklarımla oynuyor; avuçlarıma işlediğim tarihi geçmiş tırnak izlerinin üzerinden hafif hafif geçiyordum. Zehra’nın fırlattığı ve kafama çarpan terliğin yeri ise azıcık sızlıyordu.

Karaevren konağına gelmiştik. Burada, sokak lambaları hâlâ kapalıydı. Dirseğimin biraz ilerisinde, çardak masasının üstüne bırakılan gaz lambasıyla ışıtılıyorduk etrafı. Ortam loş, epeyce de karanlıktı. Sanki bugün içine düştüğüm kör çıkmaz, gerçekliğe aynen yansıyordu. Sadece yansıma yolu değişikti.

Berkay’ın soluğunu seslice verdiğini işittim. Sol elini –tıpkı benim yaptığım gibi– masaya yaslamıştı. Alyansını pütürlü ahşaba çarparak aralıklarla tıkırtı oluşturuyordu. Ona bakmıyor olsam bile diğer eliyle ensesini kaşıdığını hissettim. Hissettiğim şeyiyse, ah, bizzat onda görmek isterdim işte.

“Yarın sabah erkenden yola çıkacağım,” dedi.

Başımı aniden kaldırıp yüzüne baktım. Ruhum, dalgası korku olan kıyıda sörfe çıkmıştı. Berkay’ın cildindeki solmaya meyleden yaraları teker teker izledim. Gaz lambasının ışık ağırlığıyla dağınık, kum kahvesi saçlarının alnında peyda ettiği yumuşak görünümlü perdeyi seyrettim.

“Ne için?” diye sormuştum biraz fazlaca da bir heyecanla. “Nereye gideceksin ki?”

Bugün yetmemiş miydi? Tekrardan arkadaşlarıyla buluşacak olabilir miydi? Belki de bana netçe bakmamasının sebebi, hakkımda aklının bulandırılmış olmasıydı. Yanımdan gitmek isterse suçlayamazdım onu. Türkiye turuna devam eden Avrupalı arkadaşlarına katılmak isterse de suçlayamazdım ya. Yalnızca ona her baktığımda hızlanarak vücudumu ağrıtan kalp atışlarımın hayransı çırpınışlarını özlerdim o kadar.

Berkay suskun kaldıkça art arda la havle çeken iç sesim, felaket kurgusu üstüne felaket kurgusu hazırlıyor, zihnimde gişe rekorları kırıyordu. Bu yüzdendir ki beyefendinin bir an önce konuşmasını istiyordum.

Ahşaba çarpan alyansının homurtusunu kesti. Gözlerini yerden kaldırıp gözlerime ilikledi. Elalarında oynaşan sarı harelerine yorgunluk binmişti şimdi. Başını hafifçe sola yatırdı. Derinliğini yadsıdığım bir mana ile yüzümü izliyordu. “Rıdvan’ı, Beril’i ve Hüma’yı havaalanına götüreceğim,” diye yanıtlayarak felaket kurgularıma son verdi.

Üzerimden tonlarca ağırlık kalkmıştı. Dikkatli dikkatli irislerimi incelemesinden azıcık rahatsız olsam dahi aramızdaki bakışmanın bağını kopartmadan karşılık veriyordum ona. Çünkü Berkay, yüzü-gözü-mimikleriyle Dilan halamın masallarından ve telkinlerinden daha güçlü bir yatıştırma etkisine sahipti.

“Gerçekten gidiyorlar yani?” diye sordum.

“Gerçekten gidiyorlar.”

Böylelikle devamlı halı altına süpürdüğüm tozların bir kısmı temizleniyor, halının küflü kabarıklığı kısmen sönüyordu.

Kafamı belli belirsiz sallayarak sözlerini onayladım. Kulaklarımı çınlatmaya mola vermeyen sesinin kibarlığını ise modası geçmeyecek bir ezgiymişçesine hatmetmeye yanaştım.

Bizimkilerin aksine davul-zurna-şarkıcı gürültüsüne maruz kalmayan ve hâlâ uyuyan Karaevren konağının heybetli bahçesindeki çardağa kurulduğumuzdan beri kendimi kasıyordum. Berkay’ın parfümü ciğerlerime işledikçe ona layık olmadığım düşüncesi, keskin çapasını beynimin diplerine gömüp duruyordu.

Yeni bir sessizliğe bulandık. Artık sevgili derken yanına ünlem koyamadığım kelimenin alaycılığını sandığa tıkmıştım. Buhranlı halimle sevgili Karaevrenimin bakışlarına dayanabildiğim kadar dayandım. Akabinde tırnaklarım yine kan çalıyordu avuçlarımdan.

“Neden gittin İclal?” diye sordu. Uzandı. Elimi tuttu. Tırnaklarımı, yıpranmış derimden söküp aldı. Gerideki kanlı yarım ay izlerine soğuk parmak uçlarını –masaj yapar gibi– bastırdı.

“Bi-bilmiyorum,” dedim. Ellerimdeki kuvveti resetlemiş, tamamen ona teslim olmuştum. Oysa parmak uçlarından hissettiğin elektrik çarpıntısı, tırnaklarımın yaptığından çok daha ötede yakıyordu canımı.

“Kafamı toplamak istedim sanırım.”

Başlarda evlenmekten nefret ettiğim bu genç adam, şimdi kimyamı bozuyordu. Bünyemin yapısını değiştiriyordu. Dilan halamın doğruları dile getirmiş olabileceği fikri beni tedirgin ederken gönlümün ona düğümlendiğini açık seçik duyumsuyordum maalesef. Berdel değil miydi bu? Ona düğümlenmemeliydim. Ona nasıl düğümlenebilirdim ki?

Tüm bunlar bana yabancıydı. Yabancı olansa midemi bulandırıyor, başımı döndürüyor, zihnimi sarhoş ediyor, kısaca bana hiç de iyi gelmiyordu.

Çardak masasının üzerine doğru eğildi. İşaret parmağını çenemin altına yerleştirip yüzümü yüzüne çevirmişti. Gözaltlarımdaki şişkinliğe dokunduğunda savaşmaktan ya da direnmekten ziyade bana bahşettiği tutkunlukta boğulmayı seçtim.

“Peki, ağlayarak mı topladın kafanı?”

Madem konu açılmıştı –öyleyse– ipi dolandırmanın âlemi yoktu. “Arkadaşlarının bana yüklediği toksini başka türlü nasıl atabilirdim ki kanımdan?” dedim içli içli.

Alt dudağım titremeye başlamıştı. Yine ağlayacaktım sanırım. Bugün, bu gece, onunla her hece oldukça yoğundu. Yoğunlukla mücadele etme kılavuzu ise bende yoktu.

Hayatım, Berkay Karaevren’den önce ve Berkay Karaevren’den sonra diye ikiye ayrılıyordu resmen.

Yüzüme dokunmayı bıraktı. Ellerini geri çekmişti. Oturduğu yerden kalktı. Masanın etrafından dolandı. Yanıma yerleşti. Sürekli yaptığı gibi kolunu omzuma atmak yerine belime dolayarak beni kendine çekmişti.

“Ağlama İclal,” dedi bir dua ve bir yakarışmışçasına. Yanağımı avucunun içine aldığında, ellerim titrese, sarsılsa dahi ensesine tutunuvermiştim.

“Kimse ağlatmasın seni zevcem.” Dudaklarıma temas eden sıcak nefesiyle, parfüm kokusunun sersemletici kudretiyle mayışıyordum iyice. Fakat beyefendinin sesi-cümlesi-sözü bendeki netliğini koruyordu.

“Sadece kendi hislerin için ağla. Başkalarının sana hissettirdikleri için değil.”

Bana hepten sarıldı. Yanağını yanağıma sürterken yeni yeni çıkmaya başlayan sakalları, cildimi kaşındırmıştı. İstemsizce gülümsedi. Onu dinledim. “Ayrıca, onlar arkadaşlarım değil artık.”

“Değil mi?” diye sordum. Mırıldanır gibi laf söylüyordum. Öylesine uyuşmuştum ki duyduğum şeye şaşıracak ya da Berkay’dan ayrılabilecek dirençten mahrumdum. “Ne oldu ki?”

Çenesini boynumun girintisine yerleştirdi. “Karıma saygı duymayan kişiler, benim arkadaşlarım olamaz.” Dudakları tenime çarpıyordu. Gülümsemem bütünüyle genişliyordu. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama Berkay’ın doğal bir ağrı kesici olduğu kesindi.

“Fark ettin mi?” dedim. Maruz kaldığım aşağılanmayı fark etmediğini ciddi ciddi düşündüğüm bir an vardı. Çünkü o zamanki vurdumduymaz hareketlerinin bana aktardığı buydu.

“Fark ettim tabii ki.” Geri çekilmişti. Çok uzaklaşmadan alnını alnımda dinlendirdi. Bu defa da saçlarının dağıttığı yumuşacık dokuyla bitirmişti işimi. Yanaklarımı avuçlarının içine aldı. “Yüzünde değişen her bir duyguyu fark etmeyi çok seviyorum ben, İclal.”

“Onların yanında bir şey söylemeyince,” diye başladım bir kırgınlıkla. “Şey sanmıştım…”

Keyifle sırıttı. “Ne sanmıştın? Fark edemeyecek kadar seni umursamadığımı mı?”

Tek kaşımı kaldırıp bakışlarımı nazikçe kaçırdım. “Belki.”

“Senin önünde konuşabileceğim bir konu değildi bu.” Sırtını çardağa yaslarken beni de kendiyle birlikte çekti. Hiç gocunmadan ona sarılarak iltica talebimi sundum kendisine. Kabul etmeye dünden razıymış gibi gülümsedi. “Sen benim en değerli hazinemken ben onların kötü düşüncelerini senin önünde dile getiremezdim İclal.”

Ceviz yeşili kabanının cebinden gümüş bir zincir çıkarttı. Zinciri gaz lambasının aydınlığına doğru kaldırdı.

Kahretsin! Bu, sinirle çıkartıp komodine koyduğum silah figürlü, hediye, halhalımdı.

“Sana bunu verirken söylediğim şeyleri hatırlıyor musun?”

Dün gibi hem de. “Hatırlıyorum galiba,” dedim yalandan bir unutkanlık numarasıyla. Ne diyeyim, arada çekiniyor olsa bile benden daha rahat davranmayı başarabiliyordu.

“Şehirli edebiyatı yapmıştın.”

“Ve?” diye sordu muzipçe.

“Ve,” dedim onunla ilgili hoş anılarım köreliyorken. Kızıyordum yine. “İlla söyletecek misin?”

Gamzesini göstere göstere gülümseyip tek kaşını ne yapalım dercesine kavislendirdi.

İç çektim. Bir çırpıda söyledim. “Ve bana âşık olduğunu söylemiştin.” Ve ben sana geri dönüş yapamadım şehirli damat.

“Ben yalnızca güzel şeylere âşık olurum delalım,” dedi. Bana çirkin yaftası yapıştıranlara aldırmamamı buyuruyordu bir nevi. Onun için güzeldim ya bu yetmeliydi. Aslında yetiyordu pek tabii. Onun için güzel olmak, dünyanın en kıymetli elması olan turuncu elmasın muadili olmak demekti.

“Bir daha habersizce gitme,” diyerek devam etti. Benden kopup yere eğilmişti. Çardak masasına çarpmamaya özen göstererek önümde diz çöktü. “Bunu da çıkartma sakın bileğinden.” Silah figürlü halhalı bir defa daha takıverdi ayak bileğime.

O an bayılsaydım eğer ayıldığımda şaşırmazdım herhalde. “Berkay.”

“Hımm?”

“Dünyaya kötülük dağıtılırken sen neredeydin Allah aşkına?”

“Sanırım,” dedi. Ayağa kalktı. Yanıma oturdu. “Bir köşeye çekilmiş, başıma şemsiye tutuyordum.”

Sonrasında beni sabırsız bir edayla öptü. Beni öptüğünde öldüm. Onu öptüğümde yeniden gezegene döndüm.

İclal Karaevren olmanın şanını tatmaya henüz başlamıştım. Böyle devam ederse de –Roma yansa da– bundan sıyrılamayacaktım sanırım.

*

Büyük salonda, görünüşü rahatsız konforu tartışmasız avangart koltuklardan birine –berjer olana– oturmuştum. Yanımda üçayaklı masif bir sehpa duruyordu. Konağın yardımcıları sehpayı çeşit çeşit pasta, börek, tuzlu çörek biraz da şekerleme ile doldurmuştu. Sehpanın köşesinde boyu uzun, ince belli, cam çay bardağım bekliyordu. Bardaktan çıkan sıcak, davetkâr koku, camsı yüzeyi elimden bırakmama imkân vermiyordu tabii.

Çaydan güçlü bir yudum alıp bardağı istemeye istemeye bıraktım. Kalemimin ucunu açtım. Kucağımdaki telli defterin sayfasını çevirdim ve devam ettim.

Kahvaltıya katılmayan Berkay’ı, yurt dışı yolcularını havaalanına bıraksın diye gönderdiğimden beri yazı yazma çalışmasıyla uğraşıyordum. Alfabeyi baştan sona ezberlemiştim. Geriye yazı yazmak ve okuma konusunda pratik kazanmak kalıyordu. Sonrasında açıktan okumaya başlayabilecektim.

Böylesine bir fırsatı bana getirdiği için, tanıdığım herkesten fazla sorunlarıma yardımcı olmayı denediği için, sürekli iyi hissetmemi, kâinat güzeli olduğumu sanmamı sağladığı için ve tüm bunları koşulsuzca yapıp beni sevdiği için ise Berkay’a ebediyen minnettar kalacaktım.

Beyaz sayfayı kargacık burgacık yazı stilimle dolduruyorken salon kapısının önünden biri geçti. Durdu. Döndü. Geçtiği yolu yeniden kat edip kapı pervazında konum aldı. “İclal.”

Gözlerimle değil kulaklarımla takip ettiğim hareketli sesin sahibine baktım.

Dikkatimi çektiğini algılayan Şimal, eşarbını tek elinde tutmaya başlayıp hesap soran bir havaya büründü. “Ay, senin yine mi bir şeyden haberin yok yoksa?”

Kalemi kâğıttan ayırıp fındıklı-tuzlu kurabiyeden kocaman bir ısırık kaptım. “Neyden haberimin olması gerekiyordu ki?” ağzım dolu olduğundan dolayı konuşmam, hem boğuk çıkmış hem de kurabiyenin kırıntılarını üstüme dökmüştüm.

İyiden iyiye belirginleşmeye başlayan karnını saklayan tuniğine çeki düzen veren Şimal Karaevren, salonun ortasına kadar –hızlı adımlarla– yürüyüp karşıma geçti. “Neden hazırlanmadın sen, İclal?”

Kurabiyeyi tabağa koyup renkli şekerlemelerden avuçladım. Yazmaya ara vermişken yiyebildiğim kadar yemek istiyordum. Çünkü bir şeyler yemekle ilgilenirsem pek yazamıyordum. Şimdi, zamandan tasarruf etmenin sırasıydı. Boş geçemezdim.

“Aman Şimal…” yutkunmam kolaylaşsın diye çay içtim. “Uzatmasana. Niye hazırlanacakmışım yahu?” defterimi işaret ederek ekledim. “Ders çalışıyordum.”

Samimiyetle ofladı. “Sonra çalışırsın. Kalk hadi. Gidiyoruz.”

“Nereye gidiyoruz?” ballı-susamlı bir başka çöreği daha ısırdım.

“Nişan alışverişine.”

“Aaa, kim nişanlanıyormuş?”

“Kim olacak, kardeşinle kayınbiraderim.”

Şimal’in söylediği kişileri spesifik yüzlerle eşleştiren beynim, o saniyede nevrimi döndürdü. Lokmam yönünü şaşırmışken çayı, bardağı ile birlikte yere düşürüp öksürmeye başladım.

“Haydi kalk İclal,” dedi eltim bir tekrarla. Ardından salondan çıktı.

Öksürüklerimle baş başa kalan bense nişan olayını kökünden unutmuştum.

*

Beni bilen bilirdi. Kendi nişan alışverişime bile katılmamıştım ki kardeşim Zehra’nın alışverişine basitçe eşlik edebileyim.

Eşlik etmiştim ama. Alışveriş kervanına katılmıştım. Üstelik tamamen gönüllülükle… Zira Esma Hanım, limitsiz Karaevren kredi kartını yanında taşıyorken gardırobumu yenilemek istiyordum. Berkay’ın yanına yakışmadığım düşüncesiyle boğuşmaya devam ettiğim için değil, Hanım Ağa İclal’den Şehirli Gelin İclal’e geçiş yapmayı gerçekten istediğim için.

Ancak bazen istemek yetmiyormuş.

Alışveriş ile mücadele etmek yaradılışımda yoktu. Bu sektör, bana aykırı bir mentördü.

Zehra’nın nişan kostümü aile terzisine tarif ediliyorken koluma giren Şimal, beni nişan alışverişi kervanından ayırmıştı. Takip ettiği markaların ilkbahar-yaz koleksiyonlarını görmek için beni de kendisiyle birlikte bir takım pahalı mağazalara çekiştirmişti. Farklı kıyafetlere kavuşmayı kafasına koymuş olan benim için ise veli nimetti bu. Ta ki ilk otuz parça kıyafete kadar…

Sonrasında kıyafetlerin çeşitliliği, renklerin karmaşası, mağaza görevlilerinin bitmez soruları ve deneme kabininde sürünüp durmak pes etmemi sağlamıştı. Yine de Şimal’i kırmamış, ısrar ettiği son bir elbiseyi denemek uğruna kabine postalanmıştım.

Atkuyruğu yaptığım sarı saçlarımı geriye itip sırtımı dikleştirdim. Çıplak ayaklarım tozlu fayansa basıyorken kabinden çıkmamıştım. İçeride kaldım. Aynaya yansıyan görüntüme pür dikkat baktım.

Üzerimde kırmızı kiraz, pembe çilek desenli bir elbise vardı. Kiraz ve çileğin arasına mor-gri yapraklar işlenmişti. Elbisenin boyu dizlerimin üç-beş parmak aşağısında bitiyordu. Üst kısmı aynı desenden fırfır katlarıyla süslenmişken koyu kırmızı ip askılar, omuzlarımı sarıyordu.

İyi ki diyordum. Şimal’in ısrarlarını savuşturmamışım. Çünkü elbise, üzerimde fazlasıyla hoş görünüyordu. Gördüğüm hoşluğu fazlasıyla beğenmiştim. Berkay’ın da fazlasıyla beğeneceğinden hiç şüphe etmiyordum.

Lastik tokayı çıkartıp saçlarımın uzun dalgalarını özgürleştirirken gülümsedim.

O sırada kabinin kapısı tıklatıldı. “Dolu,” diyerek yanıtladım fakat dışarıdaki kişi, Viyana kapısını zorluyormuş gibi vurmaya devam ediyordu kabin kapısına. Gülümsemem silindi. Yanaklarımı şişirerek çıplak ayaklarımı yere çarptım.

Kapının kilidini çekip açtığımda “Dolu dedim kardeşim…” şeklinde bağırmaya başlamıştım ki karşılaştığım kişi, elini ağzıma kapatıp beni çıktığım kabine tekrar sürükledi. Kilidi de kapatmış kulağıma doğru fısıldamıştı. “Kardeşin olmak isteyen kim hermosa’m?”

Yüzünü görmesem, sesini duymasam bile parfüm kokusundan pekâlâ tanıyabilirdim onu. Sırtımı göğsüne yasladı. Birlikte aynaya döndük. Elini ağzımdan çekmişti. Sokak serserisi gibi gülüyordu.

“Berkay,” dedim inler gibi. “Ne işin var senin burada ya?”

Belime sarılıp bedenimi daha fazla bastırdı bedenine. Saçlarımı yana çekerken bana iflas bayrağını kaldırtırcasına boynumu öpmeye başlamıştı. Nefes alışverişlerim sıklaşsa da gözlerimi kapatma dürtüsüne direndim.

“Sıkıntıda olduğunu duydum,” dedi şiir gibi. Dudaklarını tenime sürterek kulağımın arkasını öpmeye geçti. “Seni kaçırmaya geldim.” Kaşlarını kaldırıp masum bir ifadeyle ekledi. “Tabii bu sefer atla değil arabayla…” burnunu yavaştan saçlarımda dolaştırdı. “Neden biliyor musun?”

“Neden?” diye sordum ama ne sorduğumu bilmiyordum.

“Çünkü Şekerpare’yi hâlâ bulamamışlar. Ne dersin, beni sonsuza dek terk etmiş olabilir mi?”

Şekerpare dilediği gibi terk edebilir, dilediği yere gidebilirdi. Lakin terk ettiği adamı da özleyeceği bir gerçekti. Berkay, özlenmeyecek gibi değildi ki.

Bedenimi tuttuğu kollarının arasından çıkıp boynuna sarıldım. Yerlerimizi değiştirerek onu ayna tarafına itekledim. Sırtı aynaya değerken dudaklarımı dudaklarına bastırmıştım bir hevesle ve arzuyla.

Ben, olduğum yerde sonsuza dek kalma fikrinden gayet memnundum.

Beyaz atlı prensim yoktu evet. Havaalanı yolunda olması gerekirken büyüyle benim yanıma gelmiş olan bir şövalyem vardı benim. Her koşulda benim için savaşıyor her koşuldan beni kurtarmayı başarıyordu.

Böyle şövalyeler varken; beyaz atlı prenslerin modası, sahiden sürmeye devam ediyor muydu?

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%