Yeni Üyelik
32.
Bölüm

31. ÇIRAYI ALAZLA TUTUŞTURMAK

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyfli okumalar..

Şimal’in önündeki siniler tıka basa doluydu. Buna rağmen hızını kesmemiş, yardımcılardan birinden bir başka sini daha istemişti.

Umutsuzluk bulutunun yağmur bırakmaya niyetlendiği bakışlarımla Şimal’e –kısa bir süre kadar– baktım. Sonra kendi tabağıma döndüm. Evet, beni idare edebilen tek nesne tabaktı ki onu da doldurabildiğim söylenemezdi. Böyle giderse asla dolduramayacağım da kesindi.

Belim ağrıyordu. Parmaklarım bükülmekten acı çekiyordu. Tırnaklarımın içine kaçan çiğ et parçacıklarını ayıklamaktan bıkmıştım. Kısacası iflas ilanımı yerel gazeteye vermek üzereydim. Ancak burada, bu konforsuz mutfak sandalyesinde oturmaya devam ediyordum. Çünkü bir Karaevren gelininin mutfak hünerleriyle ünlenmesi gerekirmiş.

Ortadaki kâseden bir çimdik kadar et kopardım. Kare kare kesilmiş hamur tanelerinden tekini avucuma yerleştirip eti de hamurun üstüne bıraktım. Ardından hamurun dört kenarını içe doğru kıvırdım. Elde ettiğim etli hamur, düzgün bir şekil alsın diye de –yine avuçlarımın arasında– yuvarlayıp top haline getirmiştim.

Böylelikle tabağıma bir mantı daha atmış oluyordum. Mantı yapmak, alfabeyi öğrenmeye çalışmaktan daha zormuş.

Kafamı geriye yatırıp of çekmeye yeltendiğim dakikalardan rastgele birinde Esma Hanım, mutfağa, bizi kontrol etmeye gelince tüm isyanımı yutmak zorunda kaldım. Zorunluluğum, mantı yapmaya dönmemi de kapsıyordu.

Mimiklerimdeki ifadenin sıkıntıya evrildiğini gören Şimal gülümsedi. Esma Hanım masamızın başına gelip mantılara baktığında da aynen gülümsüyordu. Oysa ben saçlarımı önüme çekmiş kendimi saklıyordum. Deve kuşu misali, sanki yüzümü saklarsam hatalı mantılarım da saklanabilecekti.

Bunca yıl Karaevren konağını çekip çevirmiş, törenin zorluklarını yalnız göğüslemiş, tecrübe kitabı yazmaya aday sayılacak Esma Karaevren, Şimal’in sinisinden ve benim tabağımdan aldığı mantıları havaya kaldırarak inceledi. Öylesine bir incelemeydi ki bu adli tıp uzmanları görse meslekten istifa ederlerdi.

Et kâsesine uzanmadan Esma Hanım’ı seyrettim. Gözlerinin arkasında kısılan gözlerinden, fikrine dair bir ipucu araklamayı denedim.

Taş kadar ifadesizdi. Mantıları bırakıp çenesini ovuşturdu. Eşarbını düzeltti. Kederle sağa sola bakınırken art arda, “Vah,” dedi. “Vah, vah, vah…” gözleri beni bulduğunda ağıt yakıyordu sanki. “Yanarım. Yanarım da oğluma yanarım.”

Boş sandalyeye yığılırcasına oturdu. Öne arkaya sallanıyordu. “Kızım annenler öğretmedi mi, daha önce hiç mantı yapmadın mı sen? Bu ne? Bunlar ne?” tabağıma sertçe vurduğunda irkilmiştim. “Nimetle alay mı ediyorsun yahu? Ay bayılacağım şimdi. Gelin diye ne aldık biz ya?”

Mantılarımın umutsuz vaka olduğunu biliyordum fakat bu kadar şova da abartıya da gerek yoktu. “Yani,” diyerek mırın kırın ettim. Kayınvalidemin sözlerine gücenmemek mümkün değildi. “Daha önce hiç, mantı yapmaya ihtiyaç duymamıştım.”

“Yemek yapmak ihtiyaç değil mi İclal?” çaresizlikle hayıflanıyordu. Oğlu ile mutlu bir hayat yaşamamdansa oğlunun aç kalıp kalmayacağını öncelik haline getirmesi çıldırtıcıydı. “Mantı da yemek değil mi kızım?”

“Öyle tabii de…” terletici saçlarımı geriye savururken sırtımı dikleştirdim. Devamlı eleştirilmekten ötürü beynimdeki şikâyet haznesi, yetersiz alan ışığını yakmıştı. Arkadaşlarını, annesini, abisini, ailesini göz önünde bulunduracak olursam… Böylesine negatif bir çevrede Berkay’ın sahip çıktığı pozitiflik mucizeviydi resmen.

“İyi ki ayrı evde yaşamıyorsunuz. Şükürler olsun ki bizimle birlikte yaşıyorsunuz. Yoksa oğlum ser sefil olacak, aç kalacakmış. Şu hale bak! El kızı işte… Kadir kıymet bilir mi?”

Alakalı alakasız, Esma Hanım söylenmeyi bırakmıyorken, “Aslında,” diyerek araya girme ihtiyacı doğmuştu bünyemde. Sivriliğine aldırmadan konuştum. Aç kalmazdı. Oğlunuz yemek yapabiliyor.”

Berkay’ın Avrupa’da geçirdiği yıllarda sadece okumuş olduğu algısını hepten benimsemiş olan Esma Hanım için söylediğim şey, pimi çekilmiş bomba etkisi yaratmıştı. Birkaç saniye boyunca durdu. Bakıştık. Ve yeniden dövündü. “El kısmı yemek yapar mıymış hiç? Eski köye yeni âdet mi getiriyorsunuz siz?”

O an, onunla yarışamayacağımı kabullendim. Zira ne söylersem söyleyeyim bildiği kalıplardan şaşmayacak, daima haklı çıkmanın kestirme yolunu bulacaktı.

“Vah, vah, vah…” aralıksızca dizine vurup matemini inletti. “Vah. Vah, başıma gelenler.”

Eğer Şimal, “Anne,” diye bir reaksiyon vermeseydi emindim ki Esma Karaevren, halsizce ve aylarca dövünebilme kapasitesine sahipti.

“İclal’in üstüne çok gitme istersen.” Büktüğü mantıyı bırakıp ayağa kalktı. Esma Hanım dizine vurmasın diye elini tutup, “Deniyor,” diyerek eklemişti. Yalnızca dudakları değil, gözleri de şefkatle ışıldayarak gülümsüyordu Şimal’in. “Hatırlıyor musun, ben de bilmiyordum. Bana sen öğretmiştin.”

Destek verircesine omzumu sıktı. Akabinde tekrar Esma Hanım’a çevirdi ilgisini. “Hadi sen dinlen biraz.” Ağlamaklı kadını sandalyesinden kaldırmıştı. Koluna girdi. Eleştiri ve yergi radarından çıkan ben ise sıkıntılı oksijenler yutmaktan beraat etmiştim.

“Kızlar.”

Mutfaktaki yardımcı kızlar, Şimal’i dinlemek için uğraştıkları bulaşık işini yarıda bıraktılar. “Bol köpüklü bir Türk kahvesi yapın Esma Hanım’a.”

Geçmişi bilemezdim lakin şimdi, yanıldığım belliydi.

Haline, tavrına, sakinliğine, durum yönetim biçimine bakılacak olursa Esma Karaevren başta görünüyor olsa bile Şimal idare ediyordu konağı. Günün birinde onun yerini alabileceğim gerçeği, saniyesinde, tüylerimi diken diken etmişti bile.

“Hadi annecim,” dedi Şimal. Birlikte mutfaktan çıkmalarından önceyse beni anladığını belirtircesine göz kırpmıştı.

Omuzlarımı yenilgiyle indirdim. Esma Hanım benden uzaklaştığı anda savunma kalkanlarımı indiriyor olmak, gençleşmeme yarıyordu adeta.

Berkay’ın kişiliği mutasyona uğramıştı büyük ihtimalle. Aksi takdirde ailesinin normlarına aykırı oluşunu açıklayamazdım. Aykırıydı. Hepten aykırıydı ve aykırı olmanın müthiş etkisini onunla evlenmeseydim sezemeyecektim.

Boş bir yorgunlukla masaya baktığımda istemsizce Şimal’in mantılarına takılmıştım. Hakkını vermek lazımdı. Gerçekten kusursuz bir işçilik çıkartmıştı.

Benimkiler ise pişerlerse yenmeyecek gibi değillerdi. Nihayetinde asıl mesele aç kalmamaksa görsellik nereye kadar karın doyurabilirdi ki? Hem… Her şey tokluğa mı bağlıydı sahiden? Mutlu evlilikler, tok bireylerin eserleri miydi cidden?

Üstümde hissettiğim bir çift bakışın ağırlığıyla sol tarafa döndüm. Durum değerlendirmesi prosedürümü ertelemiştim.

Yardımcı kızlardan tesettürlü olanı, Şimal’in direktifine uyarak kahve hazırlıyordu. Diğer, örtmediği saçlarını örmüş olanı ise oturduğum masanın kısmen yakınındaydı. Parmak uçlarında yükselmiş, tabağa destelediğim mantıları görmek uğrunda mücadeleye tutulmuştu.

Kırgınlıkla kızgınlık karışımı bir haldeyken ben, hislerime körükle gidiyordu bir nevi. Kaşlarımı çatıp, “Neden bakıyorsun?” sinirle sordum.

Kız, sesimi durunca irkildi. Kısmen geri çekilse de cevap vermekten eksik kalmamıştı. Meydan okurcasına, bakışlarını mantı tabağımdan kaldırıp yüzüme çıkarttı. “Berkay Ağam mantıyı çok sever.”

Derken binlerce arı, iğnesini bana sapladı. Tepemin tası atmıştı. Abim ve Hüma’nın olayı, aklımın geri planında tekerrür ediyorken yumruğumu masaya geçirdim. Birkaç mantı, yerinden zıpladı. “Berkay Ağa’nın sevdiklerinden sana ne?”

Kahve pişiren kız, çaktırmadığını sanarak dinliyordu. Öteki ona yardım sinyalleri gönderse dahi cezveden kopmamıştı. Bunun üzerine örgülü kız, savunmasını destek almaksızın yaptı. “Yok Hanım Ağama,” dedi ezilerek. “Yanlış anladınız. Ben şey…”

Yanağımın içini dişleyerek bekledim. Hüma mevzusu gibi bir mevzu ile karşılaşmayacağımın bilincindeydim. Çünkü Berkay, abim gibi olamayacak raddede tutarlı ve kıymetli hisler barındırıyordu bünyesinde. Yine de konaktaki her şeye musallat olan yardımcı kızlara tolerans gösterme faslını aşmıştım bir kere.

“Berkay Ağam şekline de nizamına da çok önem verir. Mantıda kusur kabul etmez diye…”

“Çekil git başımdan,” dedim bastırarak. Kız yerinden kıpırdamayınca bağırma mecburiyetine mahkûm kalmıştım. “Gitsene kızım!”

Durduğu yerde sıçrayan kız, gözlerini kırpıştırmasının ardından aceleyle hareket etti. Eli ayağına dolaştı. Süratle mutfaktan çıktı.

“Yavaş,” demişti Şimal’in tonlaması eşikten. Yardımcı kızın ona çarpmayı kıl payıyla atlattığı belliydi.

Giden kızın arkasından merakla bakan Şimal yanıma erişti. “Ne oluyor?”

Sırtımı sandalyeye yaslayıp bacağımı sallamaya koyuldum. “Bana Berkay Ağa’sının sevdiği mantıları anlatıyordu.” Et bulaşmış olmasaydı tırnaklarımı da, çekinmezlikle, pekâlâ ısırırdım.

Şimal, konuşmak için kahve pişiren yardımcının mutfaktan çıkmasını bekledi. Bu sürede yeniden karşımdaki sandalyesine yerleşip, mantı bükme maratonunu finale taşımak amacıyla görevine dönmüştü.

“Kıskanmana gerek yok Gelin Hanım,” dedi takılarak.

O, dile getirinceye değin başıma kan sıçratan duygunun kıskançlık olduğunu bilmiyormuşum meğer.

“Kız zararsız.”

Oturuşumu ayarlayıp kendi usulümle mantı yapayım Şimal’e yardım edeyim diye baharlık ceketimin kollarını sıvadım. “O ne demek?”

“Yakında başı bağlanacak demek.”

Ama bu bir şeyi değiştirmezdi. Oltada yem olması, kancada yalnızca bir balığın takılı kalacağını kesinleştirmezdi.

Kızın evlilik durumu yüreğime su serpmese bile en azından aklımı ondan uzaklaştırmama yetmişti. İki mantıyı daha yuvarlayıp tabağa bıraktım.

“İçeri gittiğinizde de Esma Hanım hâlâ hakkımda söyleniyor muydu?” diye merakla sordum. Kayınvalidesinin dedikodusunu yapmaktan keyif duyan örnek gelin sıfatına yükselmem, sadece saniyelere tekabül etmişti.

“Etmez mi?” dedi Şimal. Ben iki mantıyı yuvarlamışken o, iki sıra hamuru büküp bitirmişti. “Berkay, Esma annenin en kıymetli oğludur.” Başını eğerken sözlerinin gerekçesini belirtti. “Uzakta okudu ya… Kadının ömrü Berkay’ı özlemekle geçmiş.”

“Anlıyorum,” dedim cılız bir sesle. Kendisi rüyalarıma girecek vasfa tırmanıyorken Berkay’a karşı duyulan özlemin çilesini çekmeyi hayal dahi edemezdim tabii.

“Barlas Abi Mardin’den hiç ayrılmadığına göre Esma Hanım sana böyle davranmamıştır herhalde?”

Çıkarımım, esasında soruydu. Şimal’in soruma tepkisi ise lav ağlatıyordu. “Haklısın davranmadı,” dedi burukluğu utandıracak hiddette. “Ben, bunun daha şiddetlisini gördüm.”

Mantı hamuru, parmaklarım arasından firar etti. Et ise hamurun payidar takipçisiydi. “Daha şiddetlisi mi?”

“Hı-hım.” Yutkundu ve zorlanarak, bana hikâyesini anlatmaya koyuldu.

*

Şimal de tıpkı benim gibi berdel yolundan geçmiş, on dört yaşında Barlas Karaevren ile evlenmişti. Ne kocası düzgün davranmıştı ona, ne Esma Hanım ne de diğerleri…

Gördüğü, bulduğu, maruz kaldığı tek şey sevgisizlik ve bol bol şiddet olmuştu. Kocası değildi elbette ona vuran. Halalardı, teyzelerdi, bu evliliğe ait olmayan üçüncü kişilerdi.

Her hafta yeni bir iftirayla, suçlamayla reddetmişlerdi Şimal’i. Barlas’ın gözünden düşsün diye onu yerlere sermişlerdi. Ancak Barlas Karaevren, karısını gözünden düşürmemişti. Olaylara tepki de vermemişti. Şimal’e yaptığı en büyük kötülük, belki de hemen hemen her şeye sessiz kalmasıydı.

Esma Hanım’ın hırsı ise bir başkaymış. İlk gelinine karşı beslediği duygular, nefretten öteye taşmış. Üstüne üstlük Şimal hamile kalamayınca Esma Hanım’ın yanı sıra ses yükseltenlerin sayısı arşa çıkmış.

Şimal asla isyan etmemiş. Kabullenmiş. Onu sevmeyenlere saygı duymayı, sevgi ile yaklaşmayı hiç bırakmamış. Aile büyüklerinin doğru bildikleri yanlışların aslını anlamaları için dualar etmekle yetinmiş.

Bu süreçte yurt dışına gitmeye hazırlanan Berkay, Şimal’e destek olmaya, onu savunmaya çalışsa da Mardin’de geçiciymiş. Hep Şimal’le kalamamış.

Öyle ya da böyle… Evliliklerinin ikinci yılında Şimal’in üstüne kuma getirmeye karar vermişler. Şimal yine susmuş. Mevcut eziyetçilerine dâhil olan kumasına çıkışmamış, sesini yükseltmemiş bile.

Onun yerinde sabır taşı olsaydı çatlamak gibi basit bir eylemde kalmaz, moleküllerine ayrılırdı sanırım.

Gelen kuma tez vakitte hamile kalınca Karaevren ailesi, Şimal’in varlığını unutmuş. Bebek sevinciyle coşmuşlar. Üzerindeki baskılardan sıyrılan Şimal ise dokuz ay boyunca en huzurlu yalnızlığa mahkûm kalmış. Ancak dokuz ay sonra, kuma doğum yaparken hayata gözlerini yummuş.

Doğan bebeğin kız olmasının öfkesiyle de aile yeniden Şimal’e dönmüş. Eziyet, ıstırap… Çekemez, bebeğe zarar verir diye kızı o minik yavruya yaklaştırmamışlar.

Ta ki en savunmasız anda bebek ateşleninceye kadar…

Kimse ortada yokken bebeği hastaneye götüren de, onu kurtaran da, onunla ilgilenen de Şimal olmuş. Bunu duyan, Şimal’i kötü ilan edenler neye uğradıklarını şaşırmışlar.

Zavallı bebek sıkı sıkıya Şimal’in parmağını tuttuğunda gen kadın o zaman karar vermiş; vazgeçtiği kendi hayatı yerine bu bebeğin hayatı için savaşmaya…

Sonrasında Şimal yaklaştırmamış diğerlerini bebeğin yanına. Adını Hande koydukları bebeği kendi bebeği bilmiş. Şefkatle büyütmüş onu.

Tüm bunlara uzaktan şahit olup soğukluğun koruyan Barlas Karaevren ise bir gece vakti âşık olmuş esas karısına. Şimal yüzündeki darp izleriyle Hande’ye sarılmış, yorgunlukla uyuyorken fethetmiş Barlas Karaevren’in kalbini.

Karısı, Barlas Karaevren için çamurdan geç arındırdığı istiridyeden çıkan inci tanesiymiş artık. Şimal, cefasının mükâfatını Barlas ile toplamış.

O günden bugüne böylece gelmişler.

*

“Hande senin gerçek kızın değil mi?” diye sordum.

Hikâyeyi az önce, çok iyi dinlemiş olmama rağmen inanılır gibi değildi yaşadıkları. İnanasım gelmiyordu. Öylesine mutlu bir profil çiziyordu ki, gören Barlas Karaevren ile aşk evliliği yaptığını düşünürdü.

“Değil,” diyerek onayladı beni. Gözlerinin içi hafifçe nemlenmişti.

Mantı tabağımı ileri ittim. “Ama onu çok seviyorsun.” Amaçsızca ısrar ediyordum. “Yani onu kendi evladınmış gibi sevdiğin çok belli.” Sanki bu cümleyi devamlı sürdürürsem duyduklarımın gerçekliği değişecek, karanlık tablo, tozpembe bir rönesansa tabii tutularak çiçeklenecekti.

“Seviyorum. Neden sevmeyeyim ki? O çocuğun hiçbir suçu yok İclal.” Mantı hamuru kurumasın diye örttüğümüz bez ile yüzüne hava dalgası gönderip gözyaşlarını içine akıttı usul usul.

“Hande beni annesi olarak kabul etti,” diyerek ekledi.

Evet, Hande olanları biliyormuş. Ancak Şimal ve sevgisi yanındayken hiç tanımadığı biyolojik annesi adına üzülmemiş. Yokluğunu hissetmemiş. Şimal, hissettirmemiş.

“Beni annesi olarak kabul eden küçük, masum bir kızı elimin tersiyle nasıl itebilirdim ki? O bana tutundu ben de ona.”

“Şimal,” dedim adının harflerini uzatarak. Sandalyemden kalkmış, gidip bu koca yürekli kadına sıkı sıkı sarılmıştım. Sarılışımı boş bırakmadı. Bana karşılık verdiğinde yumuşakça karnına dokundum. “Şimdi hamilesin.”

Ufak çapta bir kahkaha attı. Geçmişte açılan yaraların tuz basarcasına çok güzel gülüyordu.

“Eh, tıpta çareler tükenmiyormuş.”

Azıcık geri çekilip yüzüne baktım. “Esma Hanım peki? Ona nasıl katlandın? Ona nasıl katlanabiliyorsun Şimal?”

“Katlanmadım. Katlanmıyorum,” dedi. Kollarını bedenimden çekip içli sarılmamıza son verdi. “Başıma gelenleri geleceğimin umudu yaptım ve alıştım.”

Yeniden yerine oturmadan önce gözyaşlarını temizledi. “Hadi yeter bu kadar duygusallık.” Sırtımı sıvazlayarak beni de kalktığım sandalyeye yollamıştı. “Sana mantı yapmasını öğretelim bakalım.”

Bana mantı yapmayı öğretmeye çalıştığında pür dikkat dinlemiştim onu. Lakin ne denli fazla dinlersem dinleyeyim, mantılarım asla minik bir bohça formuna kavuşamıyordu. Yarım saatin sonunda pes ederek hamuru bıraktım.

“Berkay mantıyı çok sever,” dedi Şimal.

“Biliyorum,” dedim ben de kaybetmiş bir ima ile. “Yardımcı kız söyledi.”

Şimal, tabağımdaki mantılara inceler gibi baktı. “Seninkiler mantıdan ziyade hamura sarılmış et köftelerine benziyor.”

“Eee… Mantıda çuvalladığıma göre Berkay beni boşar mı dersin?”

“Sanmam. Bırak mantıyı zehir hazırlamış bile olsan, sırf sen yaptın diye Berkay bayıla bayıla yer.”

*

Güneş batmıştı. Odada tek bir abajur yanıyordu. Uyku, ara ara benliğimi yoklasa bile gözlerimi yummaya direniyordum.

Ellerimin arasında ince bir kitap vardı. Bilincimi hâkimiyetim altında tutabilmek amacıyla hücrelerimi didikliyorken okuma çalışması yapıyordum. Tabii her iki kelimede bir buhar olan dikkatim uçuyordu ya orası apayrı bir konuydu.

Uzandığım yataktan doğrulup duvar saatini kontrol ettim. Akşam, dokuz buçuğu geçiyordu. Berkay Efendi, hâlâ ortalarda yoktu. Onu merak ettiğimi sanmasın diye arayıp nerede kaldığını soramıyordum ama kahretsin ki nerede olduğunu fazlasıyla merak ediyordum.

Kendisi gelinceye değin saçlarımın altında kalan, parfüm kokusunu burnuma taşıyan yastığı ile idare etmek mecburiyetindeydim.

Kitabı kapatıp komodinde duran telefonuma baktım. Keşke hissettiklerini kolayca anlayabilen, anladıklarını da erinçle dışarı vurabilen birisi olsaydım. O zaman tereddüdün bir numaralı müdavimi olmazdım.

Kapı hafifçe tıklatıldığında telefonuma bakmayı bıraktım. Galiba gelmişti. Bu fikrin galibası bile kalbimi çarptırmaya yetti. Yatakta oturur pozisyona geçer geçmez öksürerek boğazımı temizledim. “Girin.”

Kapı ağırca açıldı. Aralıktan Berkay’ın siluetine uymayan bir insan çıktı. “Hanım Ağam?” sesi tanıyordum. Berkay’ın mantı sevdasından bahseden yardımcıydı yanıma gelen.

Işığı açmaya yeltendiğini fark ettiğimde, “Açma,” diye çıkışarak azarladım. Sinir, meyve sepetine dalmış yılan misali sokmuştu beni bir anda. “Neden geldin?”

“Berkay Ağamın kıyafetlerini getirdim,” dedi yardımcı kız tekleyerek. “Yıkandılar, ütülendiler.”

Hışımla yataktan kalkıp ona doğru yürüdüm. “Bundan sonra Berkay’ın kıyafetlerine dokunmayacaksın anladın mı? Yıkamayacaksın. Ütülemeyeceksin.”

Kıyafetleri, bilhassa, sertçe çekip aldım. “Berkay’a ait olan kıyafetleri ben yıkarım, ben ütülerim.”

“Ama Hanım Ağama…” kem küm itirazıyla sözlerimin arasına girmişti. “Bu benim işim.”

“Ben yokken evet, iş tanımına böyle bir hata eklemiş olabilirler ama neyse ki artık ben varım bu evde.”

Kızı geriye itip kapıyı yüzüne kapattım. Sonrasında kendi uyarımı çiğnemiş, ışığı açmıştım. Berkay’ın parfüm kokusunu haşlamadan yiyen çamaşır deterjanı, buram buram tütüyorken ellerimin arasında; dolabın kapaklarını çekip askıları çıkarttım meydana.

Gömleklerin yeri ikinci kattı. Ceketlerin yeri ise üçüncü kat…

İkinci kata ulaşmakta sorun yoktu da üçüncü kata, maalesef, boyum yetmiyordu. Çareyi dolabın çıkıntısına basmakta bulmuştum. Ceketleri üste asacağım esnada dengem şaşmasaydı başarılı da olurdum hani. Fakat şaşan dengemin toparlanması, her zaman, basit olmayabiliyordu.

Yere düştüğüm sırada dolabın dördüncü, son, katına tutunmaya çalışmıştım. Dördüncü kat rafı, bana destek yerine köstek oldu. Orada ne kadar siyah kutu varsa, hepsi, benimle birlikte yere inmişti.

“İmdat diye bağıracağım şimdi ya,” diye sızlandım.

Düşmemin acısı bedenimin her yerine yayılıyorken ayağa kalkıp kutuların arasından sıyrıldım. Yere dökülenleri toplamaya yeltendiğimde kutu kapaklarının altına gizlenmiş fotoğraflar dikkatimi çekti.

Eğilerek bir tanesini aldım. Sonra başka birini, diğerini, ötekini, ileridekini, beridekini… Burada yüzlerce fotoğraf vardı.

Dizlerimin üzerine yığılarak yere oturdum. Fotoğraflardan bana gülümseyen Berkay’ı seyrettim. Biraz da yanındaki kızı…

Yanındaki kız…

Bana benzeyen şu meşhur İngiliz kızdı bu. Gözlerinin rengi, saçlarındaki tonun hakikati, yüz yapısı, gülümseme tarzı… Kız, gerçekten bendi. Tıpkımın aynısı, yalnızca biraz daha güzel versiyonumdu.

Gözlerim dolarken hıçkırmamak için elimi ağzıma kapattım.

Benim Berkay ile çekilmiş toplam on fotoğrafım bile yokken İngiliz kızın yüzlerce belki de binlerce fotoğrafı vardı. Her fotoğrafta ayrı bir mekândalardı. Birbirlerini ya içtenlikle öpüyor ya da sarılıyorlardı. Ete kemiğe bürünmüş bir mutlulukları vardı.

Ben kutuları çılgın gibi karıştırdıkça artmaya devam eden fotoğraflara mektuplar da eklendi.

Asıl anlamadığım şey, Berkay’ın bunca hatırayı neden sakladığıydı. Bana, o kız ile olan bağını koparttığını söylememiş miydi? Anılarından neden kurtulamamıştı ki? Yüzüme savurduğu iltifatlarda ve öpücüklerde İngiliz kızla hasret mi gidermişti sessizce?

Bilinmezlik, delirmeme sebep olacaktı birazdan. Başımı ellerimin arasına aldım. Berkay’ı kıskandığım gerçeği çapa misali demirlenmişti en derinime.

Ona karşı ufak ufak büyüttüğüm hisler başta çıraydı benim için. Alazla yangın çıkmayacağı sanılırdı ancak onu gerçekten yitirebileceğimin şüphesi alaza dönüşmüş, çıralarımı içten içe tutuşturmuştu.

Bir çıra ile yanmıştım ben. Bir çıra ile alev almıştım ben. Nasıl olduğunu anlayamamıştım ama galiba, Berkay’a âşık olmuştum ben.

Bir İngiliz kız karşıma çıkmış, bilmediğim varlığıyla Berkay’ı benden ayıracağı tehditlerini huzuruma savuruyordu.

Sarsıla sarsıla ağlarken düşünebildiğim tek şey Berkay’dı, onu kaybetmemek için kendimi kaybedebileceğimdi ve bu uğurda yapacaklarımdı.

Meğer Mabel Matiz haklıymış. Aşk, sahiden yok olmakmış.

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%