Yeni Üyelik
33.
Bölüm

32. YILDIZLAR ORTAYA ÇIKANA KADAR

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Ben bir aşiret kızıydım. Aşiret kalıplarına göre büyümüş, aşiret geleneklerine göre yetiştirilmiştim. Töre benim ve benim gibilerin en büyük kuralcısıydı. Kitaplarda yazmazdı fakat hatmedeni fazlaydı. Kısacası yazılı olmayan kuralları benden iyi bile olamazdı. Yine de dilerdim ki; bir şeyin değeri kaybedilince anlaşılırmış maddesi, töre haricinde de asla anılmasaydı. Tamam, beyaz atsız şövalyemi henüz kaybetmemiş olabilirdim kaybetmeye yakın olmak kaybetmekten daha betermiş hâlbuki.

Durduğum yerden milim kıpırdamamıştım. Dizlerimin üzerine çökmüş oturuyordum. Dakikalardır oturuyordum. Öyle ki keçe halının tüyleri cildimi kaşındırmaya başlamıştı.

Uzaktan birisi görseydi halimi sanat için, kıpırtısızca, sokakta vakit katleden heykel kadın olduğumdan şüphelenirdi hani.

Fotoğraflar, mektuplar, anılar dört bir yanımdaydı. Duygusuzca bakışıyorduk. Kargaşa seline yenik düşmüşken bunların dibinde ağlayamıyordum bile.

Hareketsizlik yeminimi bozmamakta kararlıydım ancak beni hareketsizlik yeminimi bozmaya iten şey, koridoru çınlatan adım sesleri olmuştu.

Çınlamalar kademe kademe yaklaştı. Kapının önünde olduğunu duyumsadım. Derken ahşap malzeme hafifçe tıklatılmıştı. Tepki vermedim. Kapının dışındaki kişi ise tepki vermeyişime aldırmadan kapı kulpunu aşağı indirmiş, odaya girmişti.

“İclal,” dedi –hemen sonra– Berkay’ın merak yüklü ses tonlaması.

Sesi, kokusu, varlığı, içimdeki yırtılmış özlem telini titretmeye yetmişti. Bir erkeğin, özellikle de eski sevgilisinin fotoğraflarını saklayan bir erkeğin, katı prensiplerimi aşmış olup da beni böyle bitirici safhalarda etkiliyor olduğu gerçeği fena halde canımı sıkıyordu. Lakin sıkıntım kararlıydı. Berkay’a karşı hissettiğim en ufak bir duygu kırıntısını dahi sarsmıyordu. Sadece… Hayal kırıklığına uğramış olmasam daha iyi olurdu.

Yönümü ona çevirip sırtımı, kıyısında bulunduğum duvara yasladım. “Berkay,” dedim yoğunca. Sıradan bir ismi vardı aslında. Ruhumu mest edip heyecanlanmama yol açan sıradan bir ismi vardı.

Odanın kapısını –sanki kırmaktan çekindiği bir cammışçasına– kapatırken yanıma doğru adımlamaya başladı. Kaşları çatılmıştı. Yere saçılmış kâğıtlara baktı. Yıkımımım gerekçesini yardımım olmaksızın çözebilmesini umdum. Ancak olmadı. “Ne oldu sana Hermosa’m?” diye sordu yumuşakça. Fazla hassas bir perdeden konuşuyordu.

Hermosa hitabını ilk kez benim üzerimde kullanıp kullanmadığını merak etmemek imkânsızdı.

“Hiç.” Omuzlarımı kayıtsızca kaldırıp indirdim. “Sevgilinin fotoğraflarına bakıyordum,” derken hızlıca ekledim. Anlamsız bir neşeye teslim etmiştim zihnimin iktidarını.

Uzanıp fotoğraflardan birini kaptım. Ardından fotoğrafın kenarını yanağıma bastırıp –rahatça karşılaştırma yapabilsin diye– ona baktım. “Nasıl, gerçekten benziyoruz değil mi?”

Berkay kafa karışıklığıyla beni izledi. İfadesi bulanıktı. Ganimet sandığını bulmam, onu bocalatmamıştı. Fotoğrafları, kutuları ve beni incelerken –aksine– üzgün görünüyordu.

“Benziyoruz ama,” diyerek sürdürdüm. Yerden destek alıp ayağa kalkmıştım. “Senin İngiliz kız, benden güzel.”

Küçük adımlarla ona yaklaşıp fotoğrafı göğsüne bastırdım. “Bana her baktığında ondaki güzelliği daha net anlıyorsundur eminim.”

Göğsüne bastırdığım fotoğrafı çekip yerdeki yığına –savururcasına– attı. Sertçe yutkunmuştu. “Nereden buldun bunları?”

Aşkın emek harcanarak kazanılan bir şey olduğuna inanıyordum. Onu kazanmak için emek harcamamıştım, belki. Lakin âşık olduğumu yeni yeni keşfettiğim bu adamın, başka olguları sorgulamasını beklerdim.

“Tüm sorun bu mu gerçekten?” dedim bağırarak. Açık saçlarımı yolarcasına çekiştirmiştim. “Tüm sorun bunları nereden bulduğum mu yani?”

Seviyorum lan ben seni. Sen, başka bir kızın emarelerini titizlikle muhafaza ediyorken hem de.

Kravatını çekiştirdi. Çaresizlik, ekürisi olmuş, ensesini kaşıyordu. O, karşımda konuşmadan kaldıkça pişman oluyordum. Gönlümü küle çeviren bu saçma sapan duyguyla başka türlü karşılaşma olasılığım olmadığı için pişmanlık duyuyordum. Ne diyebilirim ki, ben buydum. Harekete geçmem için tetiklenmem gerekiyordu. Ya tehlikeyle ya da siyah kutuların altından çıkan eski sevgiliyle…

“Kıyafetlerini asarken üstüme düştüler,” dedim sinirle.

“Ben,” diyerek başladı. Aramızdaki mesafeyi –ayakkabısıyla fotoğrafları çiğneyerek– kat ederken bana dokunmaya atıldı. “Bunların varlığını tamamen unutmuşum.” Ne İngiliz kızı ne de bulduklarımı kabulleniyordu belli ki.

“Yalan söylemek üzerine çalışma yapman gerekiyor.” Dokunuşundan kaçtım. “Sonuçta, beni onun yerine koyduğun vakitlerde yalana ve sana inanmama ihtiyacın olacak Karaevren.”

Kırgındım. Efkârlıydım. Beni kandırdığı için öfke ile kaplıydım.

“İclal,” dedi yalvararak. Gözleri, ona inanmam için diz çökmüştü adeta. Sesi titremiş, duygudaşlık dileniyordu. Parmaklarını kum kahvesi saçlarından geçirip bahanesini açıkladı. “Bu fotoğrafların da mektupların da benim için hiçbir değeri yok.”

Elaları buğulandı. Onun yerine ağlayacaktım şimdi. Âşık olan herkeste mi böyle oluyordu yoksa bunu bana Berkay mı yapıyordu?

Azıcık eğilerek boylarımızı eşitleyip bakışlarımızı birleştirdi. “Bu kız bende bitti artık.” Kaçmama, başta, fırsat tanısa da sonrasında kolumu yakalayıp beni kendine çekmişti.

“Sen varsın sadece,” dedi yüzümü tutarak. “Kaç kez söyledim bunu sana.” Fazla samimiydi. Kalbimi dekor sayıp ona sarılmak istiyordum; sevgimi, aşkımı, ömrümü teslim eder gibi.

“Seni onun yerine koymuyorum. Senin yerini herkesten, her leyden ayırdım ben.”

Karşılık vermek adına titreyen ellerimi omuzlarına çıkartarak tutunmuştum beyefendiye. Tırnaklarımı hafifçe ensesine batırdım. “Bana masal anlatma.” Bağırmıyordum artık. Yakınlığı beynimi sarhoş ediyorken ona fark ettirmeden ona kapılmanın keyfini çıkartmak, bağırmaktan daha mükemmeldi çünkü.

“Bunca şeyi unutmuş olamazsın geri zekâlı. Eğer geri dönüş ihtimalini saklı tutmuyorsan tabii.”

Aşk için çaba harcamamış olabilirsin İclal. Ama şu adama baksana! Resmen, adının son eki çaba…

“Geri zekâlıymış,” diye dudaklarımın üzerine doğru mırıldandı. Beni hepten geriye iterek sırtımın duvara yaslanmasına sebep olmuştu. Alnını sertçe alnıma çarptı. “Aptal mısın kızın sen de?”

Gözlerini kapattı. Derince iç çekti. Parmak uçlarımda yükselip onun hayranlık uyandırıcı, yakışıklı yüzüne yaklaştığım esnada kısık tonlu mırıltısı ile uyuşuyordu adeta. Bilincime sahip çıkmaya çalışan ben, bilincimi eskiciye satmıştım galiba.

“Saklı tuttuğum tek şey sensin İclal,” dedi. Dudaklarının tüy gibi dokunuşunu dudaklarımda hissettim. Kıpırdansam bile geri çekilmemiş, üstüme gitmeye devam etmişti.

“Seni ilk öptüğümde o kıza benzediğini söyledim değil mi?” kafasını iki yana sallarken burnu, burnuma sürtündü. “Söylemeyip gizleseydim işte o zaman seni onun yerine koymuş olurdum.”

Hesabını tutamadığım gözyaşlarım, gözlerimi dolduruyorken sıcak damlalar Berkay’ın burnuna akmıştı bir bir.

“Defalarca güzel olduğunu, benim için değerli olduğunu söyledim. Ama sen İclal, o kadar bencilsin ki tüm sözlerime kör kaldın.”

Tuttuğu yüzümle bedenimi sarstı. “Sana aşığım kızım, âşık! Ötesi yok.” Telaffuz ettiği harfleri ısırmaya özen tanıyordu sanki.

“Seni yaşamak isterken seni kendime inandırmaya çalışmaktan yoruldum ben İclal. Dönüp dolaşıp aynı mevzuya geliyorsun.”

Etin tırnaktan ayrılırken çıkarttığı vaveylanın benzerini takınmayı göze alarak Berkay’ı kendimden ayırmıştım. Çünkü o yanımdayken sağlıklı düşünme yetim baltalanıyordu. “Aynı mevzuya gelmemin sebebi sensin,” dedim ıslak yüzümü kurulayarak.

“Yeter!” diye bağırdı. Hazırlıksız yakalandığımdan olsa gerek ürkerek sıçramıştım yerimden.

Sakinliğinin her tonuna şahit olduğum Berkay’ın mutlak sakinliğinin esamesi okunmuyordu şimdi.

“Ciddiyim, yeter artık.” Sabır çekerek gömleğinin üstten iki düğmesini açtı. Parmakları bir kez daha saçlarının içinden geçiyorken kum kahvesi tutamları dört bir yana dağılmıştı.

O da en az benim kadar kırgındı. Farkındaydım. Fakat bendeki kabullenemeyiş, onun güzelliğini uzaktan izlemem gerektiği dışında başka bir seçenek sunmuyordu.

Odanın kapısına doğru ilerlediğinde yaslandığım duvardan kopmuştum. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum korkuyla.

“Yalnız kalmaya,” dedi. “Kafa dinlemeye ve biraz da tuzlu kahveyi abime veren o ilk İclal’i düşünmeye.” Sonrasında odadan çıktı.

Arkasına emanet ettiği parfüm kokusunu derin derin soludum. Hareketsiz kalıp boşluğu seyrettim kısaca. Paramparça hissediyordum. Ancak iç sesim diyordu ki hiç yapmadığın bir şeyi yap İclal.

Âşık olmak, hiç yapmadığım bir şeydi zaten. Dereyi geçerken paçalarımı sıvamanın yeterli geleceğini düşünmüştüm. Meğer bir kez suya girdiğinizde yüzmek farzmış. Âşık oldum deyip kenara çekilemeyeceğimi açık seçin, acıyla anlıyordum. Aşk fedakârlık demekse ben kafamdaki kötü düşünceleri bu uğurda feda edecektim ve sanırım hiç yapmadığım bir diğer şeyi de yapacak, ilk kez birisine güvenip inanacaktım.

Yani ben bitti demeden bitmez şehirli damat. Öyle kolay kaçamazsın.

Ayaklarıma komut verir vermez koşarak terk ettim odayı. “Berkay!” sesim koridorda eko yapmıştı. Yankılanan eko, bir türlü karşılık bulamadı. Büyük ihtimalle yakınlarda değildi.

Onu kaçırmamak için daha fazla hızlandım. Karşıma çıkan merdiven basamaklarını ikişer ikişer zıplayarak indim. Ağlamayı ya da dertlerden yakınmayı unutmuştum artık. Ucuz fikirler için büyük hayalleri kaçırmamak gerekiyormuş. Benim bunu anlamam için ise sarışın bir İngiliz…

Konağın girişine ulaştığımda kapı açıktı. Parkeleri örten tozlu Osmanlı halısına loş bir ay ışığı sızıyordu. Ortamın basit karanlığına aldırmayarak etrafa bakındım ancak kapı, bana gitmem yönü besbelli fısıldıyordu. “Bunu yaptığıma inanamıyorum,” diye mırıldandım kendi kendime. Akabinde dış kapının aralığını büyütüp bahçeye çıkmıştım.

“Berkay!” haykırışımla çevreyi sarmış korumaların çoğunluğu bana bakıyorken az ilerimdeki Berkay durmuş, yüzüne bana dönmeyi çok görmüştü. Kafası yere eğik öylece kaldı.

Konuşmayacağından iyice emin olduktan sonra, “Gitme,” dedim. Eğdiği kafasını kaldırdı. Hâlâ bana bakmadı. Pantolonun cebinden anahtar çıkarttığını gördüm. Beyaz boyalı bahçe çitlerini aştı, ona dediklerimi yok saymıştı ve arabasına binip Karaevren konağından ayrıldı.

Gerisinde kalsam da gerisinde kalmaya devam etmek, mafyalık kitabıma aykırıydı. Dişlerimi sıkarken ayağımı, üzerinde durduğum çakıl taşı sıvalı zemine sertçe çarptım. “Gitme dedim değil mi sana?”

Yakınımdaki korumaya yaklaştığımda kısıkça söylenmeye devam ettim. “Şerefsiz herif!”

Ona yaklaştığımı fark eden koruma esas duruşa geçerken, “Bana mı dediniz Hanım Ağam?” diye sordu. “Bilmeden bir kusur mu işledim?”

Onu dinlemedim. Saçma sorusuna cevap da vermedim. Zira benim evrenimde tek bir şerefsiz vardı ki o da az önce çıkıp gitmişti.

“Arabanın anahtarını ver.”

Koruma, resmi yüz ifadesiyle boş boş yüzüme baktı. Emrime itaat etmek yerine durup kalmıştı.

“Versene lan arabanın anahtarını!” sesimi yükselterek kaşlarımı çatmam, adamı hareket etmeye teşvik ediyorken tıpkı Berkay’ın yaptığı gibi pantolonunun ceplerini karıştırdı ve çok kısa bir mühletin ardından araba anahtarını avucumun içine bıraktı.

Hızlı adımlarla bahçe çıkışına ilerlediğimde korumaya dönmeden bağırmaya devam ettim. “Hangisi?”

“Kapıdan çıkınca solda kalan, Hanım Ağam.”

Kapıdan çıktım. Sol tarafa döndüm. Korumanın bahsettiği arabayı bulmam saniyelerimi almıştı. Kapıyı açar açmaz kendimi sürücü koltuğuna attım. Anahtarı yuvasına yerleştirirken de, motoru çalıştırırken de, gaza basıp park alanından ayrıldığımda da teklememiştim.

İçinde bulunduğum mevcut durum, ehliyet almama fırsat tanımamıştı. Ancak kalıplardan sıyrılmayı canla başla arzulayan ben, bir şekilde araba kullanmasını öğrenmeyi başarmıştım. Ben bu konuda ne denli başarılıysam abim de o denli başarısızdı.

Gece yarılarında, babamın arabasını kaçırıp arkadaşlarıyla buluşmayı fazlaca isteyen bir yapısı vardı abimin. Fakat aynı yapı, araba sürmesini kolay kılmamıştı. Her daim beni uyandırırdı. Abimi kaçıran, arkadaşlarına götüren ben olurdum. Okula giden ise o…

Dünyanın adaletli olmadığını uzun zaman önce kabullenmiştim. Şimdi, çift kollu teraziydim sanki. Duygularım bir kefede, Berkay’ın emrine amade olan ağırlıklar ise diğer bir kefede… Beyefendi her hareketiyle, bakışıyla, gülüşüyle, sözüyle ağırlıklardan birini kaldırıp, yükü benim bulunduğum kefenin üstlenmesini sağlıyordu. Ağırlaşan duygularımla nasıl başa çıkacağımdansa bihaberdim.

Kabullendiğim bir diğer gerçek daha…

Berkay’ın arabasını yakalamam on dakika sürdü. Sonrasında o öndeydi ben arkada.

Arabasını kenara çeksin diye üst üste ve ısrarla selektör ışığını yakıp kapattım. Çevredeki evlerin rahatsız olmasını umursamayarak –uzun uzadıya– kornaya bastım. Ama bana mısın dememişti. Bana ise yapacak tek bir şey bırakmıştı.

Gaza daha fazla yüklendim. Arabanın hız göstergesi aşama aşama üst rakamlara tırmanıyorken gözümü kırpmıyor, tereddüt etmiyordum. Sabit fikirliliğimin her zerresini konuşturdum. Berkay’ın arabasının önüne geçtim. Yol üzerindeki sıralanışımız böylece değişmişti.

Hızımı kesmeyip direksiyonu aniden sağ tarafa çevirdim. Onun arabasının önüne kırdığımda tiz bir fren sesi doldurmuştu kulaklarımı. Ben frene basmadığıma göre amacıma ulaşmış, Berkay Efendi’yi durdurmuş olmalıydım. Dikiz aynasına yansıyan görüntü, tahmini doğrularken arabadan indim.

“İclal ne yapıyorsun sen?” diye sordu Berkay. Hayret ifadesi, tedirginlikle kuşatılmıştı. Arabalarımızın arasındaki boşluğu yürüyerek kapatarak bana doğru ilerledi. “Çıldırdın mı kızım? Neredeyse kaza yapıyorduk!”

Asla hareketlenmeyerek bana gelmesini bekledim. Beklediğim eylem ise saniyeler içinde gerçekleşmişti. Varlığı mevcut olmayan ayın ihtişamını ela gözlerinin rengiyle anan Berkay, hemen karşımdaydı.

“Öldürmek mi istiyorsun beni?” dedi. Ardından öfke ile düzeltmişti cümlesini. “Bizi?”

Avuçlarımı tırnakladım. Kapanmaya yüz tutmuş yaralarımı yeniden yokladım. Ona sarılmaya hazırlanıyorsam öncesinde kendimi sakinlik yönünde telkin etmek zorundaydım. İngiliz kızı unut.

“Merak etme, ölmezdin.” Geç bulunduğum girişimle ona epey yaklaştım. Öyle ki ayakkabılarımızın burnu, birbirine değiyordu. İlk cümlemi söyledikten sonra aynen onun yaptığı gibi düzelttim. “Ölmezdik.”

Dişlerini sıkıp başını minik bir açıyla yere eğerek yüzüme baktı. Sıfırladığım mesafeden rahatsız olmuş gibi gözükmüyordu. Hatta bunun, yelkenlerini suya indirmesine yaramış olması bile mümkündü. “Ölmeyeceğimizden emin olmanı neye borçluyuz?”

“Hayatın işleyişini bilmeme…”

Çaresiz bir nefes çekerken ciğerlerine elinin tekini belime atmıştı. “Benim de bilmemi sağla öyleyse?”

Omuzlarımı silktim. “Sen iyisin. Ben kötüyüm. İyiyi Allah korur, kötüye de bir şey olmaz.”

“Ne?” dedi bir hayret nidasıyla. Bunu öylesine masumca söylemişti ki –İngiliz kız faktörüne rağmen– şurada beğeni krizi geçirebilirdim hani.

Neden bu kadar eşsiz bir karakterin var şehirli damat? Neden bu kadar yakışıklı ve nadide görünüyorsun gözlerime? Neden anlayışlısın söylesene? Bana nasıl dayanabildiğinden bahsetsene? Bakışların üzerimdeyken eriyip gitmemin intikamını kimsen alacağım ben?

“Berkay.” Bu gece için bir kez daha parmak uçlarımda yükselmiştim. Kollarımı boynuna dolayıp sımsıkı halde sarıldım ona. “Şerefsiz herif.”

Mırıldandığımı sandığım hitabı elbette duymuştu. Beni geri çekip yüzüme bakmayı denediyse de buna izin vermedim. “Hani iyiydim?” diye sordu. Benden izin çıkmayınca o da sarılmaya başlamıştı.

“Peki, iyi bir şerefsizsin.”

Kısa çapta güldü. Güldüğünde oluşturduğu melodi, kulaklarımı karnaval alanına çeviriyorken İngiliz kızın bu gülüşe kaç kez şahit olmuş olabileceği fikrine takılmamak uğruna paralıyordum kendimi.

“Bana neden şerefsiz diyorsun İclal?”

“Çünkü,” diye başladım konuşmaya. Lafı dolandırmaya, itirafımı uzatmaya meylediyordu aklım fakat onun yoluna taş koyup çenesini kapasını sağlarken dudaklarımı Berkay’ın yanağına bastırmıştım.

“Kahretsin…” geceye iltifat adı altında fısıldadığım şey kendi boyun eğişimdi aslında. Dudaklarımı onun yanağından koparmadan ekledim. “Deli gibi kıskanıyorum seni. Senin gözünde başkası olmaktan da başkası olma olasılığından da nefret ediyorum.”

“Benim gözümde başkası değilsin ki zevcem,” dedi dokunaklı bir edada. Belimi haddinden fazla sarıyordu. Nefesimi kesecekmiş gibi hissettirdiği sarılışında boğulmayaysa çoktan gönüllüydüm galiba.

“Neden inanmıyorsun bana?”

İstemeye istemeye birazcık uzaklaşıp açık bıraktığı araba farının aydınlığı sayesinde gözlerine baktım. “İnanmak istiyorum ama o sarı yellozun fotoğrafları buna izin vermiyor.”

“İclal?”

“Hım?”

“Sen sarışınsın. Farkındasın değil mi?” avucunu boynuma çıkarttığında bir defa da benim uğrumda gülümsemişti.

Gülümsemesiyle ortaya çıkan gamzesi tarafından aldatılmamak için yüz hatlarımı buruşturarak kızdım. “Konumuz bu değil.” Aşk bana yaramamıştı belli. Çünkü ruh halimin tutarsızlığı imrenilmemesi gerekenlerdendi.

“Konumuz, senin bana benzeyen bir kızın anılarına sahip çıkman.”

“Varlığını unuttuğum şeylere nasıl sahip çıkmış olabilirim ki zevcem?” bakışlarını bakışlarımdan kaçırmamıştı. İçtenliği tüm katı zincirlerimi tek fiskede kırdı. “O kızın bende yeri yok. Anla bunu.”

Kafamı basitçe salladım. “Tamam.”

“Ne, tamam?”

“Başardın.”

“Neyi başardım?”

“Of Berkay!” gözlerimi abartıyla devirdim. Ömrümden ömrü gidiyordu resmen. “Her zaman böyle aptal mıydın sen?”

Yüzümü daha fazla görmesin, karşısında kızarmaya yeltenmeyeyim diye yeniden sarılmıştım ona. Ardından bedenimi kemirip bitiren o illet şeyi bir çırpıda söyleyiverdim. “Bana seni sevmeyi öğreteceğini söylemiştin ya?”

Yanağını nazikçe boynuma dokundurdu. “Hı-hım.”

“Ben o öğrenimden dereceyle mezun oldum sanırım.”

“Yani?”

Anlamıştı. Anladığını biliyordum. Ancak pislik yapmak özüne kazınmıştı. Tüm sıkıntıma rağmen söylememi istiyorsa… Tırnaklarımı omzuna saplamaktan çekinmeyerek söylerdim bende. “Sana aşığım işte oğlum.”

Beş altı kalp atımı süresi kadar konuşmamış, konuştuğundaysa, “Tamam,” diyerek geçiştirmişti.

Cinlerim tepeme çıkmak için hevesle bekliyorken baştaki sözlerini tekrar ettim. “Ne, tamam?”

“Bana âşıkmışsın,” dedi keyifle. “E benim sana âşık olduğumu da yedi düvel biliyor artık.”

“Eee?”

“E’si…” çenemi belli belirsizce öperken kuş ıslığında fısıldamıştı adeta. “Yıldızlar ortaya çıkana kadar seni öpeceğim kısma geçebiliriz.”

Bakışlarım, kontrolüm dışında havaya kayıyorken gökyüzünün fazlasıyla meydanda olduğunu, bir yıldız ortaya çıkmaya niyetlenirse bunu anında bileceğimizi fark ettim. “Öyleyse gidiyoruz.”

“Nereye?” diye sordu merakla.

“Gökyüzünü göremeyeceğin bir yere.”

“Ah İclal,” dedi aheste aheste. “Seni öpmemi böylesine şiddetle istediğini daha önce söyleseydin görmeyi bırak, senin için gökyüzünü idam ettirirdim be güzelim.”

BÖLÜM SONU

Loading...
0%