@hayalrafya
|
yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..
keyifli okumalar.. Edebiyatçı değildim ancak şu saniyede âşık olmayı bumerang oynamaya benzetebilirdim. Berkay’a âşık olarak kendi bumerangıma sahip sayılmıştım bir nevi. İl aşamada ona, ona âşık olduğumu ilan ederek bumerangı fırlatmıştım. Berkay ise, rüzgâr sayesinde, fırlattığım bumerangı bana geri göndermişti. Sonrasında anlamıştım ki; gibi yetmez, aşk sahiden bumerangmış. Kolay bir oyun gibi gözükürmüş fakat bumerang yeniden iletildiğinde oyun eğlenceliymiş. Sabit rüzgârın yön değiştirip değiştirmeyeceği büyük bir muamma olsa dahi ben, eşsiz bir oyunun unsuruydum artık. Oyun eşsizdi. Eşsizlik, Berkay ile özeldi. Korumalardan birine benim bindiğim arabayı yoldan alması talimatını verip, Berkay’ın arabasıyla tekrar ulaşmıştık öfkeli halde terk ettiğimiz Karaevren konağına. Tabii yol boyunca tam tamına üç defa kaza yapmanın eşiğinden dönmüştük. Zira devamlı gülümseyen Berkay Bey, kaçıp kaçmadığımı kontrol etmek amacıyla sık sık bana baktığı için sakin trafiğe bile odaklanamamıştı. Kollarımı bedenimin etrafına sarıp bacaklarımı hafif hafif kıpırdatmaya ara vermedim. Aptal kafamın dalgınlığı yüzünden çıkarken konağın anahtarını almayı unutmuştum. Öte yandan Berkay unutmamıştı. Öncelikli bakışta bunda bir sorun yokmuş gibi algılanabilirdi ancak beyefendi, ellerinin titremesinden ötürü kapıyı açamıyordu ki. Serin ilkbahar havasından sabır yüklü oksijenler yollarken ciğerlerime daha fazla konu mankenliği yapamayacağıma karar verdim. Durduğum yerden harekete geçtim. Berkay’ın eline uzandım ve anahtarı ondan almak istedim. Ben uzanır uzanmaz anahtarı yere düşürmüştü. “Dokunma İclal,” dedi elleri gibi titreyen sesiyle. “Sen…” anahtarı yerden alırken yüzünü sıvazladı. Gözlerime bakmaktansa ayakkabılarıma bakarak konuşuyordu benimle. “Elime dokunma. Sen dokununca açamıyorum işte.” Pekâlâ, Berkay’ın kanında minik dozajda çekingenlik dolaştığının farkındaydım. Lakin son olanlardan sonra dozun aniden tavana fırlamasını asla beklemiyordum. “E sana dokunmadığımda da açamıyorsun ki Berkay,” diyerek çıkıştım. Bu defa dikkatini ayakkabılarımdan burnuma taşıyabilmiştim. “Dondum burada.” “Dondun mu?” diye sordu. Kullandığı tedirginlik, raf ömrünü doldurmuş abartı tınısındaydı. Ceketini çıkartıp omuzlarıma bırakmaya yeltendiği esnada ikazlarına aldırmadan dokunmuştum ona. Eline uzandım. Bilhassa da tenine temas ederek anahtarı aldım. “Sana âşık olduğumu söylemeden önce…” başını yere eğmişken ona yaklaştım. “Sanki daha normaldin Karaevren.” Akabinde kapıyı açtım. Nihayet, konağa girebildik. İçerisi ölüm sessizliğine bürünmüştü. Öylesine bir sessizlik vardı ki, biz hariç, inzivaya çekilmiş Karaevrenlerin varlığından şüphe duyabilirdiniz. Ayakkabılarımızın parkeyi döverken çıkarttığı tıkırtılar da olmasaydı eğer buraya rahatlıkla perili diyebilirdim. Dış kapıyı arkamızdan kapattıktan sonra ben önde Berkay gerimde, yoğun karanlığın içinde yürümeye başladık. Giriş koridoruna sıralanmış antika vazolara çarpmamaya özen tanıyarak ilerliyorduk ki mutfak, görüş açıma girdiği anda adım atmayı bırakmıştım. Ani duruşumdan habersiz olan Berkay, sırtıma çarptı. Aynı mühlette de söylenmeye başlamıştı. Onun homurtularını hiç duymadan, aklımdaki fikrin heyecanıyla yönümü yüzüne döndüm. Aramızdaki mesafenin azlığını bana vuran nefeslerinden hissedebiliyordum. Neyse ki karanlık, yüzünü tam anlamıyla görmeme izin vermiyordu da onu böylesine yakınımda tutabiliyordum. “Aç mısın?” diye sordum fısıltıyla. Birkaç saniye bekledi. Durdu. Düşündü. Ya da irdeledi. “Yani…” derken titreyen elinin tersini gözlerimin altında, yanağımın üzerinde gezdirmişti. “Çirkin bir sarışının gözyaşlarını temizlerken yemek yemeye vaktim olmadı tabii.” Geçmişteki tecrübelerinin kusurunu her daim kemiklerinde taşıyan biriydim ben. Bu yüzden çirkinlik, zayıf tarafımdı. Kırılma noktam, dayanamayacağım safhaydı. Ancak Berkay o tatlı sesiyle, titreyen elinin yanağımdaki sıcak etkisiyle, yumuşak harfleriyle ve kelimelerine sakladığı hayranlık ifadesini bana yansıtabilmesiyle diğerlerinden sıyrılıyordu. Başkaları söylese hakaret olarak kabul edeceğim sıfat, o söyleyince iltifata dönüşüyordu. Yanağımdaki elini sıkıca tutup titremesini kendi bedenime taşıdım. Parmaklarımı, parmaklarına geçirdim. “Çirkin bir sarışının yaptığı mantıyı yemeye hayır demezsin öyleyse?” Elini tutuşuma canlılıkla karşılık verirken onu mutfağa çekiştiren hareketime direnmemiş, uyum sağlamıştı. “Mantı mı yaptın sen?” diye sordu inanamayarak. “Mantı yaptım,” diye cevapladım yaptığım şeye de inanamayarak. “Benim için mi?” Berkay, yine, Karaevren egosunu konuşturuyordu. “Annen zorladı.” Egosunu susturmaksa bana kalıyordu. “Bununla da idare edebilirim sanırım.” * BİR SONRAKİ GÜNÜN AKŞAMI Yatak odamıza girdiğimizde yerde dağınık duran İngiliz kızın fotoğraflarının hala bizi bekliyor olduğu, Berkay’ın da hızla gözlerimi kapatıp beni odadan çıkarttığı vakayı düşünmüyordum. Düşündüğüm, beynimi meşgul eden daha hoş bir anı vardı çünkü. Yaptığım –mantı demek için bin şahit gerektiren– mantıyı yiyen Berkay’ın senden sonra kaşıma çıkan en güzel şey yorumunda bulunması gibi. İşte bu yorumdan sonra, dileyen dilediğini düşünebilirdi mantım hakkında. Tozpembe dünyamın yakışıklı gardiyanı benim yanımdaydı ya… İçime sığmayan mutluluğu bastırmakta zorlanarak elimdeki hamburgerden bir ısırık daha aldım. Konak ahalisinin geri kalanı neredeydi bilmiyordum ama Hande’nin ısrarı nedeniyle biz büyük salondaydık. Orta sehpanın etrafına kuş misali tünemiş, Esma Hanım’a kalp krizi geçirtebilecek bir aykırılıkla sipariş ettiğimiz hamburgerleri yiyorduk. Berkay’ın alerji bahanesi dolayısıyla patates kızarması kovası Hande ile benim aramdaydı. Hande ile onun arasında ise dinleyeni sıkmayan bir konuşma dönüyordu. Konuşmayı dinliyormuşçasına bir havada olmama karşın asıl takip ettiğim şey Berkay’ın yüzüne sinen ifadeleri ezberlemekti. İfadelerine bakarken gülmemeye çalışmak belki, bayılmamayı denemenin yanı sıra… “Çok saçma,” dedi Berkay pür dikkat kesilmiş bir ciddiyetle. Kaşlarını çatmış, mücadeleci tartışmaya hazır görünüyordu. “Kendini kurtarabilirdi.” Kahkaha atmamak için dudaklarımı sıkıp avuçlarımı tırnakladım. Ortada dönen konunun mantığı yoktu. Ancak Hem Berkay hem Hande, benim varlığımı unutup kendilerini tartışmaya vermişlerdi. Konuştuklarını geriden dinliyordum. Şimdilik dâhil olmamak daha makuldü. “Kurtaramazdı amca,” dedi Hande yüzünü buruşturarak. “O bir prenses.” Dudaklarının kenarına bulaşmış mayonezden habersizce Berkay’a kafa tutuyordu. İki taraf da kendi düşüncesini haklı çıkartmak adına savaşıyorken bu münazara kimin kazanacağını delicesine bir keyifle merak ediyordum açıkçası. Ela gözlerinin tonunu yakalamış ince, soluk yeşil kazağının yakalarını çekiştiren Berkay, yanaklarını sıkıntıyla şişirerek saçlarını karıştırdı. “Prensesler de kendilerini kurtarabilir ufaklık.” Oturduğum köşeden kalkıp Berkay’ın oturduğu köşeye gitme fikriyle dolup taşıyordum adeta. Her hareketiyle bir tarafa savrulan dağınık saçlarına dokunmak, eskiden o çok sevdiğim pamuk şekerlerin tenime bağışladıkları hissi hatırlatıyordu bana. Geçmişinim her anı güzel geçmemişken bu ufak hatırlatmalarla Berkay, kötü anılarımı dahi güzelleştirecek bir kuvvete sahipti. “İyi de nasıl?” diye sordu Hande. Kafasının epey karıştığı belliydi. “Üvey annesi onu odaya kilitlemişti.” Hande zeki bir çocuktu. Ortaya bir iddia atıldıysa eğer, haliyle, o iddiayı zihninde mantıklı kılmaya çalışıyordu. Kendi açımdan, merak ettiği şeye nasıl bir cevap verebileceğimi bulamazken patates kızartması kovasına uzandım ve Berkay’ın açıklamasını beklemeye başladım. Fazla uzatmamıştı. Dudağının sol tarafını yukarıya doğru kıvırırken her daim davetkâr bulduğum gamzesini irislerime yansıttı. “Benim prensesim olsaydı,” dedi. Patates kızartmasının parmağıma bulaşan tuzunu yaladığım esnada bana bakmıştı. Rezilsin İclal. Berkay ne kadar romantikse sen de bir o kadar tersisin. “Benim prensesim olsaydı, o odayı üvey annenin başına yıkardı.” Çiğnediğim lokmayı zar zor yuttum. Bakışları hâlâ üzerimdeydi. Bakışlarının merkezinde olmayı sevmediğimi söyleyemezdim de… Dikkatinin tüm zerrelerini hissetmek beni telaşa sürüklüyor, kalbimi tekletiyor ve yüksek gerilim hattına çekilmememi sağlıyordu. Ancak bu öyle bir gerilimdi ki daha önce hiç, çarpılmayı arzulamamıştım. Cümlelerine dikkat et Berkay,” diyerek araya girdim. Yarım hamburgerimi sehpaya bırakmıştım. “Kızı şiddete özendiriyorsun.” Amcasının konuşmasını engelleyeceğim ihtimalinin korkusuna kapılan Hande, “Hayır,” demişti çabucak. Sandığımın aksine Berkay’ı dinlemeyi seven yegâne kişi değildim. “Hayır şiddete özenmiyorum.” Benim yaptığım gibi hamburgerini bırakmasının ardından dirseklerini sehpaya, çenesini de yumruk yaptığı ellerine yasladı. “Anlatsana amca, senin prensesin ne yapardı?” Berkay’a bakarken sevimli sevimli tebessüm ediyordu. “Gerçekten kendini kurtarabilir miydi?” Büyük küçük demeden kızları etkileyen Berkay’a göz devirmeden edemedim. Kollarımı göğsümde kavuşturup zaten bende tuttuğu ela bakışlarına karşılık verdim. Bizim aksimize hamburgerini bırakmadan konuşmaya başladı. “Kurtarırdı tabii,” dedi. Lokmalarının arasından konuşması ona ayrı bir çekicilik katıyorken iç çekmeyeyim diye kendimi tutmam gerekiyordu. Aynı anda onlarca çelişkili duyguyu bünyemde taşımama neden olması ruhumda zelzele yaratıyordu resmen. “Odanın camlarını kırardı. Kapıyı açmaya çalışırdı. Hemen kabullenmezdi. Hatta en başta, o odaya bile girmezdi.” “Üvey annesini mi kilitlerdi yoksa?” diye sordu Hande. Sesinde korku dolu bir beğeni vardı. Berkay’ın bahsettiği prenses, aklımda şekillenmişken Hande’nin prensesin kimliğini çözümlemek için uğraştığı belliydi. “Bilmem,” diye muzip bir karşılık verdi Berkay. “Masalımdaki prensesime soralım mı?” “Hiih!” dedi Hande. Çocuksu heyecanını ulu orta dağıtmıştı. Artan ilgisiyle amcasına bakmaya devam etti. “Senin prensesin burada mı amca?” “Burada,” dedi Berkay. Durgun fakat sarsıcı bir ton kullanmıştı. Terlemeye başladığımı fark ettiğim sırada Hande’den bana döndü. “Hande’nin sorusunu cevaplasana İclal.” “Bir düşünelim,” dedim. Hande’nin sırtına hafifçe dokunurken ne denli rahat olduğumu –umutsuz bir çaba ile– kanıtlamaya çalışıyordum. “Ben en başında ayakkabımı düşürmezdim Hande’cim.” Amcası ile sevgi eşliğinde konuşan küçük kız, ben konuşmaya başladığımda memnuniyetsizliğini sergilemekten çekinmedi. “Ama bu masal,” diyerek itiraz etti. “Prensesler, prensleri kurtarmaz. Prensesler kendilerini de kurtaramaz. Prensler kurtarmak zorunda. Masalların sonunu değiştiremeyiz ki.” Uzunca bir sessizlik oldu. Hande bir bana bir Berkay’a bakıyordu. Berkay ve ben ise… Saçma bir temaşanın içindeydik. Dalgınlık, yeni moda olmuş çıkmıştı. Kendi hayatımla Sindirella masalını karşılaştırmaya yelteniyordum hafiften. Ancak dikkatimizi dağıtan bir şey patlak verdi birden. Karaevren konağının garaj kapısının açıldığını duymuştuk. Sabırsız bir çığlık atan Hande, bizi iç dünyamızda bırakırken, “Babam geldi,” diyerek salonu terk etti. Sonrasındaysa Berkay’la yalnız kalmıştım. “Hande’ye hak veriyor musun?” diye sordu. Sessizliğin kırılma noktasını o saniyede aştık. “Vermeli miyim?” dedim tarafsızca. “Masalda yaşamıyorum ki.” “Ama ben bir masalda yaşıyorum İclal.” Yutkunmak için duraksadığında kafasını yere eğmiş, boş hamburger paketiyle oyalanıyordu. “Sonu kanlı bitecek bir masalda hem de…” Yanlışı vardı. Kanlı masal bana ait olan masaldı. Neden kötü kısmı üzerine alındığına anlam verememiştim. “Eğer sen hayatıma girip masalımın sonunu değiştirmeseydin işte o zaman Hande’ye hak vermelisin derdim.” “Bu terslikte bir iş var,” dedim bilhassa yanlış konuşarak. Bazen öyle anlar geliyordu ki sır küpüne dönüşen Berkay’ı, çözmeyi bırakın, netçe göremiyordum bile. “Uzaktan bakınca, senin beni kurtardığın çok açık aslında…” “Eksilerimizi yarıştırmayalım zevcem,” dedi. Burukça tebessüm etti. “Kaybedersin.” Sen ne yaşadın ki Berkay? “Kaç tane eksin var ki?” dedim geri adım atmayacağımı belirterek. “Seni kurtardığım şey ne, Berkay?” o benim hayatımı noktasından virgülüne kadar biliyorken benim onun hayatı hakkında bir soru işaretine dahi sahip çıkamıyor olmam can sıkıcıydı. “Sonunu değiştirdiğim masalın ne?” Cevap alabilir miydim ya da sorularıma gönüllükle cevap verip beni aydınlatır mıydı bilemiyordum. Görünen o ki bir müddet daha bilmemeye devam edecek, cahillik mutluluktur söylemini tesellim yapacaktım. Çünkü tam Berkay’ın konuşacağı vakitte Esma Karaevren hışımla salona girmiş, hazırlanmadığımız için bizi azarlamıştı. İlgilenmiyor, umursamıyor olabilirdim ama bu akşam kardeşim Zehra nişanlanıyormuş. Onun hakkında birçok şeyi unuttuğum gibi, örnek bir abla olarak ben, bu gerçeği de unutmuştum. * Bir Saat Kadar Sonra Esma Karaevren ve maiyeti, özel şoför aracılığı ile gitmeyi tercih etmişti Meran konağına. Ancak Berkay ve ben, onlara katılmamıştık. Özgürlüğünü ilan etmiş kişiler modunda kendi arabamızla gideceğimizi söyleyerek gruptan ayrılmıştık. Konaktan çıkmakta, arabalara binmekte, yola koyulmakta hiçbir sorun yoktu. Akabindeyse… Lanet olsun özgürlüğe! Şimdiki aklım olsa maiyete katılmak konusunda ısrarcı olurdum. Sürüden ayrılmazdım. Kurda kapılmazdım. Evet, doğru tanım belki de buydu. Sürüden ayrılmıştık. Kurt bizi kapmıştı. Kolumu beline doladığım Berkay için için ağlıyorken Meran konağının kapı tokmağını daha hızlı vurdum durdum. O ağlıyorken, titriyorken, korkuyorken, kafasını yerden kaldıramıyorken sarılmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. Şu ana kadar bu da olmaz dediğimiz ne varsa olmuştu. Yine, olmazlarımızdan birini yaşıyorduk. Ya evren zıtlıklardan hoşlanıyordu ya da bizimle alay etmekten hoşnut oluyordu. Emin değildim. Emin olduğum tek şey; Meran konağının kapısı bir an önce açılmazsa bir sonraki durağımızın yoğun bakım olacağıydı. Zira Berkay hiç de umut verici bir halde değildi. Ağlamasından ötürü kızarmış yüzünün evhamına kapılmayarak kapıya vurmaya, ona sıkıca sarılmaya devam ettim. Bir müddet sonra –damdan düşercesine– kapıyı açan Dilan halam, karşımızda beliriverdi. Önce bana baktı. Ardından Berkay’ın durumu karşısında ağıt yaktı. “İclal!” çığlığı, konak ile birlikte tüm mahalleyi de inletmişti. “Ne oldu kızım size?” Berkay’ın açılan kapıdan içeri geçmesine yardımcı olduğum zaman diliminde konuşmadım. Kapı, arkamızdan kapanıp da mahalleyi dışarıda bıraktığı anda yaşamıştım öfke patlamamı. Sorumlu olup olmadığını umursamadan halam bağırdım. Ve bir sakin kalamayan nişan merasimi daha, böylece, başlıyordu. “Allah aşkına hala, Mardin’de ördek kovalayan palyaçonun ne işi var?” BÖLÜM SONU |
0% |