Yeni Üyelik
35.
Bölüm

34. SANA DEĞER

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Sevinmeli mi yoksa üzülmeli miydim bilmiyordum ancak Meran ailesi, soyadımı değiştirdiğim anda konaktaki izlerimi silip beni unutmakta gecikmemişti.

Ördek kovalayan palyaço travmasını bünyesinden atabilsin diye Berkay’ı odama götürmek istediğimi söylediğimde Dilan halam artık bir odamın olmadığını belirtmiş, eskiden kullandığım dört duvarın yeni kilerleri olduğunu özellikle dile getirmişti.

Bu konakta hatıramın kalmadığını öğrenmek büyük bir hissizlikti benim için. Fakat hissizliğimin derin dehlizlerine dalamazdım. En azından, Berkay hâlâ ağlamanın etkisinden çıkamamışken değil.

Alternatif çözüm niyetine Fatih’in odasına çıkmıştık. Ben kardeşimin tek kişilik yatağına oturmuş, sırtımı yatak başlığına yaslamışken Berkay ise bir kedi misali dizlerimin üzerine kıvrılmıştı. Arada bir kıpırdanıyor, burnunu –hafifçe– eteğimin kumaşına sürtüyor ve kızarmış yüzüyle minik tebessümler ediyordu.

Sessizlik içinde, parmaklarım onun saç diplerini arşınlıyorken aheste aheste… Yirmi dakika kadar bir sürenin geçtiğini varsayıyordum.

Biz yukarıdayken aşağıda her şey yolundaydı. Büyük ihtimalle gereksiz dertlerden yakınıyor, bir zamanlar kan düşmanı olan iki aile sakin sakin sohbet ediyordu. Dilan halam kahve servisine kadar Fatih’in odasında kalmamıza müsaade buyurmuştu. Sonrasında Zehra ve Baran’ın nişan merasimine katılmak mecburiyetindeydik.

Mecburiyetlere yakalanmadan önce, rahatımız bölünmeden, tırnağımın ucunu –iki yumuşak dokunuşla– Berkay’ın kum kahvesi saçlarının arasına vurdum. “Daha iyi misin?”

Kontrol amaçlı kullandığım ifade, dikkatini birazcık geç çekmişti. Dalmak üzere olduğu uykudan silkinerek arındı. Mayışmaya meyilli kirpiklerini seri aralıklarla kırpıştırdı. “Senden ayrılmamak için bu soruya nasıl bir cevap vermem gerekiyor zevcem?” dedi boğuk sesiyle. Belime doladığı kollarının tutuşunu da sıkılaştırmayı ihmal etmemişti.

Sırtıma ek olarak başımı da yatak başlığına yaslarken sabır çektim. İstisnasız, her konudaki ciddiyeti parçalama kapasitesine sahip biri ile evliliğe evet demiştim ben.

“Oyun oynamıyoruz burada Berkay.” Parmaklarımı geçirdiğim saçlarını nazikçe (!) çekiştirdim. “Soruma cevap ver.”

“Kötüyüm.” Kafasını kaldırıp hüzün yüklü gözlerine demir atmış yaşları görmemi sağladı. “O kadar kötüyüm ki elini saçlarımdan çektiğin anda hayatla vedalaşabilirim.” Ardından tek elini belimde bırakıp tek eliyle de bacaklarıma sarıldı.

“Elini saçlarımdan çekme İclal.” Kifayetsiz kelimelerle yalvarıyordu adeta. “Daha yeni ilan-ı aşk ettiğin kocanın ölmesini istemezsin değil mi?”

“İstemem,” dedim mırıldanarak.

Bazen diyordum ki kendime; buzul olsaydın İclal, keşke. Katılıkla durabilir, sürdürürdün ömrünü mutlak güçle. Ancak hemen devamında da fark ediyordum ki buzul olsaydım bile dayanamazdım ki onun konuşmasına, ifadesine, mimiklerine ve taleplerine… Erirdim. Suya karışır, yiterdim günden güne.

“Berkay?” rengi gibi, kumu anımsatmakta birebir olumlu sonuçlar çıkaran saçlarının büyüsüne kapılmış, onun nefes alışverişlerini dinlediğim esnada –aniden– söylemiştim adını.

Yanağını bacağıma bastırdığını hissettim. “Hımm?”

Uyuşmuşçasına bir haldeydi. Ela gözleri yeniden kapanmıştı. Sırnaşık kediliğinden ödün vermiyordu hâlâ. Ve koşullar değiştikçe kalbimde açtığı çukuru daha fazla kazıp daha fazla yerleşiyordu kalbimin içine.

Başıma ne tür çoraplar örerse örsün, kalbimdeki manevi varlığından ve bacaklarımdaki maddi ağırlığından asla bıkmayacaktım. Peki, kalbinin dile getirdiklerini dilin dile getirmesin ki, beyefendiyi şımartmayalım.

“Bana söylediğin şeyi hatırlıyor musun?” diye sordum.

“Sana birçok şey söylemekle kalmadım, sana birçok şey söylüyorum İclal. Hangisini kast ediyorsun?”

Kast ettiğim gerçeği çok iyi kavradığından emindim. Uzatmalara oynamayı hedeflemişti barizce. Ben ise, dokunuşlarımı daima kaşıdığı ensesine doğru kaydırırken kendisine, kendisinin nabzına göre şerbet ikram ederek sorusunu spesifikleştirdim. “Fobilerinle ilgili olanı hani…”

Saklanmayı umarak kafasını çevirdi. Alnını eteğimin kumaşında dinlendirirken yüzünü gizlemişti. “Fobilerimle bir daha uğraşmak zorunda kalmayacağını mı söylemiştim yoksa?”

Konuştuğunda bana değen dudaklarının iğne benzeri batışını tüm hücrelerimde yaşamamıştım adeta.

“Onun gibi bir şeydi,” dedim. Sıklaşan soluklarımı dizginlemek ümidiyle ciğerlerime yüklenmeyi seçtim. Ona bilinçle temas etmem başkaydı. Bilinçsizce bana temas edip bilincimi yontmasıysa başka…

“Bence insanlar, söyledikleri şeyleri yerine getirmelilerdir.”

“Getirecektim,” dedi birazcık doğrularak. “Getirecektim İclal.” Korkuya endekslenmiş ruhunun alevi yatışmak üzereydi. Gözpınarlarındaki yaşlar kurumaya yeltenirken yüzü, derecesi düşürülmüş ısıtıcı misali kızarıklığının altını kısmıştı.

“Ama…” elimi çekmemem için yeniden uzandı bacaklarıma. “Kahretsin…” devam etmeden önce kendini kastığını fark ettim. “Mardin’deyiz kızım! Burada, töre uğruna su içer gibi kurşun sıkılıyorken ördek kovalayan palyaço göreceğimi nasıl tahmin edebilirdim ki?”

“Pekâlâ,” dedim duygu yüklü sesinin beni benden almasına izin vererek. “Bunu bir istisna sayabiliriz o zaman.”

Ellimin dokunuşunu yavaşça kaydırıp ensesini geçtim. Parmaklarım, gömleğinin yakasından içeri sızmıştı ve onun cildine hâkim olan sıcaklığı böylesine net bir şekilde duyumsamanın beni sürüklediği mest olmuşlukla iç geçirdim.

“Aslında,” dedi ve durdu. Sırtında dolaşan tırnaklarımın mevcudiyetine kapıldığını anlamak güç değildi. Yattığı yerden rahatsızlıkla kıpırdandı. Bacağımı sıktı. Lakin konudan katiyen kopmadı. “İstisnaların tekrar etmek gibi bir huyu olduğunu biliyor muydun İclal?”

“Berkay!” adındaki harflere işkence ederek çıkışmıştım bir nevi.

Birden parlayan öfkem, onu güldürdü. Alçak gülüşünün tınısı, Fatih’in odasında eşsiz bir senfoni gibi çınlamıştı. “Tamam,” dedi. Ağzına hayali fermuar çekti. “Sustum.”

Sonrasında gerçekten de susmuştu.

Uzman olsaydım eğer; Berkay’ın varlığının bana naklettiği sayısız yeşillikteki her bir hisse isim bulur, duygu literatürünü onun fırtınasıyla zenginleştirirdim. Ama uzman değildim. Tanım yapamazdım. Yani susmasını tembihlediysem bu, konuşmasını arzuladığım anlamına gelirdi.

Arzularımı bir bir ona anlatmak üzere yeniden saçlarına döndürdüm elimi. “Susmaya devam mı edeceksin sahiden?”

Omuzlarını silkti. “Ne yapayım zevcem?” ılık nefesi, eteğimin kumaşı tarafından kaplanmış bacağımı –munisçe– kavuruyordu.

“Konuştuğumda sinirleniyorsun.”

“Öyleyse beni sinirlendirmeyecek bir şeyler anlatmayı dene şehirli damat.”

Önceden etliye sütlüye karışmadan hayatını sürdürmek isteyen ben, ah, şimdi tuhaflığın kitabını yazabilecek birisi ile uğraşmak için çabaladığıma inanamıyordum. Aşk, sen nelere kadirmişsin…

“Ne gibi?” diye sordu. İşaret parmağını bacağımın kenarına vururken hafifçe tempo tutuyordu. “Sindirella masalını tekrar dinlemek ister misin?” eğlenen ifadesine bakılırsa ördek kovalayan palyaço korkusundan –bütünüyle– eser kalmamıştı. Neyse ki bir fobi krizini daha atlatmış bulunuyorduk.

“Hayır,” dedim aceleyle. Dinlediğim her şeyi hayal etmek gibi kötü bir özelliğim vardı. Sindirella’yı hayal etmek ise bende tamamen toksik kalan taraftı. “O kıza katlanamıyorum.”

“Ben de,” diyen Berkay dertli dertli onaylamıştı isyanımı. “Bir an anlatmamı isteyeceksin sanıp çok korktum.”

Olamaz.

“Yapma!” alyansımı – canını acıtmamaya dikkat ederek– başına çarptım. “Bir de masal kahramanlarından korkmanla uğraşmayalım.”

Uğraşsan şikâyetçi olur muydun ki İclal?

“Biz hiç anlaşamayacak mıyız?” dizimin üzerinden aniden kalktı. “Benimle uğraşmak istemiyorsan açık açık söylemeni söylemiştim değil mi? Pembe oyuncak ayım depoda bekliyor hâlâ.”

Elim, saçlarının arasından düşerken bunu umursamadı ve tıpkı benim gibi yatak başlığına yaslandı. Fatih’in yatağının ufaklığı, serbestçe oturmamıza olanak tanımıyordu. Zira omzu, omzuma bütünleşmişçesine yapışmıştı.

“İngiliz kızla yarışmayı yeni bitirmişken,” dedim hiddetle. “Bu kez de pembe oyunca ayınla yarışamam Berkay.”

“Sen kimseyle yarışmıyorsun ki İclal.” Sol ayağının ucunu sol ayağımın ucuna vurarak takıldı bana. “Birileriyle yarıştırmam seni.” Başını çevirip gözlerimi görebileceği bir konumda benden uzaklaştı. Dudaklarının kenarı yukarı kıvrılmışken ruhunu toparlamıştı artık. “Çünkü sen, o yarışı çoktan kazandın.”

Avucumu yüzüne kapatıp bana yaklaşmasını engelledim. “Şirinlik yapma Berkay. Sinirli kalmak istiyorum.”

Şirin gülümsemesi, itirazımla birlikte, iyice yer edinmişti dudaklarının köşesinde. “Pekâlâ, sana yardımcı olayım.” Tek kaşını kaldırdı. “Sinirli kalmanı sağlayacak şeyi söyle bana.”

Şu an öylesine bir haldeydi ki istediğim her şeyi yerine getireceğinden şüphem yoktu. İşaret parmağıma çeneme vurup düşünüyormuş gibi yaptım. Oysa istediğim şey cevaptı, sorusu bende hazırdı. Onun aleyhine, benimse lehime…

“Hamburger yerken sana sorduğum soruları cevapla,” dedim meydan okurcasına.

Meydan okumamı reddetti. “İclal.” Adımın son iki harfini uzatarak bıkkınlığını belirtirken –küçük bir çocuk gibi– Fatih’in yatağından aşağı kaymıştı.

“Çok fazla soru soruyorsun. Cevap anahtarı olsaydım, karşında çaresiz kalırdım be zevcem.”

Yüz üstü yatağa uzandım. Eteğimin açılmamasına dikkat ederek bacaklarımı –havada– çaprazlamıştım. Çenemi sol elime yasladım. Yatağın kenarından –aşağı– eğilip Berkay’a baktım. “Beni suçlayamazsın şehirli damat. Sadece… Yaşadığın şeyleri merak ediyorum.”

Benimki gün gibi ortadayken senin kayıp parçalı yap-bozunu çözmek istiyorum.

Ellerini başının altına yastık yapıp yerdeki halıya bütünüyle yayılmıştı. “Merak etme. Çünkü ben, onların hepsini geride bıraktım. Seninle birlikte yeni bir hayat yaşamak istiyorum İclal Karaevren,” dedi. Yutkunmak için ara verdiğinde ben, sesine yakışan ismime; ismimin yanına yakışan soy ismine vurulmuştu.

“Geçmişimi unutmak istiyorum.”

“Merak etmeye devam mı edeceğim yani?” diye sordum sıkılmışlıkla.

Sıkılışıma dayanamadı. “Tamam,” dedi. Beni heyecanlandırmıştı. “Tek bir cümle ile geçmişimi özetleyeceğim ve sen de daha fazla sormayacaksın anlaştık mı?”

Azıcık olması hiç olmamasından iyidir diyerek kafamı salladım. Berkay ise o tek cümlesi ile daha fazla soru işareti yazdırmıştı kafamdaki gürültülü kreşe.

“Bana kumar oynamayı öğreten mafyaları dolandırdım.”

Elimi çenemden çekip belimi dikleştirdim. “Kimsin sen?”

Yattığı halıdan kalkıp dudaklarını dudaklarıma bastırmadan önce, “Birisiyim,” dedi. “Sana açık birisi…”

Ardından Dilan halamı duyduk. Kahve pişirilecekmiş. Aşağı inip merasimcilere karışmamız gerekiyormuş. Bu kadar dinlence yetermiş.

*

Şahsen görmediğiniz ya da duymadığınız şeylere inanmayın derlerdi ya hani… Ben, şahsen duymuş olmama rağmen şahsen duymuş olduğum bir şeye katiyen inanmıyordum.

Berkay dolandırıcı olduğunu, birilerini dolandırdığını abartısızca söylemiş olabilirdi. Ancak ona inanmıyordum. Daha doğrusu ona inanamıyordum.

O, benim için dünyanın en iyi insanıydı. En saf yürekli insanı… Dolandırıcı sıfatı, onda epey eğreti duruyordu. Yakışmıyordu hiç. Yani demek istediğim; bir yılanın sizi sokmasını, zehirlemesini beklerdiniz değil mi? Bu hikâyede Berkay, uğur böceğiydi. Ne sokabilir ne de zehirleyebilirdi. Yalnızca parmağa konar, size şans getirirdi. Evet, uğur böceği…

“Abla,” diye bağıran Zehra’nın ses şiddetiyle irkilerek kendime geldim. Daldığım düşüncelerden alelacele sıyrılarak dönmüştüm gerçek dünyaya.

“Dikkat etsene abla, taşacak.”

Kazandaki kahve taşmasın diye –aceleci hareketlerle– ocağın altını kısıp, kahveyi kepçeyle karıştırmaya koyuldum. Aslında bu, Hüma’nın işiydi. Hüma’nın meşgul olduğu vakitlerde ise Zeliha’nın üstesinden gelmesi gerektiği bir işin başındaydım. Çünkü Hüma istifa edeli çok oluyordu. Zeliha ise İtalyan damat adayıyla görüşmesini yasakladığım için kendisini odasına kilitleyip bir güzel depresyona girmişti.

Mutfak masasında, Dilan halamın karşısındaki sandalyede oturan Zehra’ya kızgınlıkla baktım. “Senin yapman gereken kahvenin başında neden ben duruyordum Zehra?”

Kızgın bakışlarımı görmeyen –görse dahi önemsemeyeceğini bildiğim– kız kardeşim manidar bir eda ile, “Makyajım tazeleniyor farkındaysan,” dedi.

O anda Zehra’yı haklı çıkaran Dilan halam, yeşil bir göz kalemini almıştı eline. “Yukarı bak kuzum.”

Derin nefesler eşliğinde, kazanın üzerinde biriken köpükleri –hafif hafif– kepçeye alıp; kepçedeki köpüğü tezgâha sıralanmış fincanlara aktarmaya başladım.

“Beni yargılamaya hakkın yok, biliyorsun değil mi abla? Sen de kendi kahveni Hüma’ya yaptırmıştın.”

Bu söylem, Zehra’yı haklı kılamıyordu maalesef. Zira benim iki adet geçerli sebebim vardı. Birincisi, kahve yapmanın aşamalarını aklımda tutamıyordum. İkincisi ise…

“İkisi aynı şey değil,” diyerek karşı çıktım.

Dilan halam ve Zehra aynı anda, “Aynı şey,” derken ise karşı çıkışımı idam etmişlerdi.

“Ben…” tereddütle duraksadım. Dişlerimi zar zor sıkıp sebebimi bir çırpıda, laf arasında söyleyiverdim. “Ben o zamanlar Berkay’ı sevmiyordum tamam mı? Ama sen Baran’ı seviyorsun. Sevdiğin insanın kahvesini de bana yaptırıyorsun. Nasıl aşk bu yahu?”

“O zamanlar mı?” diye sordu Zehra, iki göz kalemi arasından. “Ne yani, artık Berkay eniştemi seviyor musun ki?”

Dilan halam kendini tutmaya çalışarak kıkırdıyorken tırnaklarımı avucuma saplamıştım. Fark edilmemesini umarak çabucak söylediğim şeyi –kardeşim– kılçık misali seçip çekmişti sözlerimden. Gerçi tabii… Zehra, halamın öğrencisiydi. Halam ise dedikodu ahalisinin başını çeken kişi…

“Cidden takıldığın şey bu mu?” dedim konuyu kapatma amacı ile.

“Tabii ki takıldığı şey bu ve tabii ki buna takılacak kızım,” dedi halamsa. En sevdiği yeğeni için konuşmamıza müdahale etmiş, ruj sürmeyi bile bırakmıştı. “Magazin mantığı derler buna. Güle gülistana değil böceğe dikene takılırsın.”

“Daha önce hiç böylesine saçma bir mantık duymamıştım.” Bir yandan kızıyor bir yandan da kazandaki köpüğün son demlerini –loş mutfak ışığı altında– fincanlara bırakmayı tamamlıyordum.

“Duymazsın tabii abla. Magazinci misin sen?”

Burnumu delice kaşırken sakin kalmayı denedim. “Yemin ederim gına geldi.”

“Gına geldiyse kocanla seni palyaçonun yanına gönderebiliriz gelin hanım,” dedi Dilan halam kinayeyle.

Alt dudağımı ağzımın içine doğru büktüm. Berkay’ın zayıflığı ile dalga geçmesi, mutfağı yıkmamdan önceki son evreydi galiba. “Komik değilsin hala,” dedim bastırarak. Sonrasında aklıma gelen şey ile kepçeyi tehditkârca sallamış, onlara dönmüştüm.

“Bak, Berkay’ın yanında bu konunun lafını sakın açmayın.”

Ellerini iç içe geçiren Zehra, hülyalı hülyalı kirpiklerini kırpıştırmıştı. “Kocasını koruyor ya…” parmağının tersiyle hayali gözyaşlarını sildi. “Çok tatlı değil mi hala?”

“Kes sesini Zehra!” Ayakkabımın topuğunu yere vurup onlara bakmayı bıraktım. Çünkü onlara baktıkça içimdeki öfke ateşi körükleniyordu. Berkay ile dalga geçtikleri gerçeği, sinirlerimi testereyle kesiyordu.

Tüm kızgınlığımla köpük alma işlemini sonlandırıp –yine kepçe yardımıyla– kazandaki kahveyi teker teker fincanlara dökmeye giriştim. “Hem…” konuyu güvenli bir yere çekmek adına devam ettim konuşmama. “Allah aşkına bizim mahalleye neden palyaço gelmiş ki?”

Dilan halam, Zehra’nın makyajına son dokunuşlar yapıyorken yanıtladı. “Ayşen teyzenlerin küçük kızının doğum günüymüş. Palyaço çağırmışlar. Palyaço da çocukları güldürsün diye ördek getirmiş. Ne var bunda?”

Ayşen teyzemi akrabalıktan çıkartacağımı aklımın bir köşesine not edip, kahve koymayı titizlikle sürdürdüm. “Ne çeşit çocukları var Ayşen teyzenin? Ördek kovalayan palyaçoya gülüyorlar mıymış gerçekten?”

“Gülüyorlar tabii abla.” Asla sıkılmayan Zehra, ufak el aynasından yüzünü kontrol ederken araya karışmıştı. “Ördek kovalayan palyaço görünce gülmek normaldir. Anormal olansa seninkinin ağlaması…”

Ve bilmiyorsun ki ben o anormal için senin kalbini bin kez kırabilirim Zehra.

“Çok konuştun sen Zehra,” dedim kararlılıkla. Aynı vakitte kirli kepçeyi lavaboya atmıştım. “Al götür şu kahveleri.”

Oturduğu sandalyeden kalkan kardeşim, nişan elbisesinin eteklerini üstünkörü biçimde düzeltip, kahveleri sıraladığım siniyi tek hamlede kucakladı. Mutfaktan çıkacağı esnada, “Durun,” diye bağıran Dilan halam yüzünden –az kalsın– uğraşıp didinerek pişirdiğim kahveleri döküyordu.

“Ne oldu yine hala ya?” dedi bezgince.

Başörtüsünü düzelten Dilan halam, tehlikeli bir gülümseme takınmıştı. “Tuzu getir Zehra,” diyerek fısıldadı.

Kız kardeşimin gereksiz bir heyecanla siniyi tezgâha bırakmasını, karıştırdığı tahta dolaplarda tuzu arama telaşını seyrettim. Eh, mutfağa sık giren bir insan değildi ki tuzun yerini bilsin.

Kollarımı göğsümde kavuşturup Dilan halamın karşısına geçtim. “Geline el açtırmazsın, makas kestirmezsin, testi kırdırırsın, kahveye tuz attırırsın…” saydıkça uzuyordu liste. Bu yüzden kısa kesmiştim.

“Nesin sen hala? Mardin’in gelenek bekçisi mi?”

“Gelenek, geçmiş demektir İclal Hanım. Geçmişini tanımayanın geleceği olmaz. Bırak şu uyumsuz tavırları.”

Konuşmadım. Cevap vermedim. Zira Zehra tuzu bulmuştu. Halam ile aralarında uzun sayılacak bir bakışma geçtikten sonra, sinideki fincanlardan ikisine tuz attı.

İkisine mi?

“Bir dakika,” dedim şüpheyle kaşlarımı çatarak. “Ne- neden iki fincana tuz attın Zehra?”

Masum masum dudağını sarkıttı. “Berkay eniştem tuzlu kahvesini yanlışlıkla içememişti ya. Halamla diyoruz ki onu telafi edelim.”

“Hayır.” Berkay’ın tuzlu kahve içerken çekeceği acı, sinirlerimi iyice zıvanadan çıkartırken bağırarak ekledim. “Siz hiçbir şey demeyin tamam mı? Hayır.”

Sinideki tuzlu fincanlardan birini alıp, kahvesini lavaboya döktüm. “Bunu Berkay’a yapmayacaksınız.”

Hışımla mutfaktan çıkacaktım ki, Zehra’nın arkamdan mırıldandığını duydum. “Görüyor musun hala?” dedi yine bir alayla. “Kocasına kıyamıyor. Nasıl da şekerler…”

Ayakkabımı çıkartıp Zehra’ya fırlattım.

“Ahh!” diyerek inledi. Tabii ayakkabımın topuğunun çarpışından etkilenmemişti. “Elbisemi bozdun abla,” dedi. “Elbisemi kırıştırdı hala ya.”

*

Düşmanına güvenmeyin. Dostunuza güvenmeyin. En yakınınıza güvenmeyin derim. Akrabanıza ise hiç güvenmeyin.

Zehra’ya güvenmiyordum. Öyle ya da böyle kırıştırdığım elbisesinin intikamını alacağını biliyordum. İntikamının hırsını Berkay’dan çıkartacaktı. Nitekim sini ile çalışma odasına girdiğinde gözlerinde görmüştüm bunu. Herkese kahvesini ikram etmişti. Berkay ile bana sıra geldiğindeyse ayrıca gülümsemişti. Bu demek oluyordu ki; mutfaktan çıktığım dakikada yeni bir tuzlu kahve hazırlamışlardı.

Onlar, Berkay’a kıymayı göze almışlardı. Ben Berkay’a kıyamayacaktım.

Erhan Karaevren’in ‘Allah’ın emri Peygamber’in kavli ile’ sözleri başlarken, Berkay kahvesini içecekti.

Fincanı elinden çekmiştim. İçme demeye fırsatım olmamıştı. Tuzlu kahveyi bir yere dökme fırsatım da olmamıştı. Yapabildiğim tek şey, fincanı şehirli damadımın elinden alır almaz, kahveyi bir dikişte içip bitirmek olmuştu.

Akabinde, ardı arkası kesilmeyen öksürüklere tutulmuştum. Tuz boğazımı yakıyorken, ölümden önceki son vakitlerimi yaşamıştım sanki. Kaç defa sırtıma vurduklarını ya da beni kaç defa su içmeye teşvik ettiklerini bilmiyordum. Bildiğim tek şey; bana bakan Berkay’ın endişeyle kavrulan göz renginin çekiciliğiydi.

Merasim bitip de arabalara bindiğimizde; eve dönüş yolunda bana defalarca sormuştu. “Zevcem,” demişti ahenkle. “Neden içtin kahveyi? Tuzlu olduğunu bile bile neden içti? Kahveyi neden içtin ki? Neden elimden aldın?”

Nedeni açık değil miydi? Bu yaptığım, Berkay’a değerdi.

BÖLÜM SONU

Loading...
0%