Yeni Üyelik
36.
Bölüm

35. MADDE BİR

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

İnsanlar genellikle iyi özelliklerini duyurmayı, kendilerini övmeyi severdi. Ben –bu noktada– diğer her konuda olduğu gibi bir kez daha genelden ayrılıyordum. Çünkü iyi özelliklerimi duyurmuyor, kendimi övmüyordum. Belki de reklam panosu misali boynuma asıp gezebileceğim artılardan yoksun olduğum içindi.

Öyle ya da böyle, hayatımdaki en belirgin iyi özelliğim bir Karaevren’e koşulsuzca sahip olmakken yeniden geliştiriyordum kötü kısımlarımı.

Tembellik.

Sonuna kadar tembel bir insandım ben. İşleri çabuk yapmakta usta değildim bir kere. İsyan etmemeyi pek bilmezdim. Horozlarla uyanmaz, günü erkenden yakalama telaşına girmezdim.

Ancak bu sabah, tatlı bir telaşla uyanmıştım. Beynimin değil kalbimin yaptığı telaşın tatlılığından bahsediyorum. Zaten Berkay’ın dudakları, yüzümün her bir zerresinde usul usul kayıyorken… Aslında telaş kelimesi, yaşadıklarımı anlatmakta oldukça yetersizdi.

Eski odamda, tek kişilik yatağımda tek başıma yatarken hiç fark etmemiştim. Uyandığınızda, sevdiğiniz adamın ağırlığını yatağın bir tarafında hissetmekten daha iyisi Şam’da kayısıymış.

Berkay’ın, dudaklarını yüzümden çekmesinden korkarak aralamıştım gözlerimi güne. Gün diye onu gördüm tabii. Gördüğüm yerde bin parçaya bölündüm. Ela gözlerinin derinliklerinde heyecanla oynaşan parıltıları bana yansıtmaktan çekinmiyordu. Eşsiz bir halde gülümsüyor, kıymetli bir tarihi eser yerine koyuyormuşçasına bakıyordu bana.

Temeli sağlam bir nefes aldım. Onun üzerine yapışmış oksijen kümelerini misafir ettim ciğerlerimde. Baş döndürücü parfüm kokusunun içime işlemesini, silinmemesini dilerdim ömrümce.

“Günaydın Hermosa’m,” diye fısıldadı. Fısıltısı, kulaklarımdaki aşkvari yankıları ayaklandırdı.

Günaydın demişti değil mi bana? Günaydın. Ah, ondan önceki günlerimin esasında aymadığını, hep bir gölge himayesinde kaldığını yeni yeni idrak ediyordum.

“Günaydın şehirli damat,” dedim bakışlarımı, günışığının kavurduğu yüzünden ve kum kahvesi saçlarından çekemeyerek.

Yattığı yerden doğruldu. Kollarını, yastığımın iki kenarına yerleştirirken üzerime doğru eğilmişti. Kuruyan boğazım, işletim sistemimi etkisiz bırakması için zihnime baskı yapmaya başlasa bile titreyen ellerimi havaya kaldırdım. Berkay’ın davetkâr boynuna sarıldıktan sonra onu biraz fazlaca kendime çekip, gördüğüm ilk andan beri yapmak istediğim şeyi yaptım. Güldüğü için belirginleşen gamzesine burnumu bastırmıştım.

Hareketimle birlikte kasıldı. Bedenini yukarıda tutup üstüme ağırlığını vermemesini sağlayan kollarının kökü sarsıldı sanki. Gülümsemesini ayırması –asla– teninden… Ne denli rahat hissetmediğinin farkındaydım. Lakin hâlâ gülümsüyor olması, gamzesinden kopabilmeme olanak tanımamıştı.

“Çok pişmanım,” dedi. Hakikaten pişmandı sesi.

İstemeyerek ondan uzaklaştım. “Ne için çok pişmansın?”

Yaklaştı. Yaklaştı. Dudakları, dudaklarıma sürtünüyorken konuşmuştu ki telaffuz ettiği kelimelerin hepsi, damarlarımı doldurup kan akışımı zalimce taşırdı.

“Daha önce Mardin’e gelmediğim için.” Yanağını yanağıma yasladı. “Seninle uyanma fırsatına daha erken erişemediğim için.”

Bırakın kelebeklerin uçuşmasını –şimdiki saniyede– karnımda yıldız çiçekleri geçidi patlak vermişti bir nevi. Tamamı aynı anda açtı. Bana, dört mevsimi birden yaşattı. Coşkuları, benliğime yayıldı.

Bir deniz kentiydim belki. Berkay, tüm limanlarımı ona karşı beslediğim uçsuz bucaksız aşkla kuşatmıştı. Donanmamın anahtarını avucuna teslim etmek üzereydim. Yanağını sıkıca tutup, başparmağımla elmacıkkemiklerinin çehresini sevdim.

“Yapma Berkay.”

Bakışlarını kaçırıp başını azıcık –öne– eğmişti. “Neyi yapmayayım?”

Uzun süre ayrı yönlere bakmamıza izin veremedim. Bakışlarını –yeniden– irislerimde sahiplendim. Berkay benim için aşk olmuştu bir nevi. Aşkı, suçluların efendisiydi. “Böyle konuşma,” derken suçu, suçludan alıp aşkın bendeki egemenliğine attım. “Bir gün kalp krizi geçireceğim o olacak.”

Tek kaşını kaldırdı. Halinden hoşnut bir sokak serserisine dönüşüvermişti. “Kalbinin üzerindeki etkimi bilmek güzel,” dedi ağdalı söyleyişiyle. Kararlılık, beyefendinin destekçisi sıfatına yükseliyorken sağ elini yastığımın altına sokup dudaklarımı öpmek üzere ban doğru eğildi. Eğildi. Ama sonra duraksamıştı. Yastığımın altında dolaşan parmakları tekledi.

“İclal?”

“Hım?” dedim kızgınca. Beni öpmesinin düşüyle istila edilmişken şimdi duraksaması, sinirlerimi geriyordu. Şeytan diyordu ki bazen; ona fırsat tanıma. Öpmüyorsa sen öpsene kızım. Kocan değil mi sonuçta? İşte ben, şeytanı dinleyen birisi değildim. Bu yüzden duraksamasına ayak uydurdum ve gerekçesini bekledim.

“Yastığının altında bir şey var,” dedi. Yastığımın altındaki o bir şeyi alıp üzerimden kalkmış, oturur pozisyonda doğrulmuştu.

“Silah?” diye sorduğunda hayreti atlıkarıncaydı adeta. Etrafımızda dönüp duruyordu. “Silahla mı uyuyorsun kızım sen?”

Romantizm, çiçekti. Topraktan çıkmış, yeşermiş, solmuştu. Bitti. Artık gerçek Berkay ve İclal olma zamanımızın geldiğinin bilincine vararak –bezginlikle– ben de doğrulmuştum yattığım yerden.

“Tabii ki silahla uyuyorum Berkay.” Silahımı onun elinden alıp başucumdaki komodinin çekmecesine koydum. “Ne olur ne olmaz. Dünyanın bin bir türlü hali var.”

Tavrıma hak vermemişti. Zaten dağılmış olan saçlarını karıştırarak dağıtırken yüzünü buruşturdu. “Kapıda korumaların beklediğinin farkındasın değil mi?”

Ortadaki bariz gerçeği anlamamı talep ettiğinin bilincindeydim. Ancak o da, açısını değiştirip hayatı bir de benim penceremden değerlendirmeyi öğrenmeliydi. Onun pencere perdesi renkli ise benimkiler, karasını kömürden emiyordu çünkü.

“Farkındayım,” dedim. Çıplak ayaklarımı tüylü halıya çarparak yataktan kalkmıştım. “Kimler için silahla uyuyorum biliyor musun Berkay?”

“Kimler için?”

Evreni yeni keşfeden meraklı çocuklar gibi beni takip etmesinin mutluluğunu çıkartıyorken yatağın karşısına geçip –yumruk yaptığım– ellerimi belime yerleştirdim. “Korumaları geçip konağa girmeyi başaranlar için.”

“Fantastik film izlemeyi acilen bırakman gerekiyor,” dedi kamu spotunu andırırcasına.

Durumun zıtlığını anlasın diye sormuştum ben de. “Fantastik film mi?”

“Evet.”

“Fantastik mi dedin sen?”

“Evet.”

“Film, öyle mi?”

“Evet.”

Ellerimi belimden indirdim. Saçlarımı savurarak arkama dönmüştüm. “Fantastik de neymiş, ben daha önce hiç film izlemedim ki Berkay.”

Adımlarımı duraksatmadan odadaki ebeveyn banyosuna ilerlediğim esnada peşime takıldı. Beni, banyo kapısının eşiğinde yakalamıştı. “Şaka yapıyorsun?”

Kapıya tutunup yakışıklı ifadesini derin derin izledim. “Yapmıyorum.”

Kabullenemeyerek sürdürdü. “Nasıl ya?”

Gözlerimi devirip avucumu göğsüne bastırarak bedenini geriye ittirdim. Banyo kapısını yüzüne kapattığımda ise hâlâ –kendi kendine– konuşuyordu. “Nasıl daha önce hiç film izlememiş olabilirsin İclal?”

Onun gibi birinin benim gibi birine âşık olması esas imkânsızken; film izlememiş olmamın imkânına inanmaması, kum kahvesi saçlarına, yanık ela gözlerine, karakterine ve duygularına duyduğum tutkuyu güçlendirmekten öteye geçemiyordu.

Ne diyebilirdim ki? Buna, İclal Karaevren tarzında, şehirli bir damada vurgun olmak deniyordu.

*

Güne henüz geçememiştik.

Duştan çıkar çıkmaz, makyaj aynasının bitişiğindeki pufa oturmuştum. Üzerimde yeni aldığım kiraz-çilek desenli elbise vardı. Hafif topuklu sandaletler giymişken bir tanecik hediyen olan silah figürlü halhalımı takmayı da ihmal etmemiştim.

Boynumu ise düğünde takılan altın kolyeler süslüyordu. Kolyeleri takmamın tek sebebi; Esma Hanım’ın suyuna gitmeye çalışmamdan kaynaklanıyordu. Ne olursa olsun… Efendi, hanım hanımcık bir Karaevren gelini olabilmek için çaba harcadığım hakikati, yalanlanamazdı.

Yaklaşık iki dakika önce prize taktığım elektrikli saç fırçasını saçlarımın arasından geçirerek; belli belirsiz dalgaları konuk eden saç tutamlarımı düzleştirmeye başlamıştım. Aynı esnada Berkay ise gömleğine kravat takmayı bitirmişti. Tamamen siyahlar içindeki takımından ötürü, benden daha fazla mafyaydı bu sabah.

“Ne yapacaksın bugün?” diye sordu.

Yan tarafıma aldığım saçlarımın açısını değiştirip düzeltme işlemine öyle devam ederken, “Ders çalışacağım,” dedim masum masum.

Ben ve masum bir eylem…

Dişlerini göstere göstere sırıtan Berkay, pufa yaklaştı. “Çalışkan karım benim.” İltifatını, başımın tepesini öperek güçlendirmişti. Ardından hafifçe omzuma dokundu. “Kay bakalım kenara.”

İtaatkâr bir kukla misali dediğini yaptım. Kenara kaydım. Yavaşça pufa, hemen yanıma oturdu. Makyaj masamın aynasına ikimizin görüntüsü birden yansıyordu artık.

Berkay’ın yanımdaki ısısı, elektrikli fırçadan yayılan ısıyı ikiye katlasa da bana yaklaştığı anda heyecanlandığımı ona belirtmemek uğrunda efor sarf ediyordum. Ki beyefendinin de benzer durumda kavrulduğu aşikârdı. Sertçe yutkunmasından anlamıştım bunu. Eee? Ben onunkini anlayabiliyorsam, o da benim hislerimi mi –kolayca– anlayabiliyordu yani?

“İkimiz de sadece ders çalışamayacağını biliyoruz İclal.” Elektrikli fırçayı elimden alıp kendi saçları için kullanmaya koyuldu. “Sadece ders çalışmak sıkar seni.”

Süslenmek konusunda kocamla mücadele ettiğime inanamayarak fırçayı onun elinden çekerek geri almıştım. “Peki,” dedim sonrasında. Zaten biliyorsa itiraz etmenin alemi yoktu. “Haraç toplamaya gideceğim.”

“Kiminle?” diye sordu çabucak. Makyaj masamın mücevher kakmalı çekmecelerini bir hırsız pratikliğinde karıştırıp bulduğu saç spreyini saçlarına sıktı.

Omzumu omzuna çarparak beyefendinin saç spreyine bağışladığı dikkati haczetmiştim bir nevi. “Müsaitsen seninle birlikte gidebilirim.”

“Değilim,” dedi. Fırçanın düzleştirdiği saçlarımı sırtımdan geriye savurmuştu. “Önemli bir toplantım var maalesef.”

Onun parmaklarının dokunuşunun sindiği saçımı daha fazla taramaya gönlüm el vermezken fırçanın elektriğini kestim ve Berkay’ın simsiyah ceketindeki hayali tozları elimin tersiyle silkeledim. “Öyleyse Selim’le gideceğim.”

“İclal?”

“Efendim, Berkay?”

“Sana dokunmasına izin verme tamam mı?” dedi sıkıntıyla.

Kendi çapındaki şehirli kıskançlığı, keyfimi yükseltirken kafamı salladım. “Bana dokunursa toprağın altına yollarım onu.”

İçtenlikle gülümsedi. Bu defa, yitip gitmeden evvel yakalamıştım gülümsemesini. Dudaklarımı, dudaklarına bastırdım. İçimde, yeni sprey sıktığı saçlarını bozup dağıtma isteği uyanıncaya değin öpmüştüm onu. Bana verdiği karşılıktaysa sahici bir istek barınıyordu.

Evliliğin, takım olmak anlamına geldiğini söylediği zamanı hatırladım. Söylediği şeyin manasını yeni yeni kavramaya başlamıştım sanırım. Aslında, ona verdiğim sevgiyi kuruşu kuruşuna bana iade ederken zihnimde dolanan anlam karmaşasını kuran da çözen de o oluyordu.

Ölümsüzlük iksirini bulsalardı, nitekim adı kesinlikle Berkay olurdu.

Zor bela bir isteksizlikle birbirimizden ayrıldığımızda eş zamanlı olarak ayağa kalkmıştık. Sessizlik içerisinde yatak odasından çıkmaya yeltendik. Fakat hemen çıkamadık. Zira Berkay, odanın kapısını açtığım anda kolumu tutarak adım atmamı engellemişti.

Konuşmasını beklediğimi –tek kaşımı kaldırarak– ima edinceye değin tek kelime dahi etmedi tabii.

“Dün akşam,” dedi bir başka sıkıntı safhasından. “Siz kahve yaparken babam ve baban…” kolumu bıraktı. Başını eğip ensesini kaşıdı. “Bizden bir şey istediler.”

Bacağımın birini arkaya doğru bükerken topuklu sandaletimin tabanını kapı pervazına yaslamıştım. Kollarımı da göğsümde kavuşturdum. “Ne istediler?”

Berkay’ın kaçıp duran bakışları, birden buldu beni. “Torun.”

Tökezleyerek yere indirdim ayağımı.

Kollarımın arasında kıpır kıpır kıpırdanan, sürekli ağlayan, beni yıpratacak olan küçük bir canlının görüntüsü gözlerimin önünü karartıyorken telaş tufanı tarafından uzak diyarlara kaçırılıyordum. “Ne?” sesim, oda ile birlikte koridorun bir kısmını da inletti.

“Sen ne dedin peki?”

Tepkime şaşıran Berkay, geriye çekildi. “İnşallah dedim.”

Hakiki korku neymiş, hakiki panik kime nasıl işlermiş tam bu vakitte ezberledim ben. “İnşallah mı dedin? Umut verdin yani? Neden umut verdin Berkay ya? Be-ben hazır değilim ki.”

Ellerimle aynı anda kafamı da –hızlı hızlı– iki yana sallıyordum. “Ben böyle bir şeye hazır değilim. Beklentiye girmelerine neden olmuşsun resmen.”

İlk şaşkınlığını üzerinden atan Berkay, “İclal,” dedi ahenkle. Şiddetli karşıtlığımı bastırmak için olsa gerek çok yumuşak konuşuyordu. “Sakin ol.”

Bedenimi bedenine çekip belime sarıldı. Alnımı göğsüne bastırmıştı. “O anda… Başka ne diyebilirdim ki?” usul usul saçlarımı okşuyordu. “Kusura bakmayın baba; karım, silah tutan elini çocuk beziyle kirletmek istemiyor mu?”

“Çok mantıklı,” dedim bir çırpıda. Kabul ediyordum. Berkay’ın yerli yersiz ya da saçma sapan sözleri ve davranışları olabiliyordu. Ancak en berbat zamanlamada, akla en yatkın şekilde konuşabilmenin –bir şekilde– üstesinden geliyordu.

“Mantıklı değil. Bir saniye sakin ol İclal.” Kafasını eğerek yüzünü boynuma gömdü. Bana sarılmayı bırakmamıştı. Ne denli paniklesem de bana sarılmayı –yakın mühlette– bırakmasın diye ben de ona sarılmıştım.

“Çocuk yapalım diye sana baskı kuracak değilim ama…”

“Ama?” diye sordum. Duraksadığı için onu, devam etmeye teşvik etmem gerekmişti çünkü.

“Ama günün birinde… Beni baba yapmanı gerçekten çok isterim.”

*

Haraç toplamak, bizde, ağır bir gelenekti. Kendi mekânlarımızın haricinde, bizim himayemize ayrılmış olan bölgede çalışan mekânlardan ya da kumarhane topluluklarından belli miktarda ücret alırdık.

Her yılda bir gerçekleşen bu geleneksel ücret alımını asla başkasına emanet etmezdim. Daima Selim ile birlikte giderdim. Mekânları tek tek gezer, hakkımız olanı, payımıza düşeni alırdık sırf düzeni sağlamak için.

Lakin bu yıl bir farklılık vardı. Soyadım değişmişti mesela. Hayatımda yakışıklı bir ortakçı vardı.

Onun için yalnızca arabada durmaya karar vermiştim. Ben arabada duruyorken Selim gidecek, paraları alıp gelecekti.

Şu anda, bizim mekâna yirmi kilometre uzaklıktaki bir kumarhanenin karşı kaldırımına park etmiştik arabayı. Arka üçlü koltuğa yanlamasına oturmuştum. Sırtımı kapıya yaslamış, bacaklarımı koltuk boyunca –ileri– uzatmıştım.

Kucağımda defter, Berkay’a söz verdiğim gibi ders çalışıyordum. Selim ise şoför koltuğunda kıpırdanıp duruyordu. Bariz suskunluğunu ilmek ilmek tükettiğinde kendini tutamayarak bana seslendi. “Hanım Ağam?”

İlgimi yazı defterinden ayırmayarak mırıldandım. “Hım?”

Fakat Selim, ilgimin tamamına maruz kalmayı dilercesine ısrarcıydı. “Hanım Ağam?” çekinmeden tekrarlamıştı.

Onu öfkeyle püskürtürdüm de… Sabah, Berkay ile aramda geçen küçük ölçekli aile planlaması sohbetinin etkisinden kurtulmak için Selim’in dileğini gerçekleştirmeye gönüllü oldum.

Sonuçta bir şeyi düşünmekten kaçmaksa arzunuz, başka şeylerle haşır neşir olmak olmalıydı kanununuz.

Azıcık eğilerek dikiz aynasına baktım. Selim de dikiz aynasına baktığı için göz göze gelmemiz güç değildi.

“Geldik,” diyerek konuya girdi. Başparmağı, karşımızda kalan kumarhaneyi işaret ediyordu. “Siz inmiyor musunuz?”

“Hayır,” dikiz aynası ile vedalaşıp kapıya yaslanarak yazı yazma işlemime sil baştan dönmüştüm. “Sen in. Paramızı al ve gel.” Uçlu kalemimin ucunu açarken uyaran bir edayla ekledim. “Oyalanma. Gidecek daha çok yer var.”

Emirlerimin tersini gerçekleştirmeye programlanmış robot misali, arabadan inmedi. Aksine oyalanmayı seçmişti. “Eskiden siz de benimle gelirdiniz.”

“Evet, eskiden gelirdim,” dedim la havle çeker gibi. “Artık kalem tutmaya alıştırıyorum kendimi. Silaha değil.” Daha doğrusu Berkay’a söz verdiğim hızda okuma-yazma öğrenmeye çalışıyordum.

Selim, oturduğu koltuktan arkasına dönüp bana bakarken yüzü kabullenemezlikle çarpılmıştı adeta. “Berkay Ağam mı öğretiyor size bunları?”

“Bu ne cüret?” diye bağırdım. Her şeye katlanırdım da Berkay’a saygısızlık yapmasına asla!

Uzanıp, parmaklarımı boğazına doladım. Avucumun içinde kalan soluk borusunu kabaca sıktım. “Defol in aşağıya Selim. Çabuk ol. Sabrım taşmadan önce gidip paramı al.”

Sabrım taştığında taş üstünde taş bırakmayacağımı bilen biriydi o. Bu yüzden sözlerimi gururuna yedirmişti. Boğazını elimin kuvvetinden kurtarır kurtarmaz arabadan inip, karşıdaki kumarhaneye –seri adımlarla– yürüdü.

Onun gidişiyle birlikte arabaya çöken sessizliği dinledim bir süre. Ders çalışmaya yeniden döneceğim sırada ise baharlık kabanımın cebindeki telefonum önce titredi. Akabinde zil sesini duyurarak çalmaya başlamıştı.

Bıkkınlıkla pes ettim. Kalemimi arasına yerleştirdiğim defterin kapağını kapattım. Ceketimin cebinden anahtar, peçete, oje, sigara, çakmak ve sonunda telefonumu çıkartabildiğimde arayan kişiyi epeyce bekletmiştim maalesef.

Arayan kişi…

Yanıp sönen parlak ekrana kısaca baktım. Alfabeye hâkim olma yolunu fazlasıyla kat ettiğim için ekrandaki harfleri okuyup birleştirmek zor değildi pek: Şehirli Damat.

Aramayı tebessümler eşliğinde onayladım. “Söyle bakalım,” dedim yerime iyice yerleşirken. “Bir de senin derdini dinleyelim yakışıklı.”

“Yakışıklı mı?” diye sordu Berkay. Barizce eğleniyordu. “Bu kelimeden sonra bende dert tasa mı kalır be delalım?”

Saç tutamımı işaret parmağıma dolamış döndürüyorken araba camından görünen gökyüzüne baktım, tıpkı bir ergenin sevinciyle. Konuşması hoşuma gidiyordu. Hoşuma gittiğini ona bir tülü belirtemesem de her defasında hissettiğinin farkında olmaksa ayrı bir baygınlık nedeni sayılırdı. “Abartma Berkay.”

Bana bakma. Abartmaya devam et sen, Berkay.

“Ciddiyim. Bana daha sık yakışıklı desene.”

“Her gün saatlerce aynaya bakıyorsun. Ayna söylesin sana yakışıklı olduğunu.”

“İclal,” derken adımı telaffuz ederek iç geçirmişti resmen. O, iç geçirdi. Beni de kendimden geçirdi hani.

“Çok zorsun ama kendimi seninle zorlamaktan ne kadar zevk aldığımı asla tahmin edemezsin.”

“Yani?” dedim bunları duymanın beni çıkarttığı cennetin detaylarını anlatmayı es geçerken.

“Yanisi…” kısaca duraksamıştı. “Ben, aynalara âşık değilim ki delalım. Yakışıklı olduğumu senin söylemen gerekiyor.”

“Tamam.” Satışa doymuş esnaf gibi davranıyordum özetle. “Yaparız bir şeyler. Sen sadede gel şimdi. Neden aramıştın beni?”

Neden aramıyorsun ki oğlu, sen her saniye beni?

“Akşam için hazırlan,” dedi. “Gidiyoruz.”

Yeni gizem alarmı, sırtımı dikleştirmeme sebep oluyorken merakla sordum. “Nereye?”

“Evlenmeden önce imzaladığımız anlaşmayı hatırlıyor musun?”

Benim reçelle parmak bastığım, onun ise imzaladığı şu meşhur anlaşmamız…

“Evet ama,” dedim kafa karışıklığıyla. “Biz… Yani…” artık birbirimizi sevdiğimiz için anlaşmanın iptal edildiğini düşündüğümü dolaylı yoldan belirttim. “Yani, anlaşma geçerliliğini yitirmedi mi?”

Neyse ki uğraştırmadı. Beni, zaten, dolaylı yolun sonunda bekliyormuş. “Ben, kâğıdı yırtana kadar anlaşmamız geçerliliğini koruyacak İclal.”

Tereddüt ile endişenin gişelerimi ücretsiz geçmesini kabul ettim mecburen. “Nereye gideceğiz Berkay?”

“Madde biri gerçekleştirmeye,” dedi.

Madde bir, kafatasımın içinde yankılanırken Berkay’ın geçmişten gelen sesi –ekolar içinde– müşterilerimin gözünü boyamama yardım edeceksin diyordu.

“Hayır yaa,” diyerek uzattım. Bir takım elit ile elitçilik oynamak, dünya üzerinde isteyeceğim son şey olsa dahi…

Bir takım elit ile elitçilik oynayacaktım işte.

BÖLÜM SONU

Loading...
0%