Yeni Üyelik
37.
Bölüm

36. MAYIN TARLASI İŞÇİSİ

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Sarhoş olmak için kadehin dibini görmeyi şart koşmuşlar. Benim dibini gördüğüm kadehlerden asırlık koleksiyon çıkardı eminim. Lakin –şartı yerine getirmiş olmama rağmen– hâlâ sarhoş değildim. Her şey öylesine gerçek, öylesine gerçekçiydi ki; içinde bulunduğum an, sarhoşluk hayaline bile yakışmaz bir andı.

Kabanımı geride bırakmıştım. Nerede bıraktığımı ya da nerede unuttuğumu hatırlamıyordum. Gerçi epey serin bir ilkbahar gecesinde, Mardin’in tenha sokaklarından birinde canla başla koşarken üşümek, aklıma gelen sondan bir evvelki gerçek oluyordu ya neyse. Kabanım önemli değildi. Kaçmaktı önemli.

Sağ elimdeki topuklu ayakkabılarımı –düşürmemek için– daha sıkı kavradım.

Sol elimin sahibi ise Berkay’dı. Kemiklerimi kırarcasına tutuyordu parmaklarımı. Adımlarıma uymaya özen tanıyarak koşuyordu benimle birlikte. İki katlı bir evin kurulduğu köşeden yolun aşağı tarafına doğru döndüğümüz sırada, “Ağlama İclal,” dedi. Teselliden uzaktı.

Onun sesini duyan gözyaşlarım, hızını arttırmıştı. Kaba bir gürültü peyda ederken akıp duran burnumu çektim. Çıplak ayağıma kırbaçmışçasına çarpan sıcak asfalt ve asfalta sığmayıp tenimi kanatan minik çakıl taşları, ömrümden ömür götürüyorlardı.

“Merak etme,” dedim bağırarak. Dakikalar boyunca ağladığım, ağlamayı kesmediğim için sesim çatlak çıkmıştı. Yine de duyabilmişti beni. “Hem ağlayıp koşabilirim.”

Berkay Karaevren, hayatıma girdiğinden beri gri diye bir şey kalmamıştı benim için. Her şey ya siyahtı ya da beyaz. Ve şu vakitte, katı bir siyaha gömülüyorduk ağır ağır.

Arkamızdan gelen üniformalı adamların durun, buraya gelin türevli komutları, geceyi deldi geçti. Feryat figan ağıt yakan beynim, komutlara karşı da gelse bayılmak için saniye sayıyordu. Her yerimde hissediyordum bu acıyı.

Soluklarım tıkanıyor, boğazım kuruyordu. Düşüncelerimde kan, gövdeyi götürmekte ustalık belgesi kazanıyordu. Berkay ise devamlı olarak beni seviyordu. “Sen ağladığında çok,” dedi ve oksijeni kesilmişçesine duraksadı. Art arda yutkunduğunu fark ettim. Boştaki eli, gömleğinin yakalarını hizaya sokan kravatının ferini çekiştirdi aceleyle. “Sen ağladığında çok üzülüyorum be güzelim.”

Yokuş aşağı koşmaya ara vermedik. Bacaklarımız bir iş makinesi hızında çalışıyordu. Hizmet ettiği müteahhitleri memnun etmek uğrunda dinlenmiyorlardı.

Gözyaşlarımın mesken kurduğu puslu bakışlarımı –anlık olarak– ona çevirdim. Hasat zamanı gelip çatmış domates gibi kızarmış, nefes nefese kalmıştı. Bizi bu duruma atan şahıstı oysa. Azıcık suçluluk duyması gerekirdi.

“Üzül,” diye bağırdım. Tonlamam, peşimizdeki adamların tehditlerine baskın çıkmıştı birden. “Üzülmen de lazım zaten.”

Sırtımda intihar ipi misali sallanıp koşmamı zorlaştıran saçlarımın boğuculuğu altında, tek tük kızgınlığımı ona nakletme konusunu katiyen es geçmiyordum. “Ayrıca…” dudaklarımı sıkarak başımı eğdim. Arsız bir ağaç dalına çarpmaktan son saniyede kurtulmuştum. “Nasıl ağlamamamı söyleyebiliyorsun ya? Kardeşim evden kaçmış, peşimizde güvenlik çetesi var! Ben ağlamayayım da kim ağlasın?”

Yolun karşısına geçtik.

Kesik kesik öksüren Berkay’ın avucu ter içindeydi. Avuçlarımda hissediyordum endişesini. Teni, tenimden kayarsa –olanca öfkeme karşın– yeniden tutamayabilirim onu diye daha katıca yapışmıştım, eline, bileğine, benliğine…

“Bana ne kızıyorsun kızım,” diyerek ters ters kendini savunmaya geçti. “Ben mi kaçırdım kardeşini?”

Başımı çevirip arkamı kontrol ettim. Benzer vakitte, naifçe ağladım. Berkay Bey’e laf yetiştirdim. “Doğru, kardeşimi kaçan İtalyan’dı. Sen, peşimize güvenlik ekibini takan şerefsiz Mardinliydin değil mi?”

Yakamızdan düşmeyen güvenlik görevlileri, telsizlerinden merkeze ihbar anonsu geçerken bize yetişmek üzereydi. Açmak için kendimizi paraladığımız mesafeyi hızla kapatıyorlardı.

Tehlikenin kalp atışları, kulaklarımı uğuldatıyordu resmen. Tüm uğultunun arasında, Berkay’ın sesini seçebilmek ise güneşin mor renkte olduğunu iddia etmek kadar kolaydı ancak.

“Moralini düzeltmek istemiştim,” dedi küskünce. “Ne yaparsam yapayım her seferinde Mardinli şerefsiz oluyorum.” Ceketinin yakalarını silkti. “Bu Mardinli şerefsiz ne yaparsa yapsın suç oluyor zaten.”

Maraton yarışçıları gibi, öylesine şiddetli koşuyorduk ki; ayakkabılarım, vücudumun şiddetine boyun eğmek suretiyle kayıp, yere düşmüştü. Ayakkabıların asfalta düşerken patlattıkları toklukta gözkapaklarımı yumdum. Onları almak için duramazdım. Bu nedenle, kaybedemeyeceğim yegâne varlığa sığınarak koşmayı sürdürdüm.

“Evet, suç oluyor. Yaptığın şey suç olmasaydı şu an koşuyor olmazdık Berkay.”

Yorulmuştum. Kaslarım yanıyordu. Karanlık katlanıyor, bana önümü göstermiyordu. Sokak lambalarının kirli ışıklarını dahi özümseyemeyecek raddedeydim. İflahım, kesilmeye gönüllüydü. Deneysel riskteki bir ilaca balıklama atlayan çaresiz bir hasta misali, ne pahasına olursa olsun tedaviyi arzuluyordu.

“Bana eşlik ederken suç işlemek umurunda değildi ama hanımefendi,” dedi Berkay. Adımları birbirine dolanırken korumakta güçlük çektiği dengesi sarsıldı.

Ona cevap vermedim. Benim açımdan haklı olan tartışmamızı neticelendirmedim. Üste çıkmaya falan da yeltenmemiştim. Zira üstüne koştuğumuz yolun ilerisinde büyükçe bir çukur varmış gibi görünüyordu.

Gözlerimi kısıp, bakışlarımı derinleştirsem bile gördüğüm şeyin çukur olup olmadığından emin olamadım. Tırnaklarımı Berkay’ın terli avucuna batırarak, “Önüne bak Berkay…” onu uyarabilmiştim yalnızca.

Telaştan ötürü, ilk etapta algılayamadı tabii. “Ne?” diye sordu ikilemle.

“Önüne bak!” çığlığım, içinde koştuğumuz karanlığı bıçak sırtına çekmişti. Ne ben durabilmiştim. Ne de onu durdurabilmiştim.

Hemen akabinde düştük; yol yere, yer altına.

Gördüğüm şey, sahiden çukurmuş.

*

ÜÇ SAAT ÖNCE

Şıklık, pazar pahası uçuk bir aksesuardı. Cepten nakit, zamandan dakikayı rehin alırdı. Aksesuarı kuşanacak kişi acırsa akrebe, yelkovana birazcık da cüzdana o zaman merhamet edebilirdi olaylara. Pazarcı ile pazarlık eder, şıklığı kelepirden alırdı.

Ben merhametli bir insandım. Fakat konu Berkay ve Berkay’ın elit müşterileri olunca kana susamış bir cani olmak durumunda kalmıştım.

Karaevren hazinesinden payıma düşen para ile güzel bir gece elbisesi siparişi vermiştik. Ben haraç toplamayı bitirip de konağa döndüğümde elbise, hazır ve nazır halde bekliyordu. Berkay’ın talimatı ile küçük bir kuaför ekibi bile teşrif etmişti yanıma kadar. Şimal’in görüşleri, Esma Hanım’ın görgü kurallarıyla harmanlanarak hazırlamıştı beni davete.

Kalın askılı, beli lastikli, uçuş uçuş tül eteğe, az biraz derin sayılabilecek bir bacak yırtmacına sahip, kum kahvesi renkli elbisenin içindeydim neticede. Sarı saçlarım doğal dalgalarla kalıpvari bir forma yerleştirilmişti. Yüzüme sürülen boyalar, tenimdeki ağırlıklarını yadsıyamayacağım şekilde duyumsatıyorken zaman geçmiş de geçmişti işte.

Ben, elit davetine yakışmak uğruna ruhumu paralamışken Berkay Bey, bir tek takım elbise giymişti. Elbisemden ton çalan kravatını, eşsiz parfüm kokusu ile süslemişti. Saçlarını fönlemek yerine dağıtırken; klasik beyefendi kimliğine aykırı olarak, dağınıklığın ona daha fazla yakıştığı kanısına varmıştım bir şekilde.

Hazırlanmaya keskince nokta koyup davetlisi olduğumuz otelin önüne gelinceye değin asla konuşmamıştık birbirimizle. Yalnızca radyoda dönen şarkıları dinlemiş, sessizlikten huzur çekmiştik içimize.

Şimdi ise otelin otoparkındaydık. Arabadan inmemiştik. O, şoför koltuğundaydı bense hemen yanında. Oturuyorduk öylece. Bekliyorduk.

Neyi beklediğimizi bilmiyordum ancak oturdukça, otoparka giren diğer arabalara baktıkça, arabalardan inen şık elbiseler içindeki davetlileri gördükçe… Gerginliğim katlanıyor, çelikten pençesini soluk boruma bastırıyordu.

Boynumu kesen emniyet kemerini çıkarttım. Saçlarımın dalgasını bozmamaya çalışarak sırtımı, oturduğum koltukla –iyice– bütünleştirdim. Başparmağımı serbest bırakıp işaret parmağıma geçmiştim ki Berkay’ın direksiyonda sabit bir ritim yakalamış olan parmakları, işte tam bu çeyrekte durdu.

“Tırnaklarını yeme İclal,” dedi. Sesi, herhangi bir itirazıma boyun eğmeyeceğinin –kulağı delik– habercisiydi.

Benden istediği şeye inanamadım. Tıpkı benden istediği şeyi isterken ki kayıtsızlığına inanamadığım gibi. Lakin yine de onu kırmayacaktım. Otelin ışıkları, yönünü şaşırmış kutup yıldızı misali ondaki en ufak ayrıntıyı dahi ışıldatırken gözlerim için, tırnaklarımı dişlerimden ayırdım. “Stresliyim,” diyerek açıkladım hareketimin nedenini.

“Bayılmak üzereyim. Aptal gibi terliyorum. Elim ayağım titriyor ve midem bulanıyor. Ne konuşacağımı ya da nasıl dav-” ve sustum. Susmuştum. Âşık olduğum adam tarafından susturulmuştum.

Zira hafifçe eğilmiş olan Berkay’ın eli, dudaklarımın üzerindeydi. Avuçlarına sinen parfümünün mumsu kalıntısıyla mühürlemişti harflerimi. “Şşş…” diye fısıldadı. Aynı zamanda –diğer eli– işaret parmağını kendi dudaklarına yaslamıştı. Bu halde fotoğrafı çekilseydi eğer… Hastane duvarlarına asılı hemşire fotoğrafları ile onunkini yer değiştirmeyi ciddi ciddi düşünürdü yetkililer, eminim.

“Nefes almayı dene Hermosa’m.”

Dik bakışlarımı yüzüne mıhlamaktan vazgeçmedim. Teninin tenimde kurduğu hükmü kırmak, aşırı dozda irade gerektiriyordu. Ben ise bankacılık yapsaydım, irade dağıtım müdürlüğünün hakkından pekâlâ gelirdim.

“Elini çek,” dedim yeni öğrendiğim alfabem nefessiz kalıyorken. Kıpırdanan dudaklarım birer jilete dönüşmüş, konuştuğum mühlette Berkay’ın cildini –itinayla– çizmişti.

Tek kaşını kaldırıp başını yana yatırdı. Sır verecek gibiydi. “Elimi çekersem tırnaklarını yemeye devam edecek misin?”

“Evet,” dedim aynı şekilde.

“İclal!” ikazıyla birlikte yutkundu.

Gözlerimi devirme dürtüme karşı çıkmak da neymiş… Bileğini sertçe tutup, “Hayır,” diye bağırdım.

Yeniden susmam için hiçbir girişimde bulunmamıştı. Parmaklarını kucağında kenetledi ve sayısız anlam barındırırken anlamlarını çözemediğim elalarını yüzümde dolaştırdı.

Önüme döndüm. Birkaç beceriksiz girişim sonucunda torpido gözünü açtım. Hande’ye ait olduğunu bildiğim boş çikolata paketlerini karıştırarak içi dolu olan bir tanesini alıp torpidoyu hızla kapattım.

Berkay’a çıkışmak ise anın tuzu biberiydi. “Beni neden getirdin ki buraya? Davetlileri eğlendirecek soytarı mı lazımdı?”

Soytarı.

Doğru laf buydu belki de. Ben buranın bir parçası değildim. Soytarıların, saray meclisine dâhil oldukları hangi kültürde görülmüştü? Fazlalıktım yani. Karakterime ters bir ortamdaydım. İçimdeki ses, alay konusu addedileceğimi buyurup duruyordu.

“İclal,” dedi Berkay kızgınca. Beyefendinin adını ilk kez kızgınlıkla andığım bir noktadaydım. “O nasıl söz ya?” çenemi kavrayıp yüzlerimizi bir defa daha buluşturdu. “Kendin hakkında doğru konuşsana kızım.”

Isırdığım çikolata, dişlerimin arasında aheste aheste eriyorken çenemi yukarı kaldırıp dokunuşunu –yeniden– savuşturdum. “Konuşmazsam ne yaparsın, şehirli damat?”

“Senin için seninle kavga ederim,” dedi kararlılıkla. Ardından çikolata paketini çekip almış, fıstıklısından büyükçe bir lokma koparmıştı.

Kopardığı lokmayı çiğnerken belirginleşen elmacıkkemiklerini hipnoza tutulmuşçasına takip ettim. Hâkimiyetindeki çikolata paketi sabit duramıyordu. Yalnız değildim. Berkay’ın da elleri titriyordu. Bunu fark etmemle ondan kaynaklanan gerginlik duvarına çarpmam bir olmuştu. Kendisi de stresliydi. Fakat bu tarz ortamlara alışkın olduğu ayan beyan ortadaydı.

Öyleyse…

Omuzlarım, benden bağımsız bir halde çöktü. Benim yüzümden rahatsız hissediyor olmalıydı. Onu, müşterilerinin yanında, utandıracağımdan korkuyordu belki.

“Beni neden getirdin ki buraya?” dedim hayıflanarak. Yol yakından konağa geri dönebileceğimi anlatmayı umuyordum. “Müşterilerinin gözünü tek başına da boyayabilirsin. İki iltifat edersin. Senden etkilenirler. Kocaman gülümsersin. Sana koşulsuzca güvenirler.”

İçini tükettiği çikolatanın son parçasını da yutup paketi, radyonun altındaki kutuya koydu. Dudağının kenarını başparmağının tersiyle silmişti.

Hareketinin, nefesimi kesmesine izin vermedim. Zira oldukça ciddi bir meseleyi –iki farklı ucundan– çekiştirmek üzereydik.

Bana yaklaştı. Alnının alnıma temas etmesine milim kala duraksamıştı. “Sende öyle mi oldu?” diye sordu.

Biraz bekledim. Ondan yayılan yoğun çikolata kokusuyla sınandı beynim. Sorusunun samimi olduğuna inandığımda, aramızdaki mesafeyi yıkarak alnımı alnına kavuşturdum. “Öyle oldu,” dedim ama zar zor. Boğazım kurumuştu. Serseri saç telleri, saçlarımın arasından kafama değerken kendimden geçmediğim gerçeğine şükretmekle yetindim.

“Bana ilk iltifat ettiğinde etkilendim senden. Bana her gülümsediğinde de sana koşulsuzca güvendim.”

Çünkü Berkay’da büyülü bir kan vardı, kesinlikle. Ona maruz kalınca kendinizi unutmamanız mümkün olmuyordu. Öyle ki ileride, hafıza silme cihazı diye bir şey icat edilirse… Bilim adamlarının kaynağı, evlendiğim bu adam olmuş olurdu açıkçası.

İç çekti. Dudaklarını birbirine bastırıp dişlerini birbirine kenetlemişti. Belirginleşen gamzesi, gülümsemelerinin kıymetini aratmıyordu adeta.

“Biraz da beni düşün İclal,” dedi. “Ben kimden etkileneceğim? Bunca çakalın arasında…” otele giren kalabalığı işaret etmişti. “Ben kime güveneceğim?”

Elini enseme kaydırdı. Alyansının baskın soğukluğuyla, duygularımı falakaya yatırdı. “Sen benim için buradasın, tamam mı Hermosa’m?”

Gereksiz fikirlerime en ağır küfürleri ettim. Yanlış yorumlamıştım. Berkay gergin değildi ki. Utanmıyordu. Sadece heyecanlıydı. Bu, onunla birlikte katıldığım ilk resmi davet olacaktı.

Koluna tutundum birden. Gözlerimi yummuştum evvelden. Yarısı yenmiş, ojesi kavlamış tırnaklarım, pahalı ceketinin kumaşını hırpaladı. “Berkay.” Tedirginlikle, inlercesine söylemiştim adını.

“İclal,” dedi sabırla.

“Senin için buradaysam…” ensemdeki alyansın soğukluğuna yavaştan alışmaya başlarken rahatlıyordu bünyem. “Bir salon dolusu elitle nasıl baş edeceğim ben? Yani… Bu ortam ne bizim düğünlere benziyor ne de mevlitlere.”

Aşina olduğum eski kalabalık, yakın geçmişe bile miras değildi artık.

Burnunun, kirpiklerimi yokladığını hissettim. Henüz açmamıştım gözlerimi. Onu dinledim. Tonlamasıyla buharlaştım. Kanser gibi ciğerlerimde biriken kokusuyla yeryüzünden gök kubbeye tırmandım.

“Bugünkü ayna konuşmamızı hatırlıyor musun?” diye sordu.

Küçük bir çocuk gibi kafamı salladım. Ancak alnını hesaba katmadığım için ufaktan çarpıştık. “Kelimesi kelimesine…”

“Bana bahsettiğin ayna gibi davran,” dedi. Ona –ister istemez– imrendim. Böylesine anlayışlı olmasaydı, sonum hayra çıkmazdı.

“Sen, kumarhane zinciri işletiyorsun İclal. İnsanları gözlemlemekte usta olduğunu biliyorum.” Yanağımı severken gözlerimi aralamamı sağladı.

“Ustalığını kullan. Elitleri gözlemle. Gözlemlediklerini de onlara yansıt. Bunu yapabilirsin değil mi? Benim için ayna olabilirsin?”

Zihnim kâğıdı kalemi hazırlamış, artık yazı yazmayı bilmemin güvencesine sığınmış, denklem kurmaya başlamıştı. “Olabilirim,” dedim. Tebessüm ettim. “Olabilirim yakışıklı.”

Geri çekildi. Uzaylıymışım gibi inceliyordu beni. “Yakışıklı mı dedin sen bana?”

Omuzlarımı silktim. Üstümden kalkan yükle, omuzlarımı silkmek daha basitti çünkü. “Ayna olacaksam eğer, sana yakışıklı demem gerekir değil mi? Böyle konuşmuştuk.”

“Böyle konuşmuştuk,” diyerek onayladı. “Şimdiden hoşuma gitmeye başladı.”

Sonrasında otoparkı kolaçan, saati kontrol etti. “İnelim mi artık?”

Bir kez daha kafamı salladım. Eş zamanlı olarak indik arabadan. Berkay, benim çıktığım tarafa gelirken yan aynaya eğilmiş, rüzgârın savurduğu saçlarımı hizaya sokuyordum. Girmem için kolunu uzattı. Teklifine boyun eğip girmiştim koluna.

Yan yana, otele doğru yürümeye başladık. Topuklu ayakkabılarım isyanı, geceyi titretti usul usul.

Otelin içine girdiğimizde kabanlarımızı lobide bekleyen görevliye teslim ettik. Tavandaki tüm ışıklar, üstümüze çullanıyordu. Kırmızı halıda adımlamaya koyulmuştuk çoktan.

“Nasıl hissettiriyor?” diye sordu Berkay.

Alaycılıkla sırıttım. “Fazla elit.”

“Olması gerektiği gibi…”

“Olması gerektiği gibi,” derken mırıldanarak tekrar etmiştim onu, tam da olması gerektiği gibi.

*

Sandığım kadar zor değilmiş. Hayaller her zaman en zorunu canlandırmaya endeksliymiş meğer. Bunu, şaşalı davet salonuna attığım ilk adımda anlamıştım.

Can simidiymişçesine Berkay’a tutunmayı aza indirgiyorken etrafımdaki pahalılık ve koyu elitliğe kaptırmıştım kendimi. Tavandan sarkan kristal avizenin saçtığı bin bir çeşit renkle kaybolmuştum. Garsonların servis telaşı yatıştırmıştı sinirlerimi.

Devamlı gülümseyen davetliler gibi gülümsemiştim hepten. Böylesine yapay halde gülmek –uzun vadede– yüz kaslarımı ağrıtmış olsa da mücadelesini veremeyeceğim bir şeyden bahsetmiyordum.

Sadece…

Oturduğumuz altı kişilik, yuvarlak masada süs bebeği gibi giyinmiş kadınlarla elitçe sohbet etmekten dolayı yorulmuştum. Tabii o kadar da olacaktı. Zaten kadınlar, sohbet etmeye istekli değillerdi. Konuşmak, rujlarını bozuyormuş.

Davetli salonu, Berkay’ın çalıştığı şirketteki insanlarla ve şirketin saygın müşterileriyle doluydu. Lakin salonun hepsi, Berkay’ın müşterisi değildi. Şirket CEO’su her bir finans danışmanı için bir masa ayarlamış, müşterileri de ait oldukları danışmanların yanına yerleştirmişti. Berkay’ın sorumluluğunda yalnızca iki kişi vardı: İki kişi ve plastik bebek kıvamlı eşleri.

Kadınlara tebessüm etmeyi bıraktığımda çabucak –yanımdaki– Berkay’a döndüm. Başlangıçlar servis ediliyorken benim tabağımı doldurmaktan çekinmiyordu. Dikkatleri celp etmemeyi ümit ederek beyefendinin eline vurdum. “Allah aşkına yeter Berkay ya! Müşterilerine de yiyecek bir şeyler bırak.”

Beni, umurunda ağırlamayı kabul etmedi. Biraz önce koyu bir sohbetten çıktığı adamlara baktıktan sonra, “Müşterilerime baksana,” demişti. Beni de onlara bakmaya teşvik etti. “Yemek yemeye ihtiyaçları var mı gerçekten?” tabağımı yeterince doldurduğuna karar verdiğinde meze kaşığını aldığı yere bıraktı. “Yiyecekleri kadar yemişler zaten.”

“Erkekleri bilemem,” dedim ona dönerek. Kadınların takıp takıştırdıkları mücevher parıltıları yüzünden gözlerimin ta içi yanıyordu. “Ama kadınların koca parası yediği kesin, haklısın.”

Masadakiler, önlerindeki başlangıçlarla meşgul oluyorlardı. Fakat ben bir tek Berkay’la meşguldüm, Berkay’da benimle…

Elini sandalyemin altına koyup bedenimi –sandalye ile birlikte– kendine çekmişti. “Zenginim,” dedi. “Param var.” Kaşlarıyla tıka basa dolu olan tabağımı kast etti. “Tabağındakiler yetmezsen, sen de benim paramı yiyebilirsin İclal. Sesimi çıkartmam.”

“Yiyebilirim,” dedim onaylamaz bir tonda. Ancak ona hak vermiştim kısmen de olsa. Kulağına hepten yaklaşarak esas dileğimi fısıltıyla arz ettim. “Yine de parandan ziyade sen daha cazip bir seçeneksin Berkay.”

Benimle birlikte bir başkası daha, “Berkay Bey,” deyince ayrılmak zorunda kalmıştık.

Davet yemeği kaldığı yerden devam etti.

*

Yemeğin ilerleyen vakitlerinde ortama fazlasıyla uyum sağlar olmuştum. Sadece kadınlarla değil erkeklerle de konuşuyordum. Devamlı gülümsemeye çalışıyor, saniye saniye iltifat ediyordum onlara. Ya övüyor ya da yüceltiyordum gösteriş meraklısı fani varlıklarını. Çünkü bu, onların anlayabildiği yegâne dildi. Berkay’ın ise –bildiği onca dile rağmen– anlamayı reddettiği dil.

“Ne oldu?” diye sordum hafifçe. Hemen karşımda oturan adama son defa –kibarlıkla– tebessüm edip, aramızdaki iletişimi final cümleleriyle beklemeye almıştım. “Ne diye sabır çekip duruyorsun?”

“Bir şey olmuyor,” dedi Berkay kendini çokça kasarak. Masanın bembeyaz örtüsü, avuçlarının esaretinde buruşuyordu. “Ne olabilir ki? Ne olsun? Ne olmasını istersin İclal? Ne yapayım? Ne olduğunu söyleyeyim sana? Bir şey olmasını mı bekliyorsun? Nedir?”

Şaşkın şaşkın ona baktım. Algılamaya çalıştım.

O ise ekmek sepetinin bitişindeki şamdanın açısını düzeltti. Gelip geçen birkaç kişiye selam verdi. Oturduğu yerde kıpırdandı ve şeffaf kadehteki suyu tek dikişte yarıladı. “Maşallah diyorum,” derken kaşları çatık ifademi yeniden kadrajına aldı.

İşaret parmağını biraz biraz kaldırıp az önce konuştuğum adamı gösterdi. “Allah muhabbetinizi arttırsın.”

Çalım yüklü tutumunu kale almadım. Öksürüp boğazımı temizleyerek onu taklit etmek için sesimi kalınlaştırmıştım. “Madde bir,” dedim. Tabii ki konuşacaktım kadınlarla ya da o adamla. Bunu o istemişti.

Masadakileri rahatsız etmediğime kanaat getirir getirmez de ekledim. Müşterilerin gözünü boyamama yardım edeceksin İclal.”

Sıkıntıyla yutkundu. Karışık saçlarını karıştırarak karıştırdı. Yeni yeni selamlar verdi. Dudaklarını kemirdi. Masaya yumuşakça tıkırtılar indirdi. Bacağının tekini ritmik ritmik sallayama başlamıştı. Ardından benim yaptığım gibi öksürdü. Konuşurken de sesini inceltmiş, beni taklit ettiğini sanmıştı bir nevi.

“Müşterilerinin gözünü tek başına boyayabilirsin Berkay,” dedi.

“Evet, hâlâ aynı şeyi düşünüyorum,” dedim. Tutumunu fazlasıyla garipsemiştim. Sırf bir adamla konuştum diye yılan misali derisinden sıyrılıp başka birinin kimliğine bürünmüştü karşımda.

“Ama sen boya yapmadan önce duvara astar çekmeye çalışıyorum ki boyanın rengi daha iyi belli olsun. Anlıyor musun?”

Ensesini kaşıdı. Dudağını ısırdı. Gözlerini yumup açtı. Bacağı, haddini aşarcasına sallandı da sallandı. Elinin teki yumruk halini almışken kolumu sıkıca tuttu. Parmaklarının baskısı canımı acıtıyordu. Yaklaşan nefesi ise boynumu dağlıyordu. “Anlamıyorum efendim. Anlayamıyorum! O herife gülerek mi astar çekiyorsun kızım sen?”

Hı-hım… Demek karın ağrısı buymuş.

“O herife gülerek,” dedim. “O herifle konuşarak, o herifle ilgilenerek…”

Benzer şekilde yumruk yaptığım elimi bacağına vurarak sallantısını kestim. Madem böyle devam edecektik… Öyleyse kirli çamaşırı olan tek kişi ben değildim.

“Bilirsin sen bu işlerin yürüme tarzını.” Hülyalı hülyalı gülümsedim. “Sonuçta biraz önce aynısını bayan arkadaşlara yapıyordun, değil mi Berkay?”

“Çıldırtma kızım beni!”

“Çok merak ediyorum, çıldırsana bi’ ”

İnsan içine çıkmanın; insan içinde, insan gibi bir davette, insan gibi yemek yemenin bize yaramadığı anlaşılmıştı. Aramızda patlak veren krizin yankıları sönmezken beyefendinin müşterileri ile ayaküstü vedalaşmış, işimizin çıktığını söyleyerek otelden ayrılmıştık.

Sonrası anlatılamayacak kadar kısaydı. Telaşla otoparkta ilerlemiştik. Berkay o kadar hızlı yürüyordu ki ona yetişmek için koşmak zorundaydım. Koşmaya başladığımda durmuştu bir de. Ona çarpmıştım istemsizce. Yere düşmeme izin vermeyerek yakalamış olsa da beni, dengemin sarsıldığı bir gerçekti.

Bir arabanın yanında durmuştuk. Yanında durduğumuz araba bizim değildi. Çantamdan rujumu alan Berkay, arabanın kapısına saçma sapan bir küfür yazıyorken boş boş izlemiştim onu. Kendisine katılmayı istemesem bile ona katılmak mecburiyetinde bırakmıştı beni.

Gecenin sonunda güvenliğe yakalanmıştık işte. Aynı anda Dilan halam arayıp Zeliha’nın konaktan kaçtığı müjdesini de vererek, karanlığımızı şenlendirmişti.

Geldiğinde tek gelmiyordu hiçbir şey. Birikiyordu daima. Otoparktan koşarak kaçtığımız esnada ağlıyor olmamın asıl nedeni buydu işte: Birikenlerin feryadı…

Berkay. Berkay. Berkay.

Sen, bir mayın tarlası işçisi gibisin. Niyetlerin iyi olsa da her seferinde bir mayına kurban gidiyordun. Yanında beni de patlatıyorsun be yakışıklı. Tabii şikâyet ettiğime bakma. Bildiğim tek şey, şikâyet etmek olduğu için şikâyet ediyorum ben. Aksi takdire seninle birlikte patlamaya itirazım yok.

Zira parçalara ayrılmanın böylesine efsunkâr olduğunu bilseydim, berdelin insafına bırakmaz; seni daha erken kendime çekerdim.

BÖLÜM SONU

Loading...
0%