Yeni Üyelik
38.
Bölüm

37. OLMUŞLA ÖLMÜŞE ÇARE BULMAK

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Bundan daha kötü ne olabilir ki? Diye kendinize sorduğunuzda sakinleşmeniz lazımdı. Derin nefesler alıp arkanıza yaslanmanız… Belki bir bardak da su içer, zihninizi arındırırdınız. Çünkü en beteri, illa ki bulurdu sizi. Kötü kelimesinin kafanıza bir kere yerleşmesi yeterliydi.

Başta kurallarını yazdığım şıklıktan eser taşımıyordum şimdi. Berkay ile el ele, göz göze, romantik bir şekilde yoldaki derin çukurun içine düştüğümüzden beri bedenimi oluşturan kemiklerin tümü birden ağrıyordu. Hücrelerim sızlıyor, biraz da başım yanıyordu.

O kadar çok ve o kadar içten ağlamıştım ki vakit, dakikalarla değiştikçe gözyaşı akıtma eyleminde bile zorlanır olmuştum.

Kollarım ve yüzümün çeşitli noktalarında açılan taze yara kabukları, bitmek bilmeyen bir ıstırap çektiriyordu bana. Azkaban hapishanesinde, hiçliğe ve sonsuz bir karanlığa terk edilmiştim bir nevi. Bitkindim. Yorgundum. Hâlâ nefes alıyor, ciğerlerimi çocuk işçi misali çalıştırıyor olmasaydım eğer pekâlâ inanabilirdim öldüğüme ama gömülmediğime.

Nedenini, nasılını, zamanını bilmediğim bu bir takım olaylar silsilesinin bir an evvel son bulması şarttı. Aksi halde ben dayanamayacak, ellerimi kaldırıp teslim olacaktım.

Berkay ile birbirimize sarılıp hüngür hüngür ağladığımız –yaklaşık– on beş dakikanın sonunda itfaiye ekipleri gelmişti. Uzun uğraşlar sonucunda, bizi, düştüğümüz yerden çıkarmayı başarmışlardı.

Ardından, kaybettiğimiz benliklerimize ambulansta rastladık. Sirenler içinde hastaneye taşındık. Temiz önlüklü sayısız doktor tarafından muayene edildik. Talihli olduğumuz söylendi. Yaşamaya devam edeceğimiz anlaşıldığında da dört saat geçmişti. Dilan halamın aramasının, Zeliha’nın kaçtığını haykırmasının üstünden tamı tamına dört saat geçmiş. Saniyeler hiçmiş.

Polisler konuştuk. Polisler de bizimle konuştu. Ve hastaneden taburcu edildik.

Transa girmiş gibiydim. Bilincim, değerlendirmeye kapalıydı sanki. Yalnızca adım atıyor, Berkay’a kör kütük güvenip onun yönlendirmesine –kuklaymışçasına– uyum sağlıyordum.

Zihnim mahşer meydanıydı. Yoğun pus, uğultulu bir kalabalık vardı. Girift ip yumağına dönüşmüş düşüncelerim, akıbetleri hakkında şaşkındı.

Per perişan halimizle hastane sınırlarından çıkabildiğimizde binebileceğimiz bir araç yoktu. Zira Berkay, intikam benzeri bir şey almak için şahsına güldüğüm adamın arabasından saçma sapan hınç çıkarmaya yeltendiğinde başımız belaya girmişti. Onun arabasını geride bırakarak kaçmak farz kılınmıştı –o anda– bize.

Neyse ki hastane otoparkı, vampir misali müşteri toplamaya çalışan taksicilerle dolup taşıyordu. Böylelikle taksiye atlamıştık.

Hiç konuşmamış, yine konuşmamıştım. Hareket kabiliyeti bağışlanmış mumdan bir heykel gibi davranmak, fazlasıyla rahatlatıyordu sorumluluklarımı.

Asırlara sığdırılabilecek yolculuğumuz tamamlandığında taksi, Meran konağının önünde durmuştu. Hızla ceplerini karıştıran Berkay, zor bela kaptığı üç-beş kuruşla taksicinin ücretini ödedi ve araçtan indik.

Davet başladığında geceydi. Şimdi, gün ağarıyordu. Kuşlar, göğü delercesine çığlık atıyor, güneşin pembe kızıllıktaki ışınları, bir görsel şölen edasına yeryüzüne kavuşuyordu. Sabah olacak, gün ayacaktı. Lakin biliyordum ki; Meran konağını saran kara bulutların kuşatması, tez vakitte kırılmayacaktı.

Tokmağı vurmamıza gerek kalmadı. Konağın kapısı zaten açıktı. Yatakla terk edilmiş, uykular yarıda kesilmiş, tüm aile avluda toplanmıştı. Ağlıyorlardı. Benim bıraktığım yerden devam ediyorlardı ağlamaya.

Avluya göz gezdirdim.

Zehra, çiçeği burnunda nişanlısı Baran Karaevren’e sarılmıştı. Kardeşinin erkenden buraya gelmiş olmasına sıkılan Berkay, rahatsız edici bir dikkatle onlara bakıyorken ağzını açmamayı tercih etmişti. Zira asıl konu onun değil, benim kardeşimle ilgiliydi: Bir gece vakti, tanımadık bir İtalyan ile kaçan kardeşimle ilgili…

Görüşümü Zehra ve Baran Karaevren ikilisinden çekip Dilan halama ve anneme baktım. Annem, oturduğu sandalyenin üzerine –kum torbasını aratmayacak raddede– yığılmıştı adeta. Gözyaşları seldi, kurumuyordu. Feryat ederek ağlıyordu. Kendini parçalıyordu. Ona kıyasla, nispeten, daha hafif ağlayan Dilan halam, şişesini sallayıp durduğu kolonyayı bir kendine, bir Zehra’ya bir de anneme ikram ediyordu.

Babam ise ayaktaydı. Gözleri kanlanmıştı. Ağıt grubundan yakayı sıyırmıştı. Avluda, bir aşağı bir yukarı yürüyerek volta atıyordu. Öfkeliydi. Öfkesi, kolonları sarsıyordu sanki. Kendi kendine konuşuyor fakat bağırdığı için olsa gerek herkese hitap ediyormuş gibi bir algı yaratıyordu. Ağzı küfür saçıyordu. İntikam yeminleri ediyor, Zeliha’yı namussuzlukla suçluyor, onu bir eline geçirirse derisini kemiğinden nasıl ayıracağından bahsediyordu.

Fatih…

Olan bitene anlam veremeyen küçük kardeşim Fatih, mutfak kapısının dibinde, bağdaş kurarak oturmuştu beton zemine. Minik yumruklar haline getirdiği ellerini çenesinin altına yaslamıştı. Boş gözlerle avludakileri seyrediyordu.

Burada yapabileceğin bir şey yok İclal.

Töre, daha önce hiç böylesine gerçekçi hissedilmemişti.

Berkay, kolumu çekiştirip dağınık dikkatimi kendine aktarıncaya değin ruhsuz ruhsuz dikilmiştim ayakta. Zehra’yı teselli etmeye ara vermiş olan Baran Karaevren karşımızdaydı. Bir çeşit mektuptan bahsediyordu. Zeliha, konaktan kaçmadan önce –gerisinde– mektup bırakacak kadar düşünceli davranmıştı.

Baran kısık sesle mektubu hem bana hem Berkay’a okuyorken sus pus yeminimi bozmadan dinledim onu.

Meran ailesine,

Biliyorum. Suçluyorsunuz beni. Benden böyle bir şey beklemezdiniz. Hayal kırıklığına uğrattım sizi. Bu yaptığım, benim gibi bir aşiret kızına yakışmazdı. Ama bana asıl yakışmayacak şey; doğumumdan önce çizilmiş kaderime razı olmak olurdu. İclal ablam diyordu ki her zaman; yönetilen değil yöneten olun. Mardin’de kalarak töre ile yönetilen olmak istemiyorum. Size çılgınlık gibi gelecek ama ben, âşık oldum. Kalemde, muhtaç halde oturup bir prens tarafından kurtarılmayı ummayacağım. Gücüm var. Gücüm olduğuna inanıyorum. Ejderhayı bir başıma öldürüp dışarı çıkabilirim.

Âşık olduğum adam, Giovanni… Giovanni la Fabro.

Kendisi İtalyan. Sakın bula bula bir ecnebiyi mi buldun diye nutuk atmaya başlama anne, lütfen. Giovanni çok iyi biri. Bana çok iyi davranıyor. Bana aşkı hissettiriyor. Onunla olmaya karar verdiğim için pişman değilim, olmayacağım.

Elmaları düşünün mesela. Tüm elmalar kolay kolay kararmaz. Yarım elmalar da kararırsa o yarımın yüzüne bakan olmaz. Kararmaktansa yarıma kavuşmaya gidiyorum. Ben mutluyum. Benim adıma mutlu olun.

Zeliha.

Mektubu duyduktan sonra daha fazla kalmamıştık Meran konağında. Büyük, ahşap kapıdan dışarı çıktığımızda babam hâlâ bağırıyordu. Zeliha diye bir kızı olmadığını söylüyor, onu bulup öldüreceği gerçeğini tüm Mardin’e ilan ediyordu.

Zeliha öldürülecekti. Çünkü yapmaması gereken bir şeyi yapmış ve töreye karşı gelmişti.

*

Kısa aralıklarla iki farklı gezegeni ziyaret etmek gibiydi: Gezegenin biri cayır cayır yanıp kan ağlarken diğerinde sakinlik vardı. Dinginlik, huzur ve keyif ile harmanlanmıştı. Meran konağından ayrıldıktan sonra –bir anda– Karaevren konağının enerjisine dâhil olmayı ancak bu şekilde tanımlayabilirdim işte. Ben ise tek bedende, iki eve de ait olan bir ruh taşıyordum.

Zordu. Yoruyordu. Olaylara adapte olmak –gittikçe– güçleşiyordu. Yine de, ne denli kızarsam kızayım… Uyum sağlamamı sağladığı için Berkay’a minnettardım.

Yatak odamızdaydık. Gün doğmuş olsa bile hava –kelime anlamının hakkını verircesine– kapalıydı. Bahar yağmurunu ağırlamaya hazırlanıyordu bulutların kasveti.

Odanın fon perdeleri, sonuna dek çekiliydi. Güne dair hiçbir sızıntı düşmüyordu içeri. Başucumuzdaki abajurların kullanmamıza izin verdikleri ışıkla idare ediyor, aydınlanıyorduk. Fakat içimde büyüyen; Zeliha’nın kaderine karşı beslediğim karanlık, zerre kımıldamıyordu tutunduğu yerden.

“Bazen, çok kötü olduğunu sandığımız şeyler bizim için en iyi olan şeylerdir,” dedi Berkay. Sesinden iyimserlik tütüyordu. Durgun yüzü, eski gülüşlerinin hayaletini ayakaltından çekse bile…

“Biliyorsun değil mi İclal?” diye devam ederken ona bir karşılık vermemi istediğini anladım.

Üzerinde oturduğumuz yatağın pikesinden çektiğim bakışlarımı yüzüne çevirdim. Tam geçti derken yine yaralar bereler konmuştu yüzüne. Koşarken karşımıza çıkan bir çukura düştüğümüze inanmayan birileri, onun sokak kavgasından falan çıktığını düşünürdü.

“Ne demek istiyorsun?” uzun süre konuşmadığımdan ötürü kullanılmamışlık hissiyatı, boğazımı zedelese dahi iki kelimeyi bir araya dikecek kadar profesyonel bir terziydim ben. “Zeliha’nın, Giovanni denilen o İtalyan mafyasıyla kaçması iyi bir şey mi yani?”

“Yapma. Adamın mafya olmadığını öğrenmemiş miydik? Müteahhitmiş…”kısaca duraksadı. Onu azarlamama, etrafa duyduğum sinirin hıncını ondan çıkarmama göz yumabilecek kadar sevgi dolu birisiydi.

Elindeki toniği, pamuğun üzerine biraz daha dökerken işaret parmağı, çenemin altını yokladı. “Başını kaldır bakalım biraz.”

Dediğine harfiyen uydum. Sonra da gözlerimi yumdum. Başımı kaldırdım. Pamuğu göz kapaklarımın üzerinde dolaştırarak makyajımı temizlemeyi sürdürdü. “Ayrıca…” belli belirsiz iç çektiğini işittim. Empati dileniyordu benden, birazcık. “Bu durum, mektupta da yazdığı gibi, Zeliha açısından iyi bir şey.”

Pamuk, göz kapaklarımdan yanağıma inerken beyefendinin bilmiş ifadesiyle buluşturdum bakışlarımı. Bana bakmıyordu. İşine konsantre olmuştu.

“İtalyan da, kardeşini gerçekten seviyorsa onun için de iyi bir şeydir.”

Bazı anlarda, Berkay’ın Pollyanna olduğu algısına kapılmamak mümkün değildi. Başının tepesinde bir kırmızı kurdelesi eksikti sanki. Çözüm üretmeye endeksli ruh hali, bana öylesine tersti ki… Filozoflar tarından karşıt incelemeye alınsak, adımıza özel, zıt uyumlar teorisi yazarlardı şüphesiz.

Eline hafifçe vurdum, makyaj temizleme pamuğunu düşürmesine neden oldum. “Nasıl iyi bir şeyden bahsedebiliyorsun? Aptal mısın Berkay ya? Ortada ölüm var, ortada bir namus meselesi var artık.”

Pes etmeyerek pamuğu yeniden eline almıştı. Kıpırdamamam için çenemi sertçe tuttu. Nazikliğini yitirmişti. Dişlerini sıkarak kazıyordu arta kalan makyajımın kalıntılarını.

“Mardin’de âşık olmak kolay değil,” dedi. Bir kez daha ayrı düştük. “Zeliha sevmiş, değil mi? Aşkı seçmiş. Aşkının peşinden gitti diye ona namussuz etiketini yapıştırmak çok saçma. Yeminler edip onu öldürmeyi düşünmek, çok saçma.”

Kandırıyordu beni. Çıkmazlarıma rağmen haklılığına inandırıyordu beni. “Şehirli şehirli konuşup da benim sinirlerimi iyice bozma,” dedim yıkıcı bir buhranla. Onun düşüncelerine uymak istiyordum da inatçı gururum… Sanki mal kaçırıyormuşum gibi, gümrükten demir almama müsaade etmiyordu.

Boyasını yeni temizlediği göz kapaklarıma –sırayla– vurdu. Bu, fazlasıyla yumuşak bir vuruştu ki; az sonra konuşmasaydı, varlığını hissedemeyebilirdim. “Gözlerini aç İclal,” dedi. Yaralı yüz hatları, sıkıntıyla kırışmıştı.

“Kardeşin, töreyi gayet de iyi biliyordu. Törede değil aşkında yanmak istedi. Hem…” burnunu parmaklarının arasına kıstırıp bir iki ufak saniye boyunca beklemişti. Beni, onu izlemeye mahkûm etti. “Kaçmasaydı, burada tanımadığı bir adamla evlenseydi daha mı mutlu olacaktı? Baban, o kızın aşk evliliği yapmasını asla kabul etmezdi.” Dudağının kenarını yukarı kıvırdı. “Eh, Mardin sınırları içinde zorla evlendirilen her kızın karşısına da bir Berkay çıkmıyor.”

“Krizi fırsata çevirip de kendini övme.”

Küçüklüğümde, damarlarımdan kalbime, töre adı altında bir zehir enjekte etmişlerdi. Yaşım ilerledikçe zehrin beraberinde çektiği halüsinasyonlar artmış; doğru düşünme, doğru irdeleme yetimi köreltmişti. Zehrin kuvvetiyle günden güne ölmüştüm, ölüyordum ben. Sonra karşıma Berkay denen serseri çıkmıştı. Elinde antidot vardı. Tam kapasiteyle çalışamayan antidotu, anlık olarak, yese de zehrimi akabinde eskime döndürse de beni… Kafamdaki katı kalıpların yıkıldığını, parçaların sayemi çizdiğini anlamak için dahi olmak gerekmezdi elbette.

“Bitti,” dedi nihayetinde. Toniğin kapağını kapatmıştı. Boyası silinen yüzüm –sanılarımı da yok ederek– rahatlamama olanak tanıdı. Geceden beri ayakta kalmaya çabalayan bedenim ile ateşkese parmak basmanın vaktiydi. Omuzlarımı düşürdüm. Kendimi yukarı doğru kaydırarak yorganın içine girdim ve yumuşak yastığa gömüldüm.

“Ferhat, Şirin’e olan aşkından dağları delmiş diyorlar,” diyerek devam etti Berkay. Toniği makyaj masamın üzerine bırakmıştı. “Ben de sana aşığım İclal.”

Bana âşık olduğunu söylerken çekinmemesi, şimdi dile getirmesi, günün en güzel olayıydı belki de. “Peki,” diyerek mırıldandım. Ferhat dağları delmiş. Sen, benim için ne yapacaksın Berkay?”

Yanıtı basitti. Lakin dünyalara değerdi. “Olmuşla ölmüşe çare bulacağım. Kardeşinin yerini öğreneceğim.” Fizik kurallarına bir kez daha karşı gelecek yani. “Eğer babandan önce ulaşırsak kaçak âşıkların hayatını kurtarabiliriz.”

Kulağa hoş bir masal gibi geliyordu. Hoş, aslalarla dolu bir masal gibi… Berkay ve dâhiyane söylemleri, her problemin üstesinden gelemezdi. Onun yapabileceklerinin de bir sınırı vardı. Fakat sınırsızlığa sırtını dayıyorsa yaslandığı yerin arkasında durup sonuna kadar destek verecektim ona.

Takım olmak böyle bir şeymiş meğer.

Uzandım. Yanıma gelmiş olan bedenine sarıldım. “Her kızın karşısına bir Berkay çıkmıyor,” diyerek tekrar ettim. Boğukça konuşmuştum. Çünkü dudaklarım, boynunun kenarını süpürüyordu. “İyi her kız gibi değilim.” Daha da bir hevesle sarılışımı sıkılaştırdım. “İyi ki karşıma çıkmışsın Berkay.”

Samimi bir halde kahkaha attı. “Bu cümlenin sonu, iyi ki kan davası çıkmış’a varmadan önce ayrılalım bence.” Dediğini yaptı. Fakat benden ayrılmamıştı. Aklına aniden bir şey üşümüşçesine tek kaşını kaldırdı. “Baksana…”

“Hım?”

“Film izleyelim mi?”

Sorusunu hevesle karşıladım. “Fantastik film mi?”

“Fantastik film.”

Son defa gülümsedi. Yataktan kalkıp kendine ait olan komodini karıştırdı. Bir dakikanın ardından aradığını bulmuştu. Tıpkı benim yaptığım gibi yorganın altına girdi. Tek kolunu omzuma dolarken dizüstü bilgisayarının kapağını açmıştı.

“Ne izleyeceğiz?” diye sordum parlak ekrana bakarken. O saniyede hazırlık tamamlanmış, güçlü bir bahar yağmuru başlamıştı.

“Örümcek adam olur mu?”

Kafa karışıklığıyla yüzümü buruşturdum. “Hiç, örümcekten adam olur mu?”

Garip garip baktı bana. “Bunu söylememişsin gibi davranacağım İclal.”

Hâlâ anlamamıştım. Çünkü örümceklerin adam olabileceğini sanmıyordum.

Çok geçmeden filmin girişi, bilgisayar ekranını karartırken Berkay, açıklama yapma gereği duymuştu. “Şimdilik dublajlı izleyeceğiz. Okumayı tamamen öğrendiğinde altyazılı izleriz, tamam mı?”

“Tamam.”

BÖLÜM SONU

Loading...
0%