Yeni Üyelik
39.
Bölüm

38. DÜŞERSEM KALDIR, UNUTURSAM FISILDA

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Şu yaşıma kadar kendimi küçümsememiştim. Şu yaşımdan sonra da kendimi küçümseyecek değildim. Kendimi küçümsemiyordum. Gücümü katiyen değersizleştirmezdim. Çünkü kendimin, gücümün neler yapabileceğini defalarca kez test etmiştim. Zorlukların üstesinden gelmek, saplanırsam eğer çamurdan çıkmak… Zaman alırdı belki lakin yine başarırdım. Ben, buna inanmıştım. İnançlarımla da yaşıyordum.

Sadece…

Berkay ile birlikteyken zorlukların üstesinden gelmek ya da saplanılan çamurdan çıkmak… Yine başarılıyordu. Ancak zaman almıyordu. Bir büyüyü oluşturan temek elementmişiz gibi; istiyorduk. Düşünüyorduk. Kurguluyorduk. Oluyordu, gerçekleştiriyorduk. Töre bir şekilde harp başlatmışsa bizdeki cephane daha çoktu her halükarda.

Bu sabah, o eski apartmanın rutubet sinmiş merdivenlerinden aşağıya –tabii ki yanımda Berkay ile– mutlu mesut inmemin sebebi buydu. Zeliha’yı bulabilecektik, en sonunda. Babamdan önce.

Bir Sherlock Holmes sayılmasa dahi, yıkık dökük evini home ofis niyetine kullanan, Mardin’in tanınmamış, isim yapmamış bir dedektifi yardım edecekti bize.

Berkay’ın her yere uzanmayı başaran sağlam bağlantıları sayesinde günün ilk randevusuna yazdırmıştık adımızı. Açıklama yapmayalım diye hayalet gibi davranarak da terk etmiştik Karaevren konağını.

Evine gittiğimiz dedektif, çoktan bizi beklemeye koyulmuştu.

Dedektif… Başta büyük bir hayal kırıklığıydı. Kabul etmeliydim ki azıcık uçuk, azıcık kaçık, kısmen de tuhaf bir insandı. Evinde sahip olduğu her bir eşyası ya çizikti ya kırık. Görenlerin aklını kaçırmasına sebep olabilecek bir dağınıklığı vardı. Salonun ortasına kitaplardan ufak bir dağ inşa etmişti. Yorganla, döşekle kitapların tepesinde uyuyordu.

Ayağına kadar gidip de ziline bastığımızda, “Anahtar paspasın altında,” demekle yetinmişti. Biz derdimizi anlatırken ise asla gözlerini açmamış, mışıl mışıl uyuyarak dinlemişti laflarımızı. Zeliha’nın hikâyesini, hem yaptıklarını hem ettiklerini ona –kelimesi kelimesine– aktardığımızda dünya, dedektifin umurunda değildi sanki. Horlamıştı. Derinliğini sorgulamamamıza mahal vermeyerek uyumuştu öylece.

Gerçi uyusa bile… Bizi dinlediği hissini bir şekilde vermeyi başarmıştı.

Bir tek, gitmemize yakın aralamıştı gözlerini. “Sizden para almayacağım,” demek için. Çıkarken dış kapıyı sonuna dek açık bırakmamızı tembihlemesinin ardındansa kaldığı yerden devam etmişti, bahar sonunda kış uykusuna.

Evet, bizden para almayacaktı. Çünkü ortaokul yıllarında Berkay’ın sıra arkadaşıydı. Epey tuhaf bir sıra arkadaşı… Asıl tuhaf olan Berkay mıydı yoksa Berkay’da tuhaf olanları çekmek gibi bir paratoner özelliği mi vardı tam emin olamıyordum ancak karşılaştığım dedektif, hafiften canımı sıksa bile Berkay, sorgusuz sualsiz güveniyordu adama. Doğal olarak ben de ona. Bu yüzden –belki de ilk defa– karamsarlığı rafa kaldırmış, pozitif düşüncelerle dokunmuş bir çarşaf çekmiştim kafama.

Mutluydum. Kardeşim bulunacaktı. Mesuttum. Kardeşim yaşayacaktı.

Birkaç basamak sonunda merdivenleri bitirdik ve dedektifin ‘ev’ diye adlandırarak kaldığı eski püskü apartmanın hükümdarlığından sıyrılıverdik. Dışarı çıktığımızda bulunduğumuz lokasyon, tam olarak, Mardin’in merkeziydi. Çarşının içindeydik. Zaten apartmanın önü de tamamen çarşıyı görüyordu.

Kısacık duraksamanın ardından –duraksamıştık çünkü mağara karanlığını taşıyan o evden sonra güneş ışığına alışmamız için çokça saniyelerin geçmesi gerekmişti– arabayı bıraktığımız açık hava otoparkına doğru yürümeye koyulduk.

Bizi takip eden birbirinden meraklı gözün ilgisinden kaçınmak istiyordum. Yani, Berkay elimi tutmaya yeltendiğinde –gaddarca– parmaklarına vurmuş, kendimden uzaklaştırmıştım. Fakat denemekten vazgeçmedi. Avucunu sırtıma bastırmayı denedi. Kenara çekildim. Kolunu omzuma sarıyordu ki ayakkabıma bulaşan –hayali– toz zerreciklerini silmek için eğildim. Bileğimi tutacaktı ki saatimi kontrol ettim. Parmakları, baharlık kabanımın cebine kaymayı düşündüğünde ise sıcak basmıştı beni. Kabanı bir çırpıda çıkarttım.

Çarşı, Esma Karaevren’e haber uçuracak potansiyel muhbirlerle doluyken Berkay’ın rahat rahat bana dokunmasına izin vermem, rahat rahat ona dokunmam mümkün değildi. Çünkü tartışma çıksın istemiyordum. Haklı olsam dahi bir tanecik kayınvalidemin karşısında, kocamın elini tutmuş olduğum gerçeğini savunmak istemiyordu. Netice… El âlem ne derdi, değil mi?

Ondan kaçınma hareketlerime gıcık gıcık gülen Berkay, inadına yaparmışçasına bir kez daha bana ulaşmaya çalışıyordu ki azıcık yana kayarak aramıza hatırı sayılır bir mesafe yerleştirdim. Akabinde, açılan mesafeyi kelimelerimle döşedim. “İki dakika sırnaşmadan duramıyor musun Berkay, Allah aşkına ya!”

Kapısının önü kalabalık bir esnaf lokantasının bitişinden yürüdük. Mesafemizi küfür eder gibi kapatan Berkay ise durumun karşısında bozulduğunu belirtmek için araladı dudakları. Aynı esnada, ne denli direnirsem direneyim, omzunun omzuma temas etmesini engelleyememiştim.

“Hadi ama İclal…” adımları arasında ayakkabısının burnunu, ayakkabımın burnuna çarparak yürüyüşümü tökezletti, ukala. “Evliyiz biz. Sırf sana sarıldım diye adını çıkartacak değiller.”

Esma Karaevren’in askerleri, adımı öyle bir çıkartırdı ki bundan sonrasında konaktan çıkmaya cüret etsem dahi kötü olmakla anılırdım. Ancak bunu Berkay ile paylaşmadım. Annesi ile ilgili olumsuz olan şeyleri onunla asla paylaşmamaya yemin etmiştim.

“Sen bu insanları bilmezsin,” dedim önümde akan kaldırımı takip ederken. Onun yüzüne değil, yeri öpen eksik gedik taşlara bakıyordum. “Bilemezsin de. Hayatını burada geçirmedin ki. O ülke senin bu ülke benim dolaşmış durmuşsun. Oralarda böyle şeyler normal olabilir ama Mardi-”

“İclal,” diyerek ansızın araya girdi. Konuşmamı bölmekle kalmamış bir de omuzlarımı tutmuştu sıkıca. Üstümde kurduğu hâkimiyete de baskıya da dayanamadım. Beynimden komut koparamayan bacaklarım Berkay’a uydu. Çarşı içinde, el âlemin göz önünde, kaldırım başında kalakalmıştık.

“Kime ne anlatıyorum ben Berkay ya!” dedim ağlamaklı bir tonda. Durduğum yerde çırpınıyordum. Ellerini üzerimden çekmeye, beni bırakmasını sağlamaya çalışıyordum. Tabii tüm çabalarım nafileydi. Berkay’ın beni bırakmaya niyeti yoktu.

“Bıraksana oğlum!”

Kabalığıma aldırmadı. Ela gözlerini anlık olarak yüzümde dolaştırdı. Kafa karışıklığı, arşa çıkmıştı sanki. Kafa karışıklığı mı? Kafası neden karışmıştı ki? Sonuçta gayet açık konuşuyordum. “Ne oldu?” diye sordum kıpırdamayan ifadesine karşın.

Omuzlarımı serbestleştirmeden topuklarımın üzerinde –tıpkı bir bez bebek gibi– döndürmüştü beni. “Şuraya bak,” dedi karşımızdaki kahve dükkânını kast ederek. “Şuraya bak ve görme bozukluğu yaşadığımı söyle.” Tepkisiz bedenimi sarstı da sarstı. “İclal şuraya bak ve yanlış gördüğümü söyle. Çabuk ol.”

Gördüğü yere baktım. Bir an için ben de görme bozukluğu yaşadığımı yanlış gördüğümü sandım. Zira gördüğümü görmüş olamazdım. Kahve dükkânında bir çift vardı. Kadın elleriyle ağzını kapatmış, şaşkınlığını belirtiyordu. Adam ise tek dizinin üzerinde yere çökmüştü. Ellerinin arasında kırmızı bir yüzük kutusu tutuyordu. Başkaları için gayet sıradan bir evlilik teklifi manzarasıydı bu. Ama bizim için…

“Hadi canım,” diye fısıldadım. Küçük dilim, onu yutmamla tehdit ediyordu beni.

“Ne?” diye sordu Berkay. Omzumdaki elleri çekilmiş, gövdesinin iki yanına düşmüştü.

“İkimiz de aynı anda görme bozukluğu yaşıyor olamayız değil mi?” dedim. Korkuyla inkâr ediyordu bünyem. Fakat inkâra daha fazla bağışıklık gösteremedim. Hediye niyetine getirdiği hastalığı bünyeme kabul ettim. “Dilan halam…” kelimelerim sise dönüşüp havaya asıldı.

Akabinde Berkay, hâlâ diz çökmekte olan adamın kimliğini deşifre etti. “Faruk amcam…” bir müddet sustuk. Eğer bu bir şaka ise şakayı yapan kişileri eşek sudan gelinceye kadar döveceğime ant içtim o dakikada.

Sonra Berkay kahkaha atmaya başladı. Basbayağı, eğlenerek kahkaha atıyordu. Garipseyen bakışlarımı ona çevirdiğimde kahkahasının izin verdiği ölçüde –nefes nefese– konuşmayı denedi. “Siz Meran hanımefendileri…” alayını pekiştirircesine başını iki yana salladı. “Karaevren olmak konusunda çok isteklisiniz.”

Dirseğimi –hiç acımadan– Berkay’ın karnına geçirdim. Gücümü kontrol edememiştim. Ki o da bu hareketime epey hazırlıksız yakalanmıştı. İnleyerek iki büklüm oldu. Karnını tuttu. Aynı vakitlerde kahve dükkânında bir alkış tufanı patlak verdi. Müşteriler Dilan halamı ve Berkay Efendi’nin Furkan amcasını alkışlıyordu. Çünkü halam, evet demişti.

Orada daha fazla kalmadım. Yüzümü memnuniyetsizlikle buruşturdum. Duran ayaklarımı canlandırıp hızlı hızlı yürümeye devam ettim.

“İclal!” kendini toparlayan Berkay, bana yetişmek için koştu. “Beklesene kızım.”

Demek bana bahsettiğin aşksal meselen, Berkay’ın amcasıyla ilgiliymiş hala…

*

Bir şeyleri kontrol altında tutmak, yönetmek, her şeye el atmak ya da uçandan kaçandan haberdar olmak gibi itici huylarım tabii ki yoktu. Karaevren konağında, ailecek sessiz sakin geçirdiğimiz akşam yemeğinin ardından odama kapanıp Dilan halamı aramış olmamın sebebi; yalnızca meraktı.

Berkay’ın amcasıyla nasıl tanıştılar, nerede tanıştılar, neler konuştular, evlilik teklifi nasıldı…

Merak ediyordum işte. Bilme arzusuyla yanıp tutuşuyordum öylece. Fakat arzularıma ters gitmeyi hobisi yapan halam, aramalarıma –bir mesajla bile– dönmemişti.

Hayır, evlilik kararına karşı çıkacak değildim. Sonuçta o, ne yaptığını bilen –aklı başında– bir kadındı. Yani, umarım…

Beni –bu noktada– sinirlendiren tek şey, hayatının tamamını etkileyecek böylesine büyük ve köklü bir kararı bizzat ondan duyarak değil de yanlışlıkla görerek öğrenmiş olmamdı.

Her neyse.

Telefonumun ekranını kilitledim me metalik gövdesini yatağa fırlattım. Üzerimdeki elbisenin tülden eteğine hafifçe çeki düzen verip yatak odasından çıktım.

Sessizlik. Konağın geri kalanı gibi koridor da sessizdi. Ev halkının rahatsız edici dikkatine maruz kalmamak için ben de bu sessizliğe uymuştum. Yavaş adımlarla koridoru bitirip halı kaplı merdivenlere yöneldim. Zemin kata ininceye değin de korkuluğa tutunmayı bırakmamış, adım atmayı kesmemiştim.

Merdiven köşelerinden birinde, Berkay’ın mantı sevdiğini söyleyen o bezdirici yardımcı kızı gördüm. Kendisine öldürücü bakışlarımdan koparabileceği tüm hakkı cömertçe verdikten sonra büyük salonun kıyısında bulmuştum kendimi.

Karaevrenler burada oturuyorlardı. Ara sıra, çay bardağının kenarına çarparak çınlayan çay kaşığının çığlığı yankılanıyordu kulaklarımda. İçeriye girmeden önce iyice kapıya yaklaştım. Ufak kapı aralığından salona göz attım. Erhan Karaevren ve Barlas Karaevren, ikili koltuğa –yan yana– kurulmuşlardı. Aralarında dört ayaklı, ahşap bir sehpa vardı. Meyve yiyor, televizyon izliyorlardı.

Onların karşısındaki –karşılıklı– tekli koltuklarda ise Esma Hanım ve Şimal vardı. Kafalarını eğmiş, örgü örüyorlardı. Kelimelerini duyamadığım bir sohbetin içindeydiler.

Kelimelerini duyamasam bile…

İnsan, kendi adına karşı algıda seçicilik taşırdı içinde.

Esma Hanım’ın, “İclal,” dediğini fark ettim. “Şimal, İclal nerede?”

Bu, yaklaşmakta olan kıyametimin ayak sesleriydi galiba. Bana örgü ördürecekti. İfadesinin takındığı hoşnutsuzluk ifade ediyordu niyetini.

Örgü örebilirim diyerek yalan söyleyecek değildim. Maharet gerektiren birçok uğraşta olduğu gibi örgü konusunda da beceriksizin tekiydim. Ve şimdi kapıyı açar salona geçersem Esma Hanım, bir güzel haşlamadan bırakmazdı yakamı.

Büyük salona yaklaşırken kullandığım silik adımları taklit ederek geri çekildim. Bölgeden kaçacaktım. Hem zaten Berkay da yoktu içeride.

Berkay da yoktu içeride.

Sahi, Berkay neredeydi ki?

Aptalca, çevreme bakındım. Sanki Berkay birden önüme çıkacaktı. Ki çıkmamıştı. Duraksayarak zaman kaybetmekten vazgeçtim. Aslında, karşılaştığım yardımcı kıza sorsaydım eğer Berkay’ın nerede olduğunu illa ki öğrenirdim ancak kız cevabı biliyorsa… Onu bu konaktan sürgün etme olasılığım da bir hayli yüksek olurdu.

Sırf bu yüzden kendi çabalarımla aramıştım kocamı. Bahçeye baktım. Mutfağa baktım. Banyoları kontrol ettim. Dama çıktım. Tahtın yakınından geçtim. Oysa birinci katta ki küçük oturma odasındaymış.

Koşarak oturma odasına girdiğimde –dengesini kaybeden– yarısı buzlu camdan yapılmış kapı, duvara sertçe çarptı. Dağılan gürültü, Berkay’ı yerinden sıçrattı. Telefonunun parmaklarının arasından kayıp yere düştüğüne şahit oldum.

“Ne yapıyorsun İclal?” diye sordu hayretle.

Hızımı kesmedim. Atlarcasına, oturduğu koltukta yanına yerleşmiştim. Kollarının arasına girdim ve sorusunu o şekilde cevapladım. “Kaçıyordum.” Nefeslerim birbirine karıştığı için ancak tek tük konuşabilmiştim.

“Kimden kaçıyordun?”

“Annenden.”

“Neden?”

“Kaçmasaydım bana örgü ördürecekti.”

Keyifle sırıttığını hissettim. “Pekâlâ,” kollarının, bedenimin etrafındaki baskısını arttırırken sırtımı göğsüne bastırmıştı. “Öyleyse seni bulmamasını sağlayalım.”

Beni hapsettiği çemberi terk etmeyi asla istemeyerek yerleştim kollarına. Çenesini başımın üstüne yasladı. İkimiz de karşımızdaki televizyonda haberleri sunan spikere bakıyorduk fakat spikeri görmüyorduk.

Kalp atışlarım dinginleşinceye değin gözlerim televizyonda, Berkay’ın himayesinde kalakaldım. Ardından hafifçe kıpırdanıp beynimi kemiren konuşmanın açılış kurdelesini kesivermiştim. “Halamı aradım,” dedim başparmağımla elinin tersini okşuyorken. “Defalarca aradım ama açmadı.”

“Açmaması normal.” Hem endişemi hem merakımı çok iyi hissedebildiğinden emindim. Lakin içime su serpecek sözler söylemek yerine dağınık fikirlerimi hepten raydan çıkartmayı seçmişti. “Amcamla meşguldür.”

“Berkay!” kaşlarımı çattım. Geri çekilmeyi deneyip yüzüne öfkeyle bakmak için harekete geçiyordum ki beni daha fazla kendisine çekip çaresiz girişimlerime son verdi.

“Kızma hemen zevcem,” dedi. Sesi, açık açık eğlendiğini belirtiyorken –Allah aşkına– nasıl kızmazdım ki?

“Kabul, kızınca da ayrı bir güzelsin ama kızma.” Elinin tekini alnıma çıkarttı. Parmaklarının sıcaklığını tenimde dolaştırdı. Tamam, ne için kızgındım ben?

“Bana kızma,” diyerek devam etti. Benim için yeni bir dünya görüşü inşa ediyordu sanki. “Halana da kızma.” Başımın üstünü terk eden çenesi, omzumda dinlendi bir süre. “Onu suçlayamayız. Ne yapalım, Karaevren erkeklerinin cazibesine dayanılmıyor gördüğün gibi.”

İnşaatı tamamlanmamış dünya görüşü, tepemin tasını attırdı o anda. Sıcak bir çaydanlık dökülseydi başımdan aşağıya eğer, böyle berbat hissetmezdim herhalde. Bozuk moralimi yapıştıracak bir şeyler söyleyeceğini düşünürken ben, o, kendi çapında alay ettiği kurbanın etlerini zararına dağıtıyordu.

Beyefendinin –artık bunaltıcı diye nitelendireceğim– kıskacından kurtulmak için daha kararlı çırpınışlar sergilemiştim de nafileydi hani. En sonunda, yüksek perdeden çıkışmakta ummuştum çareyi.

“Çeksene kollarını ya…”

Kahkahaya yakın tonlamada gülüyordu. Güç bela, başımı çevirip ela gözlerinin içindeki parıltıyı buharlaştırırcasına izledim kırışan çehresini. “Sinirlerimi bozuyorsun Berkay.”

Gülmesini tamamlayıp bünyesini toparlasın diye bekledim. Baskısından kurtulmayı denedim de denedim. Nihayetinde, direnişimi kabullendi.

“Kollarımı sahiden çekeyim mi?” sonra, sahiden çekmişti kollarını. Ellerini havaya kaldırdı, istediğimi yaparak benden uzaklaştı. “Kollarımı çektim. Annem yakalamaz mı seni İclal?”

Lanet olsun. Haklılığının üstüne toprak atmayı diliyorum serseri.

“Tamam,” dedim küskünce. Yenilgi şah çekmiş, mat ediyordu beni. “Tamam çekme.” Yutkunarak susturdum kısık sesimi. Akabinde yeniden yaklaşmıştım kendisine. Yaklaşımımı memnuniyetle karşılayıp bir defa daha sarıldı bana. “Her seferinde haklı olmandan nefret ediyorum.”

“Ah…” dedi derin derin iç çekerek. Dertli davranıyordu. “İngiliz de sevmezdi halı olmamı.”

Resmen diyordu ki, “Cinnet geçir İclal.” Dişlerimi sıkarak elimi yumruk haline getirdim. Çarşıdaki olayı yeniden yaşamamıza sebebiyet verircesine de dirseğimi karnına geçirmiştim. Abartısız bir acıyla inlemişti. Aslında daha sert vururdum da hissettiğim aşk, merhametli davranmaya itekliyordu beni.

“Kızım ne yapıyorsun ya?” kollarının kavrayışı bedenimden çekilir gibi oldu. Esma Hanım’ın korkusundan dolayı çekilmesine müsaade etmemiştim. Ellerini yakalayıp omzuma bıraktım. Beni başından atmamıştı neyse ki.

“Bu iki oldu İclal.”

“İyi,” diye mırıldandım. Oldukça nettim. “Üçüncünün dirseğim değil kurşun olmasını istemiyorsan ayağını denk alırsın.”

Sözsüzce onayladı beni. Suskunluğun gözetiminde oturduk.

Berkay’ın sigaraya benzediği ile ilgili bir kanı atılsaydı ortaya, sorgusuz sualsiz inanırdım –herhalde– kanının yapımcılarına. Dumanı boğardı ya hani sigaranın. Kolay kolay kopamazdı hiçbir tiryaki beyaz kâğıda sarılı tütünün etkisinden. Boğulsalar dahi dumanı çekmek isterlerdi içlerine. Belki de her şeyi unuttursun diye.

Evlendiğim adamın kolları arasında oturmak, unutturuyordu bana iyi kötü ne varsa. Parfümünü solumak, yeniden hazırlıyordu bünyemi hayata.

“Of,” çektim sahicilikle. Bindiğim sıcak hava balonu, soyut diyara uçmadan evvel ayaklarımın yere basması gerekiyordu çünkü. “Şimdi, halam ciddi ciddi evlenecek mi ya?”

Belirli bir konuya odaklanmış halde ilerleyemememin önündeki en büyük engeldi Berkay. Bir şey yapmıyordu. Bir şey yapsa kuramayacağı bir aşiyana kilitliyordu beni adeta.

Azıcık uzanıp kumandayı aldı. Gereksiz yere gürültü yapan televizyonun gürültü gücünü kesti. “Gençler birbirlerini görmüşler, sevmişler, anlaşmışlar,” dedi. Deniyordu da sinir kırmaya endeksli özünden uzaklaşamıyordu orası ayrı konu. “Evlenecekler tabii. Bu çok normal İclal.”

Terliklerimi çıkarttım. Bacaklarımı uzatıp çıplak topuklarımı orta sehpaya yerleştirdim. İyice yaslanmıştım beyefendinin arkamda durmasına alıştığım varlığına. Alt kattaki büyük salondan çıkan muhabbet sesleri, girse dahi aramıza bir şekilde birbirimizde tutuklu kalmayı başarıyorduk, ne zafer ama.

“Bizim için normal değildi,” dedim dudaklarımı kıpırdatmakta sorunla boğuşarak. Sanırım… Dilan halamı birazcık kıskanmıştım. Defalarca kez evlenmiş olsa dahi defalarca kez âşık olmuş, sevmişti işte birini. Âşık oldukları ise ona evlilik teklifi ile gitmişti, tıpkı kapılmayı reddettiğim o masallardaki gibi.

“Deme öyle.” Berkay’ın harfleri tarafından savrulan birkaç tutam saçım, kirpiklerimin çapına düşmüştü. “Aramızdaki ilişkiyi normal hale getirmek için çok çabaladım.”

Çabalamıştı tabii. Çabaladığında kapılmıştım ya ben de ona. Yine de onun kadar romantik ve naif karaktere sahip birinin nasıl bir evlilik teklifi ile karşıma çıkacağını düşünmek bile heyecandan kıvrandırıyordu aklımın ucunu bucağını.

“Evet,” dedim bana uyguladığı alayın bir değişiğini kelimeme naklederek. “Önüme bir anlaşma sürerken epey çaba harcamıştın.”

Boynuma eğildi. Dudaklarının tüy misali yumuşaklığı, cildimi tatlı tatlı kaşındırdı. “Malum, biraz hırçınsın İclal,” dedi tereddütle. “Sana yaklaşabilmek için bir bahaneye ihtiyacım vardı. Anlaşmayı bahanem yaptım.” Yanağımı öptü, ruhani bir varlıktan hallice. “Ama artık gerek kalmadı.”

Daha bir gün kadar önce aynı şeyi irdelemişken, şu anda, bir gün sonrasında bunu ondan duymayı garipsemiştim açıkçası. “Anlaşmayı iptal mi ediyoruz?” diye sordum.

Kırmızı kalemle işaretlediğim yarımcı kız, küçük oturma odasının kapısının kıyısından –özellikle yaptığından emindim– yürüyüp giderken bana sokulmayı abartan Berkay, tüm şakacılığını bırakmıştı ansızın. “İptal etmekte geç bile kaldık.”

“Ne yani? Bu, bir daha seninle birlikte davetlere katılamayacağım anlamına mı geliyor?”

Davette gördüğüm kadınların ihtişamlarını kendimle kıyaslayamayacağımı hatırladıkça Berkay’ın onların karşısında tek başına olması fikri, tüylerimi diken diken ediyordu ki anlaşmanın maddelerini sonsuza değin çekiştirebilirdim.

“Yine olsa,” dedi Berkay düşünceli düşünceli. “Yine müşterime gülümser miydin İclal?”

“Müşterinin canı cehenneme,” dedim duraksamadan. Duygularımın kazdığı tünele baretsiz girmiştim. “Sadece sana gülümserdim.”

Omuzlarını silkti. “Öyleyse katılabilirsin.”

Biraz duraksadım. Kast ettiğini geç algılamıştım. “Berkay ya…”

“Ne, ya?”

Daha fazla sırtım dönük kalamayacağıma kanaat getirerek –Esma Hanım’a yakalanmayı göze almıştım çoktan– yüzümü ona çevirdim. Gözleri zaten üstümdeydi. “Zeliha’nın mektupta bahsettiği şu kararan elma teorisi doğru galiba.” Şakağımı koltuğun arkalığına yaslayıp manalı manalı seyrettim, sayısız manzarayı gölgede bırakacağından şüphe duymadığım yüzünün her yanını.

“Sen yanımdayken tamamlanmış hissediyorum,” diyerek ekledim. “Ne olursa olsun kararmayacakmışım gibi.”

Duygularıma henüz ben yabancıyken Berkay, sözlerimi kırk yıllık dostuymuşçasına selamladı. “Hissettiklerimi hissetmeye başlaman beni nasıl mutlu ediyor var ya zevcem, anlatamam.”

Tek kaşımı kaldırdım. Ruhsatsız araba kullanımı misali olan sınırları zorladım. “E hep yanımda olacaksın öyleyse?”

Gülümsedi. İçe göçen yanağı, gamzesini saygı duruşuna çağırmıştı. “Hep yanında olacağım,” dedi. Ne azdı söylemi ne de fazla. Tam tamına tekrar etmişti söylediklerimi. Olanlar, kalbimin ortasına indi.

“İclal?”

“Berkay?”

Benim yaptığım gibi şakağını koltuğa emanet ediyorken konuşmayı sürdürdü. “Suflör ne iş yapar biliyor musun?”

Suflör, sahnenin görünmeyen bir yerinde dururdu. Unutulan sözleri fısıldayarak oyunculara anımsatmakla görevliydi. Hayaletvari destekçi, gizli kurtarıcı gibi… “Biliyorum,” dedim. Dilan halam sayesinde.

“Öyleyse hep yanında olmakla kalmayacağımı da bil,” dedi. Başını eğerek, gözlerini gözlerime dikerek… “Ben, senin bu hayattaki suflörün olacağım.” Parmakları yüzümü, anne-babamın yapmadığı şefkatle sevdi. “Düşersen kaldıracağım, unutursan fısıldayacağım.”

Ortamda bulunan mesafesizliğin, yüreğime giden damarları tıkadığını sezdim. “Sen de benim suflörüm olacak mısın?”

Pekâlâ, evlilik teklifi etmese, evlilik teklifi ettiğini düşünmesem de olurdu. Zaten hep, evlilik tekliflerine yakışacak duygusallıkta konuşuyordu. Sadece benimle.

Sol elimi kaldırıp odağını alyansıma çektim. “Olacakmışım gibi görünüyor.”

“Berkay,” dedim sonra. Epeyce eğilmiştim dudaklarına. Sırf, devrelerimi yaktığı gibi devrelerini yakabilmek için.

“Hım?” dedi hülyalı bir Yeşilçam oyuncusu misali.

“Canım sufle çekti.” Romantikliğim burada bitiyordu işte. “Bana sufle yapar mısın?”

Suratını asarak uzaklaştı benden. “Emin misin? Son sufle yapma girişimimiz pek de iyi sonuçlanmamıştı sanki?”

“Lütfen yaa…” parmaklarımı iç içe geçirerek çocuk ısrarı tutturdum. “O gece olanlar, olağanüstü bir haldi. Alt tarafı bir sufle yapacaksın. En fazla ne gelebilir ki başımıza?”

“En fazla ne gelebilir ki başımıza…” ayağa kalktı. “Düş peşime.”

Beni kırmamasının sevinciyle düşmüştüm peşine. Mutfağa gittiğimiz esnada ise aklıma dehşet bir ihtimal gelmişti.

“Berkay?”

“Efendim?”

“Amcan, bekâr değil, mi?”

“Tabii ki bekâr... Saçmalama İclal.”

Ah, sen bir dokunuş kadar ötemdeyken saçmalamamak mümkün mü ki yakışıklı?

BÖLÜM SONU

Loading...
0%