Yeni Üyelik
40.
Bölüm

39. ENKAZDAN ÇIKAN MELEK

@hayalrafya

 

keyifli okumalar..

Ya çikolatanın büyüsünden ya da Berkay’ın ellerinin hamura değmiş olduğu gerçeğinden… Esas sebebi çözemiyordum ancak suflelerde bir tür tılsımın barındığı aşikârdı.

Tam önümdeki fırın tepsisinin içinde altı küçük kâse duruyordu. Kâselerin içindeki suflelerse gözlere, seyirlik bir şölen sunuyordu. Benzersiz kokuları, aromalarını yedi düvelin dilinde gezdirmek için mutfağın köşelerini sarmıştı aceleci aceleci. Üzerlerinden çıkan dumanın yüzüme çarptığını hissettim ve kocaman gülümsedim. “Aşırı lezzetli duruyorlar.”

Kirli kapları bulaşık makinesine yerleştirme işlemini bitiren Berkay, yanıma gelip parmaklarımın arasında bir adet tatlı kaşığı sıkıştırdı. Tatlı kaşığının bir eşi de ondaydı. “Öyleyse bu lezzeti soğutarak ziyan etmeyelim.”

Sol baştan ikinci kâseyi kendim için seçtim. Berkay, üçüncüsünü sahiplendi. Kaşıklarımızı hazırladık. Aynı anda, yumuşak sufle kekine batırdık fakat kaşıklar, battıkları yerden çıkamadılar.

Kulakları sağır eden bir çığlık kopmuştu o anda. Birden bedenime hücum eden çığlığa yenilerek irkildim. Tatlı kaşığı elimden kaydı. Kâselerin kenarına çarparak yeri boyladı. İşitilen çığlık sesi, azalmak yerine katlanarak çoğalıyorken araya bir de silah bağırtıları karışmıştı.

“Yine Selim geldiyse artık onu öldürmem şart oldu,” dedi Berkay kendi tatlı kaşığının sorumluluğundan kurtularak.

“Selim olamaz,” diyerek itiraz etmiştim tabii. “Onun ayağını kestim buradan. Selim gelmiş olamaz.”

Tattığım telaşın ısısı ensemi kavuruyorken adımlarım tökezliyordu. Hızlanmak istedikçe yavaşlıyordum sanki. Kolay kolay kapımı çalamayan, korku denilen o illet, eşiğimde paspas olmuştu.

Karaevrenlerin geri kalanı neredeydi, ne yapıyordu bilmiyordum ama mutfağı terk ettikten sonra, dış kapının kenarında bir biz vardık.

Çığlık çoğaldı. Çoğaldı. Çoğaldı. Çığlıkla yarış halinde olan silahın soluğu ise kesilmiyordu.

Berkay portmantodan tüfeğini aldığında arkamızda duran merdivenden aşağıya birkaç Karaevren inmişti. Neler olduğunu sordular. Yanıtlamadık. Bilmediğimiz olguları yanıta kavuşturamazdık ya.

Duraksayarak, onları sakinleştirmeyi deneyerek zaman heba etmedik. Geride kalanlar, geride kaldılar. Biz, bahçeye çıkmıştık.

Korumalar alarm halindeydi. Normalde beş- on olduğunu bildiğim sayıları, takip edilemeyecek bir hızda artmıştı. Konağın çevresini sarmış durumdaydılar. Güvenlik önlemlerinin sağlığı için birbirlerine direktif yağdırıyorlardı.

Berkay yanlarına erişti. Zar zor duyabildiğim birkaç talimatı adamlara sıralamasının ardından bana döndü. Art arda, konakta kalmamı tembihlemişti lakin kendisi, kaynağını bilmediğimiz bir tehlikenin içine yürüyecekse dizimi kırıp da konakta oturmamı bekleyemezdi benden.

Esir diye çektiğim bir diğer korumanın yedek silahını kaptım. Berkay’ın onaylamaz bakışlarının önderliğinde, bahçenin çıkış kapısına doğru süratle ilerlemeye başladım. Hızlıydım. Ayakkabılarımın parke taşları döven gürültüsü kolayca fark edilebilirdi tabii hem çığlık hem de savrulan kurşunların sesi, böylesine şiddetlenmeseydi.

Beni kararımdan caydıramayacağını iyice kavrayan Berkay, peşine taktığı bir avuç koruma ile birlikte gittiğim yolu takip etti. Devamında ekipçe ilerledik. Bahçe kapısını aştık. Sokağa çıktık. Asfaltta uğulduyordu çığlık.

Mahallenin sonunda, kapısı ardına kadar açık bir ev vardı. Rahatsızlık merkezinin orası olduğu gayet belliydi.

O tarafa doğru koştuk. Silah sesleri susmuştu artık. Çığlık da kesilmiş olsa bile… Birileri içli içli ağlıyordu. Eve yaklaştık.

Yolu yarılamışken gövdeme sert bir şeyin çarptığını hissettim. Yeniden kopan çığlık ise bana aitti. Silahımı tutamayarak yitirdim. Kafamı eğip çarptığım şeye baktım. Şeye değil insana: On dört- on beş yaşlarında genç bir kıza. Simsiyah saçları dağınıktı. Simsiyah giyinmiş, gecenin simsiyah haline karışmıştı. Karanlıkla kamufle ettiği için kendini, bu yüzden görememiştim onu. Biz ona doğru koşarken o, bize doğru koşuyormuş. Böylece çarpışmıştık.

Kız, dengesini sağlayabildiğinde parmak uçlarında yükseldi ve bana sımsıkı sarıldı. Kızarmış yüzü, daha da kızarmıştı. “Bana yardım edin,” diye ağladı. “Yalvarırım yardım edin bana.”

Kollarım iki yanımda sallanırken ne yapacağımı bilemez durumda Berkay’a baktım. Gözleri, öfkeyle kararmıştı. Dişlerini sıktı. “Kızı al,” dedi bana. “Götür buradan.”

Onunla birlikte gitmek için itiraz edecektim ki bana katiyen fırsat tanımadı. İki korumayı bana bırakıp öbür korumalarla birlikte kızın koşarak kaçtığı eve girdi.

*

Burada yaşamaya alıştığım kadar töre ile yaşamaya da alışmıştım. Mahallemizi ve çevremizdeki yerleri kaplayan insanların dar görüşlülüğüne alışmıştım. Hiçbir şeyin beni şaşırtamayacağını düşünürdüm, bundan dolayı. Görüp geçirdiklerimin, şaşkınlık kotamı haddinden fazlaca doldurduğunu sanırdım.

Öyle değilmiş.

Berdel kurbanlarına, zorla evlendirilen gencecik kızların kadersizliğine ne denli çok maruz kalmış olursam olayım, hepsinde de büyükçe şaşıracaktım galiba. Hepsinde içim parçalanacaktı ve zihniyetinde gelişmemiş kötülüğü barındıranlardan –bıkmayıp usanmadan– nefret edecektim.

Şu anda, kollarımın himayesinde duran genç kızla birlikte, park benzeri bir açıklıktaydım. Korumalar, oturduğumuz bankın arkasında bekliyordu. Berkay’dan gelecek habere çabuk ulaşalım diye olay yerinden uzaklaşmamıştık.

Tırnaklarımı avuçlarıma gömdüm. Başı omuzumda, ağlayan kızın kömür karası saçlarını yavaş yavaş okşadım. Ağlıyordu. Az daha ağlarsa ciğerlerinin parçalanacağını düşünüyordum. Oysa ben, ağlamıyordum fakat ciğerlerim kurumuştu.

Güçlü durmayı deniyordum. Kızın umudunu kırmamak, onu hayattan kopartmamak adına destek olmayı deniyordum. O, benimleyken onun gibi nicelerinin evlendirilmek üzere yaşama küstürüldüğünü hayal etmemeye çabalıyordum. Eğer kaçmasaydı da kızın karşısına biz çıkmasaydık babası, muhakkak bulurdu onu. Döverdi belki. Ve kendi çıkarları için kızını, hiç tanımadığı bir adamla evlendirirdi.

Neyse ki biz çıkmıştık karşısına. Bize sığınan genç kızın masalının sonunu değiştirmek için elimizden geleni ardımıza koymayacaktık.

Gözlerimi yumdum. Gecenin boğaz kurutan oksijenini hücrelerime ulaştırdım. Tırnaklarımı avuçlarımın en derinine sapladım ve ağlamadım. Kızın da ağlamaması, ailesi yüzünden kendini harap etmemesi için çatlamış dudaklarımı aralayarak konuşmaya başladım.

“Ağlama,” dedim küçük harflerle. Bedenini bedenimden uzaklaştırıp gözyaşlarını parmak uçlarımda temizledim. “Yazık oluyor gözyaşlarına.”

Bu yaşta bu tarz şeyler için ağlıyor olması, dünyayı cayır cayır yakmaya teşvik ediyordu beni. “Seni bu hale getirenler ağlasın. Ölmüş zihniyetleri için ağlasınlar.”

Genç kızın titreyen bakışları, birkaç saniye boyunca yüzünde dolaştı. Sokak lambasının kabul ettiği ölçüde, sadece bakışlarının titremediğini görebiliyordum. Ruhu da titriyordu. Dehşetle titriyordu ruhu.

“Evlenmek istemiyorum,” dedi cansız bir tonda. Dakikalardır aynı şeyi söylüyordu. O, aynı şeyi söyledikçe kişiliğine duyduğu özgüven, bozuk musluk misali kan damlatıyordu.

“Evlenmeyeceksin,” dedim. Yeniden çekmiştim küçük bedenini bedenime. Kolunu sıvazlarken fazlasıyla kararlıydım. Kararlılığımı hissetmesini, artık korkmamasını diledim. “İstemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin, tamam mı? Evlenmek istemiyorsan evlenmeyeceksin.”

Varlığını geri çekti. Bankın ucuna doğru kaymıştı. Bakışlarımızı birleştirdi. Elinin tersi, yüzünü kurularken burnunu sildi. Kullandığım kelimeler, irislerindeki hüzün katmanlarını açıyordu biraz biraz. Fakat dahasına ihtiyacı olduğu belliydi. “Ama babam…” diyerek itiraz etmeye yeltendiğinde onu çabucak susturmuştum.

“Babanı düşünme,” dedim. Elini tuttum. Titremesinin yarısını kendime alabilmeye uğraşıyordum. Kaldıramayacağı yükün altında eziliyor olması, katliam isteği peyda ediyordu gönlümde. Onu anladığımı bilmeliydi. Çünkü ben, kat ettiği yolun bir benzerini yürümüştüm. Böylesi yollar diken kaplama olurdu. Dikenler eti çizer, acı uğruna çırpınır dururdu. Zira onları acı sulardı. Kaos beslerdi. Bahtsızlık büyütürdü.

“Biraz önce sizin evinize giren abi var ya…” başımla ötede kalan, eve çıkan dar sokağı işaret ettim. “Berkay.” Adını söylemek dahi koruyordu sanki benliğimi. “O, konuşur babanla.”

Bahsettiğim şeye inanamıyordu. “Babam konuşmayla ikna olmaz ki,” dedi. Yağmur bulutu misali kırgınlıkla yüklenmişti. “Vazgeçmez fikrinden.” Emindi. Sonuçta babasını tanıyordu. Huyunu suyunu biliyor, verdiği hükmü değiştireceğini düşünmüyordu.

Ancak başka bir şeyi daha bilmesi gerekirdi ki; Berkay, kısıtlamalara boyun eğmezdi.

“Öyleyse,” dedim bürünebileceğim en hakiki neşeye bürünerek. “Berkay’ın konuşma tarzı birazcık farklı olduğu için şanslıyız.”

Genç kızın dikkatini çekebilmiştim nihayet. Ağlamayı unutmaya başlamıştı. Dikkatli dikkati bana baktı. Kafasında, çözüme kavuşamayan istatistikler kurduğunu görebiliyordum. Yaşadığı enkazı terk ettiği anda rastladığı bu tuhaf insanları anlamak emeliyle gayretliydi. “Nasıl yani?” diye sordu.

Minikçe tebessüm ettim. Düşüncelerindeki kasveti –kısmen de olsa– üfleyerek söndürebildiğim için mutluydum. “Dedim ya düşünme sen bunları.” Rüzgârın yüzüne savurduğu saçlarına dokunup tutamları görüş açısından uzaklaştırdım. “Berkay’a güven.”

Korumaların durduğu tarafı kolaçan etti. Bakışlarını, kenarları sökük terliklerine iliştirdi. “Sen güveniyor musun?”

Bu da soru mu? Ben gölgeme güvenmiyorum, Berkay’a güvendiğim kadar.

Çenemi gururla yukarı kaldırdım. “Güveniyorum,” demiştim aksatmadan. “Hem de çok güveniyorum.” Omzumu, kızın omzuna çarptım muzipçe. “Biliyor musun…” kısaca susmam gerekmişti burada. “Birkaç kez de beni kurtarmıştı.”

Genç kız, heyecanla büyüttü gözlerini. Beynim, Berkay’ın beni kurtardığı anları sofraya buyur ediyorken o, nasıl durumlara saplanmış olacağımı tahayyül ediyordu şüphesiz.

“Seni de mi zorla evlendireceklerdi yoksa?”

Tebessümüm epeyce yerleşti dudaklarıma. Evlendireceklerdi değil, evlendirdiler. Fakat bunu söylememiştim kıza. “Benim durumum azıcık karışık,” demekle yetindim. Ben, hayatımdaki en güzel zorunluluğa kurban gitmiştim çünkü. “Ama şunu bil ki…” bir bacağımı diğerinin üstüne attım. “Ne olursa olsun, Berkay illa ki bir çözüm bulup babanı ikna edecektir.”

Kocamı övmeyi bırakmamam, genç kızın moralini düzeltmişe benziyordu. Tebessümümün buruk versiyonunu takınarak bağdaş kuracak şekilde oturdu banka. Öte yandan gözleri, hafiften, kurumaya yüz tutmuş yaşlarla, hâlâ, parlıyordu. “Beyaz atlı prens gibi mi?”

Dudaklarımı büktüm. Konu –her halükarda– dönüp dolaşıp prenslere gelmeyi başarıyordu. “Ben şövalyeyi tercih ediyorum,” dedim. “Prensler kaprisli oluyor.”

Eş zamanlı olarak gülümsedik. Gülüşlerimiz silininceye değin susmuş, ardından sormuştum. “Adın ne senin?”

Başta sormam gereken şeyi sohbet ortasında sormamı garipsemedi. Oturduğu yerden kıpırdanarak yanıtladı beni. “Şimal,” dedi.

Dediği yerden vuruldum. “Şimal mi?” içimde bir taraf, on dört- on beş yaşındayken okuldan alınıp evlendirilecek olan bu kızın adının Şimal olduğu gerçeğini kabul edemiyordu zira.

“Hı-hım.” Kafasını sallayarak onayladı sorumu. “Senin adın ne?”

“İclal,” dedim. Ne dediğimi bilemedim.

“Yanımda olduğunuz için teşekkür ederim İclal Abla.” Uzanarak –yeniden– sarıldı bana. Bense kendime gelemedim.

Aklımla kalbim çatışıyordu. Aynı isimler, aynı hikâyelerde kesişiyordu. Kızı kurtarma arzum arşa çıkmıştı artık.

“Biliyor musun, benim de beyaz atlı prensim var,” diyen Şimal, sarılmayı bırakmasaydı ben tesadüflerden çıkamazdım bir daha. “Yani şövalyem…” çekinerek cümlesini düzeltti.

Ağlamayayım diye kedimi kastım lakin çoktan on bin parçaydım.

“Kimmiş bu şanslı şövalye?” diye sordum. Kıza bakmak, zor gelmeye girişmişti. “Anlat bakalım biraz.”

Heyecanla yutkundu. Şövalyesini anmak kıpır kıpır etmişti infaza gönderilen duygularını, belli. “Adı Barlas,” dedi. Bu gece felç geçirmezsem iyiydi.

Aynı isimler, aynı hikâye…

Ancak bu kez mutlu son değil, mutlu başlangıç.

Hayata zalim derler bir de. Hayat, dedikleri kadar zalim değil. Bir yerden acı veriyorsa bir yerden de verdiği acıları telafi ediyor fazla fazla.

“Aynı sınıftayız. Arada bir konuşuyoruz ama çokça bakışıyoruz.” Utanarak gözlerini gözlerimden kaçırdı. İşte böyle… Yanakları, ağlamaktan ziyada, tatlı tatlı utangaçlıklardan dolayı kızarmalıydı.

“Ona bakmak çok güzel. Onunla konuşmak da çok güzel.” Özlemle iç çekti. “Benim içim her şeyi yapabileceğini söylüyor.”

Bir an sonra tekrar üzülmüştü. “Eğer evlenirsem Barlas’la aramdaki bağı kaybederim.” Parmaklarını sıktı. “Onunla aramdaki bağı kaybetmek istemiyorum.”

Bu Şimal, bu Barlas’ı sahiden çok seviyormuş.

“Korkma Şimal,” dedim umutla. “Hiçbir şeyi kaybetmeyeceksin.” Tanıdığım Şimal’i düşündüm. Tanıdığım Şimal’e deli gibi âşık olan tanıdığım Barlas’ı düşündüm. Öyle devam ettirmiştim konuşmamı. “Ve eminim ileride, Barlas ve sen çok mutlu olacaksınız.”

Omuzlarını silkti kayıtsızca. “İleriye gerek yok. Ben şimdi bile mutluyum. Onunlayken çok mutluyum İclal Abla.”

Sarıldık. Berkay gelinceye kadar sarıldık.

Berkay geldiğinde hızla kalkmıştım oturduğum yerden. “Berkay,” diyerek tek solukta telaffuz ettim adını. Lütfen Şimal’i kurtarmış ol. “Ne oldu?”

Sokak lambasının sarı ışığı, Berkay’ın yüzüne aktı. Yoldaki çukura düşmemizin izleri henüz geçmemişken yüzünde yeni yeni yaralar açılmıştı. Biraz bana baktı. Sonra Şimal’e dönüp, genç kızın önünde diz çöktü. “Şimdi,” dedi. Dağınık görünümüne kıyasla sakinliği topluydu.

“Seninle birlikte evinize gideceğiz. Babanın sana söyleyecekleri var. Onu dinleyeceğiz.” Birazcık nefeslenmek için sustu. “Sonra yatıp uyuyacaksın. Yarın da okula gideceksin.”

Kızın elini tutup ayağa kaldırdı.

“Berkay’ı dikkatle dinleyen Şimal, itaatkârca ayağa kalkarken çekinceli çekinceli sordu. “Evlenmeyecek miyim yani?”

“Evlenmeyeceksin tabii ki.”

Dakikalar ardından ilk defa, rahatça bir nefes aldım. Berkay başarmış. Berkay her zaman başaracaktır.

“Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim…” diyen Şimal, hem bana hem Berkay’a sarıldı.

Ayrılabildiğimizde yerimden kıpırdamadan eve gidişlerini izledim. Okyanusta boğulmaktan beraat etmiştim.

En azından bir Şimal’in hayatını kurtardık.

BÖLÜM SONU

Loading...
0%