Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. YÜZÜKLERİN YAZDIĞI KADER

@hayalrafya

 

 

keyifli okumalar..

Geridekilere fırsat tanımadan çıkmıştım çalışma odasından. Çobanını takip eden koyun sürüsü misali peşimden gelen bizimkiler ve Karaevrenler yüksek yüksek konuşuyor, yerli yersiz bağırıyorlardı. Her iki aileden de sayısız kişi silahına sarılmıştı. Korumalar dört bir yana dağılarak öldürmeye hazır pozisyonlarına kavuşuyorlardı. Herkesi ateşe atmak için bağlı oldukları kişilerden gelecek tek bir emir sözcüğünü bekliyorlardı.

Topluca çıkmıştık avluya. Tehlikeye bakıyorduk. Artık tehlike de ne denli bir tehlike ise.

“Fatih,” diyerek adeta gürledi babam. “Ne yapıyorsun lan sen?”

Ne yapıyorsun Fatih sen?

Karaevren kadınlarından birisi feryat figan ağlamaya başladı. “Hande,” dedi kızına atılmaya çalışarak ancak abim son dakikada onu kolundan yakalayıp kızına gitmesine müsaade buyurmadı.

Sıkıntıyla saçlarımı karıştırdım. Fatih, benim küçük kardeşim doğum günü hediyesine vatoz balığı gibi yapışmıştı. O silah olmazsa yaşayamaz durumda tutuyordu kabzayı. Ne eli titremişti daha ne de babamın ikazı üzerine arkasını dönüp bakmıştı bulunduğumuz tarafa.

Karşısında, ona adını seslenen kadının ağlamasını takınmış halde korkan küçük kıza sabitlemişti namluyu. Pencere arkasından gördüğüm küçük kızdı bu. Müstakbel nişanlımın kardeşlerinden birinin kızıydı muhtemelen. Aileye yakındı ve Karaevren soyadının taşıyanıydı. Şimdiyse kardeşimin hedef tahtası konumunda hüngür hüngür ağlıyordu. Küçük bacakları en fazla altı yaşında olabilecek bedenini taşıyamadığından olsa gerek yere oturmuştu. Korkusunu hissedebiliyordum. Ayrıca ben de korkuyordum. Çünkü iç sesim diyordu ki meğer ben, eserime bakıyormuşum.

“Bir dakika,” diyerek araya girdim. “Bağırmayın.” Kulaklarımın uğultusundan ötürü denilenleri algılayamıyordum lakin Fatih’e bağırıp çağırdıklarını duyamayacak kadar da yitirmemiştim kendimi. Erkek olmadığım için ortaya atılarak onları susturmaya çalışmam kabul edilemez ilan edildi tabii. Susmalarını sağlayan en büyük etken de kabullenemeyişti belki.

Kazandığım sessizliği sırtıma pelerin yaparak kardeşime yaklaşmıştım. “Fatih bana bak.” Sesimi bildiği için bana dönmüştü fakat namlu kızı kast etmeye devam ediyordu. “Fatih.” Gözlerime hemen bakmadı. Arkamdaki kalabalığı kolaçan ediyordu. “Fatih bana bak dedim.”

Kalabalığı taradığı kızgın bakışlarını gözlerime taşıdı. Ona doğru ilerledim. Ettiğimi çekiyorken epey temkinliydim. “Ne yapıyorsun sen o silahla?”

Kuşları vurmamak için bin dereden su getiren kardeşim, bu küçük kızı vurmak konusunda oldukça ısrarcı durumdaydı. “Erkek adam olduğumu kanıtlıyorum,” dedi. Kimliğini çıkaramadıklarımın düşük dozajlı gülmeleri avluyu çınlattı sanki.

Beni yanlış anlamıştı. Oysa erkek adam olması için gereken kanıtları tek tek toplamalıydı hayattan. Her bir kanıtı tırnaklarıyla kazımasını öğütlemiştim zaman zaman. Sihirli değnek birden dokunmazdı. Birden, olmasını tembihlediğim kişi olamazdı. Olgular vakitten nakit çalardı. Pişmeden evvel de mayalanmak şarttı.

“Erkek adam olduğunu böyle kanıtlayamazsın,” dedim dizlerimi kırarak. Boylarımızı aynı hizaya getirmiştim bir nevi.

“Kanıtlarım.” Ayağını yere vurdu. Karaevren adamlarının silahlarını daha fazla meydana sürmesine sebebiyet vermişti bu. “Sen söylemiştin,” dedi. “Sen bana kaybedersem eğer erkek adam olduğumu kanıtlamam gerektiğini söylemiştin abla.”

Gözlerimi sıkıca kapattım. “İclal sen bu çocuğa nasıl şeyler söylüyorsun ya,” diyerek hayıflanan Dilan halam almıştı eline körüğü koşarak gidiyordu yangına.

“Onu vuracağım.” Halama aldırmayan Fatih yeniden kıza döndü. “Beni yendi,” dedi. İfadesine haklılık payı çıkarttığını düşünüyordu ancak şu anda en çok o ve ben yanılıyorduk.

“Seni nasıl yendi?” diye sordum yumuşak olmamaya öncelik tanıyarak.

“Saklambaç oynarken.”

Aramızdaki mesafenin azlığı kardeşime ulaşmamı pekâlâ mümkün kılıyorken onu omuzlarından tutup kendime çevirdim. “Adil bir oyun muydu peki?” omuzlarındaki kıskacımı kaldırmadım. Gözlerinin içine bakıyordum direkt.

Hafifçe tereddüde meyleden Fatih, kafasını salladı. Namlusu yeri kast eden silahı çaktırmadan gözledim. Daha alyansımda kurdele sallanıyorken bu olanlara inanamıyordum.

“Adil bir şekilde yenildiysen erkek adam olduğunu kanıtlaman gerekmez tamam mı?” dedim tane tane. “Anlıyor musun ablacım? Silahı yalnızca şartları eşitlemek için kullanırız.”

Bedenini tuttuğum için tam olarak arkasını dönemese de kıza bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Ablasının kardeşi. Düşüncelerinde dönen değerlendirmenin enerjisi korkuma çarpıyordu.

“Onu vuramaz mıyım yani?” diye sordu. Oynadığı sahayı hayal kırıklığı kuşatmıştı.

“Vuramazsın,” dedim caymazca. “Ver hadi o silahı bana.”

Silahı vermedi bana. Bildiğini okumaktan şaşmazdı çünkü. Mecburen üstüme düşmüştü görev. Zayıfça kavradığı kabzayı bir çırpıda çekip aldım avucundan. Onu serbest bıraktım ve ayağa kalktım. Silahı eteğimin beline yerleştirmiştim.

Feryat eden Karaevren kadını, “Hande,” yakarışlarıyla kızına sarıldı. Fatih ise odasına çıkmak üzere süratle taş merdivenlere sarılmıştı.

Büyük harfli telaş yerini küçük harfli müzakereye bırakırken kalabalık, çalışma odasına dönmek için harekete geçti. Bunca karmaşanın kıyısında, gruptan ayrılan, yabancı tanıdıklıkta birisinin sesini duymuştum.

“Kimi kandırıyoruz? İki yüzükle evcilik oynuyoruz resmen,” dedi evleneceğim Karaevren. Kendi kendine hitap ediyordu ancak onu duymamak, dikkatimin sırtına hançer saplamak olurdu. “Kan davasının bitmeye niyeti yok ki.”

Diğerleriyle birlikte çalışma odasına girmeyi es geçip konağımızdaki küçük bahçeye yürüdü. Arkama bakıp çalışma odasını kontrol ettim. Sonrasında da alyansımın tekini taşıyanın peşinden bahçeye gitmiştim.

*

Bahçenin girişinde duruyordu. Omuzunu yakınındaki ağaca yaslamıştı. Dalların izin verdiği ölçüde –kafası yukarda– gökyüzünü izliyordu.

Aramızdaki on-on iki santimlik boy farkını çözümlediğim o ilk andaydım sanki. İsmini dahi bilmediğim müstakbel nişanlımdan belirgin ölçüde kısa oluşum, evlenmemizi engelleyecekmiş gibi.

Yavaş çekime alınmış bir film karesinden fırlamışçasına yürüdüm. Yukarı kaldırdığı kafasını düzleştirerek ilerideki taş duvarlara çevirmişti yönünü. Sanırım geldiğimi hissetmiş, gökle kurduğu bağlantıyı tek kalemde kesmişti.

Yaslandığı ağacın yanındaki ağacı seçtim ben de kendime. Ancak onun yaptığı gibi yaslanmak yerinde büyükçe bir yaprak kopartmış, evirip çevirerek incelemeye başlamıştım.

“Abime ikinci tuzlu kahvesini içirdin,” dedi kalın tonlu sesini daha net tanımamı sağlayarak.

Konuşmasını bekliyordum tabii de… Lafa Fatih’in çıkardığı olaydan bahsederek gireceğini tahmin etmiştim açıkçası.

“Onunla evlenmek gibi bir düşünceye kapılma diye söylüyorum.” Yüzünü bana çevirdiğinde çoktan ona bakıyordum.

“Kendisi zaten evli... Bir tane kızı var. Şu, avluda kardeşinin vurmaya çalıştığı kızdan bahsediyorum, Hande.” Dudağının kenarına itici bir sırıtış yerleştirdi. “Üstelik yengem ikinciye hamile.” Kafasını aşağı yukarı salladı. “Erkek bekliyorlar. Kumaya ihtiyaç yok yani.”

Tek kişilik resitalinin çekilmez müziğine sabırla katlanmıştım. Konaktan yayılan ışıkların el verdiği ölçüde yüzünü –ömrümün kalanını tamamlarken her gün göreceğim yüzünü– seyretmeye koyuldum. Gerçi boşanırsam ömrümün kalanı söz konusu olmadan kurtulabilirdim onun yüzünden.

“Abin kendini şanslı saymalı,” dedim. Telaffuz ettiğim sözcükler donuktu. “Kahveye fare zehri de koyabilirdim.”

Etik kurulu başkanıymışçasına cık cıkladı. “O zaman senin için ayrılan Karaevren kontenjanına asla yerleşemezdin.”

Yaprağı yere atıp lastik ayakkabımla yeşilliğini çiğnedim gaddarca. İnkâr edecek değildim. Birçok kızın hayran olacağı yakışıklılıkta, klasik, bir yüzü vardı. Hatta prensesler kurbağaları öptüklerinde ona dönüşmesini dileyebilirlerdi içten içe. Ancak benim dilediğim tek şey, karşımdaki iki ayaklı bela ile bir an önce evlenmek ve planladığım geleceğime erkenden kavuşabilmekti.

Sırtımı dikleştirip kenarında soluklandığım ağaçtan uzaklaştım. “Karaevren olmaya hevesli değilim,” dedim meydan okuyarak. Benim soyadımı niteliksiz sıfatına indirgeyemezdi. “Meran olmak bana yetiyor zaten.”

Ceketinin düğmesini açmadan önce koyuluğunu da açıklığını da tam kestiremediğim kahverengi saçlarını üstünkörü dağıtmıştı. “Ama babana yetmemiş olacak ki…” omzunu ağaçtan kopardı. “Seni Karaevren yapmak konusunda bayağı istekli.” Tavırlarından aşağı kendini beğenmişlik akıyordu.

Beni ailelerine alsınlar diye gece gündüz yalvarmışız havası verip kendi babasının esas gönüllülüğünü görmezden geliyordu. Görmezden geldiğini hatırlatmak amacıyla, “Senin baban da beni Meranlıktan kurtarma konusunda bayağı istekli,” diyerek sunduğu argümanı çürüttüm.

Alyansını gözüme batırırcasına havaya kaldırdı elini. Alyansı saran kırmızı kurdele, kolu boyunca aşağı sarktı. “Şimdi bu yüzükler kurtardı mı seni?” kendine seçmişti bir gemi. Küçümsemeyi dümene geçirmişti. Kaldırabileceklerimin ötesine uzanan yasaklı sularda da yelken açmıştı şahsiyeti.

“Beni değil, geleceğimizi kurtardığını söylüyorlar,” dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak.

Kan berdelinin, aşiret geleceğimizi akladığı yönündeki masallara fazlaca maruz kalmıştım. Başta, ortalığı kirleten kandı. Öyleyse, töreye göre, en iyi çamaşır suyu sayılıp ortalığı temizleyen de kan olmalıydı. Çivi çiviyi söker hesabı…

“Merak ediyorum,” dedi soyadı bağışçısı kabul ettiğim Karaevren. Gerçekçi bir merak takınmıştı yüz hatlarına.

“İnanıyor musun gerçekten?” biraz ilerleyip aramızda beş adımlık mesafe bıraktı. “Yüzyıllardır süren aile nefretinin iki evlilikle biteceğine inanıyor musun gerçekten?”

“İnanmıyorum,” dedim samimiyetle. Bir adım daha ekleyerek o beş adımı dörde indirgemiştim.

“Çünkü seni sevmiyorum.” Düşmanım olmasaydı hoş bulacağım ancak düşmanım olduğu için soluduğum havayı kirleten parfüm kokusu etrafımı çevreliyordu. Eğer ben onun parfümünü hissedebiliyorsam, şüphesiz, o da bana sıkılan parfümün ciddiyetinde oyalanıyordu. Kızların ısrarıyla maruz kaldığım koku, şimdi memnun ediyordu beni. Kahve pas geçmişti belki ama Dilan halamın hoş kokusuz esansı ile –yine de– zehirleyebilirdim beyefendiyi.

“Şüphesiz ki asla sevmeyeceğim,” diyerek de ekledim. “Alınma ama sevilecek bir tarafında yok.” Omuzlarımı silkip görüntüsünü şöyle bir süzmüştüm. “Fazla iticisin.”

Çenesini sıktı. “Sen de kanatsız melek değilsin.”

“Görüyorsun ya…” kollarımı iki yana açıp varmak istediğim noktanın puntosunu kalınlaştırdım.

“Sen de beni sevmeyeceksin. Birbirini sevmeyen iki kişinin evliliği –şimdilik ikimizi kast ediyordum ama abimin de onun kız kardeşini sevmeyeceğinden adım gibi emindim– nasıl getirecek ki bu aileye sevgiyi?”

Başparmağıyla alt dudağının kenarını sildi kusursuzca. “Yol yakınken geri dönelim öyleyse.” Dört adımı üç adıma azalttı. Gözlerime baktırabilmek için gözlerini kafasını yere eğiyordu. “Evlenme benimle,” dedi basitçe. Duyduğum en cazip teklifti bu. Bir Karaevren’in yapabileceği en cazip teklif…

Topuklu ayakkabı giymemiş olmama sinirlensem de onu bastırmayı atlamadım asla. “Seninle evleneceğim,” dedim bir ile biri toplamanın ikiyi buldurduğunu anlatırcasına.

Gülümsedi. Uzaklardaki mezarlık sakinlerinin bu ruhsuz gülümsemeyi kıskandığı kedindi. “Kendinle çelişiyorsun İclal Meran.” İnanmadıklarımı üste çıkartıyordu şimdi.

“Kendimle çelişmiyorum.” Başından beri dürüst olmakta kararlıydım. Yapacaklarımı ondan değil, onun ailesinden saklayacaktım.

“Töre diye bir bahis açmışlar.” Konağın gölgesinin vurduğu yüzüne çöken karanlığa iyice baktım. “Ben de bahsi kurallarına göre oynuyorum.”

“Kurallar her zaman kazandırmaz.”

“Kazanmak umurumda değil Karaevren. Ben kendimi kurtaracağım.”

“Nasıl olacakmış o?”

“Seni kullanacağım.” Böylece elimde açılacak kart kalmamıştı.

Dudaklarını yalayıp öfkeyle ensesini kaşıdı. “Bu söylediklerini içeridekilere anlatırsam ne olur biliyor musun?”

Raydan çıkan akşam rüzgârı, açık bıraktığım uzun saçlarımı Karaevren’in tenine çarpıyorken o da ben de geri çekilmemiştik. Benden birkaç tutam, onun yanaklarını örten kirli sakala takıldı. Saçlarım aramızda bir keşmekeş yaratıyorken durduğumuz yerde duruyor nefretle birbirimize bakıyorduk. Esinti tarafından skoru tutulan parfümlerimiz ise ayrı bir dünyalar harbiydi.

“Yer yerinden oynar,” dedim ne olacağını bildiğimi söyleyerek. “Silahlar çekilir ve büyük ihtimalle abim seni öldürür.” İlk onu öldürerek nezdimdeki güçsüzlüğüne atıfta bulunmuştum. “Evlilikten dönerek kan davasını yeniden başlatma gibi bir arzun mu var Karaevren?”

Alyans giymiş elini kaldırıp işaret parmağını sertçe şakağıma bastırdı. “Kafanın içinde kurduklarından kaçmak gibi bir arzum var,” dedi harfleri ısırarak.

Şakağımda hissettiğim ağrıyı tırnaklarımı avuçlarıma gömerek bertaraf etmeye çalıştım.

“Seninle evlenmeyeceğim.” Mümkünmüş gibi parmağının baskısını arttırmıştı. Geriye çekilmeden kaldım. Ne denli ileriye gidebileceğini görmek için şakağımı delmek istercesine vurmasına ses çıkartmıyordum. “Buradan gittiğimizde eşyalarımı toplayacağım ve ilk uçakla Mardin’den ayrılacağım. Sen de İclal Meran…” şakağımı serbest bırakıp bu defa da, aynı sertlikle, çenemi kavramıştı. “Yüzüğüne bakıp, kaybettiğin Karaevren’lik için ağıt yakabilirsin.”

Etkisi için oluşturduğum tepki beni, özellikle, alyans geçirilmiş elimi kullanmaya teşvik etti. Çenemdeki elini kabaca ittim ama parmaklarını hemen bırakmadım. Üstüne doğru yürüdüm. Ben üstüne doğru yürürken geriye gitmeye başlamıştı.

“Beni iyi dinle Karaevren.” Sırtı ağaca çarpınca duraksamak zorunda kaldı. “Birincisi,” dedim bırakmadığım parmaklarını geriye doğru bükerken. “Bir daha bana el kaldırmaya cüret edersen eklemlerini parçalar önüne atarım duydun mu?” parmaklarını bükerek bedenine yolladığım acı karşısında sadece çenesini kasıyordu.

“İkincisi…” parmak uçlarımda yükselip yüzümü yüzüne yaklaştırdım. “Paşa paşa evleneceksin benimle. Kıracaksın dizini oturacaksın Mardin’de.”

Parmaklarıyla olan temasımı kesip ceketinin yakalarını kavradım sertçe. “Kan davası bitecek denildiyse tüm saçmalıklara rağmen bitecek.” Geleceğim uğruna savaşmaya atılmışken beyefendinin kaprisleri yüzünden kurduklarımı tehlikeye atamazdım. Zorla ya da güzellikle…

Evlenecektik işte. Karaevren olacaktım bir yerde.

Bileklerimi tutup beni ceketinden ayırdı. “Kendini yükseklerde gören bir hayalperestsin değil mi?” diye sordu deli olduğumu tescillemiş gibi. “Uçuk rüyalarda yaşıyorsun. Aptal tehditlerinle beni korkutabileceğini mi sanıyorsun?”

Hayatta tahammül edebildiğim şeylerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Belki de bu yüzdendir ki muhatabım olan adama tahammül etmeye bile yeltenmiyordum.

Kısacık sessizlik arasında ağaçların kıyısına doğru yürüdü. Ellerini pantolonunun ceplerine ukalaca yerleştirmişti. “Asıl sen beni iyi dinle kızım!” dedi ve ben bir daha zorladım tahammül sınırlarımı. “Dünya yansa da evlenmeyeceğim seninle.”

Sanki ben onunla evlenmeye çok meraklıymışım gibi aramıza sınıf farkı benzeri bir çizgi çekmesi çıldırtıyordu beni. Lakin hüküm verilmişti bir kere. Ben de yapacaklarımı ayarlamıştım. Beyefendinin istediklerine göre oynamıyorduk burada. “Benimle evlenmeyeceksin öyle mi?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.

İmamı anlamadı ya da anlamamış gibi yaptı bilemiyorum. Hiçbir zaman da bilemeyecektim tabii.

“Evlenmeyeceğim.” Ufak adımlarla tekrar yaklaştı bana. “Ne yapacaksın? Ne yapabilirsin ki? Senin gibi bir Hanım Ağa, ne yapabilir bana?” kullandığı ifadeler buram buram alay kokuyordu. Başını geriye yatırarak küçük çapta bir kahkaha attı. “Seninle evlenmezsem topuğuma mı sıkarsın yoksa?”

“Hayır,” dedim soğukkanlılıkla. Eteğimin beline sıkıştırdığım silahı onun takip edemeyeceği bir hızda çekip namluyu alnına bastırdım. “Topuğuna sıkmam,” derken de dişlerimin arasından konuşuyordum. “Topuklardan ziyade kafataslarında açılan deliklerle ilgileniyorum.”

Hadi bakalım, şimdi de benimle evlenmeyeceğini söylesene şehirli damat.

Bir şeyler söylemeye tenezzül etmediğinde üstünlüğümü kullanıp gözlerimi gözlerinden kopartmadan devam etmiştim. “Beni sınama sakın. Bana sakın meydan okuma.” Silahın emniyetini açtım. “Neden biliyor musun?” Sağ elime destek olsun diye sol elimi de yerleştirdim silaha. “Çünkü şaka yapmayı beş yaşında unuttum ben.”

Âdemelmasının kıpırdanışından yutkunduğunu anladım. “İclal Meran,” diyerek adımı sayıkladı. İki yanında sallanan ellerini, silahın gövdesindeki ellerimin etrafına sardı sıkıca. Ben tekken, şimdiyse birlikte bastırıyorduk namluyu alnına. Gözlerini gözlerimde tutamadı. Bakışlarımızı ayırdı. Dudaklarını yukarı doğru kıvırdı. “Beni çok uğraştıracaksın değil mi?”

"Çok değil merak etme," dedim. Ellerinden ellerime yayılan sıcaklıkla sakinleştiğimi hissetmiştim. “Beni uğraştırdığın kadar uğraştıracağım seni Karaevren.”

Alyansların yazdığı bu ortak kaderde, beni uğraştırdığın kadar Karaevren…

 

 

 

BÖLÜM SONU

 

Loading...
0%