Yeni Üyelik
42.
Bölüm

41. FAZLA ODA VE DİĞER TÜRLÜ MESELELER

@hayalrafya

 

yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..

 

keyifli okumalar..

Düğün öncesi kavgaya karışmak büyük ahmaklıktı. Ancak yola baş koymuştuk bir kere. Geri dönmek yakışık almazdı.

Aylar evvel ilk kez yaptığımız gibi aylar sonra yeniden bizim mekândaydık Berkay ile birlikte. Mesajında söz verdiği gibi tam da beş dakika sonra çıkmıştı şirketten. On dakika sonrasında da buluşmuştuk. O hengâmede, Dilan halamın gelinliğini kimin tuttuğunu ise bilmiyordum.

Kumarhaneye vardığımızda Selim ortalarda değildi. Hatta kumarhanenin sınırları içinde bile değildi. Baskına gelen adamları oyalamamış, emrime karşı gelmeyi huy edinmişti bir nevi.

Omu umursamadım. Onu umursayacak olsaydım zaten dünyaların başıma yıkılacağı kesindi. Bu yüzdendir ki içeri girmiş, adamları tereddüt etmeden dövmüş, tereddütsüzce dövülmüş, paramızı onlara kaptırmadan da dışarı çıkmıştık. Kumarhane ile ilgili yürütülmesi gereken talimatları bir başka elemana bildirmeyi unutmamıştım. Zira Selim’e kalırsa işimiz yaştı.

İki kişilik mafyacılık oyununu bitirmek, bir günden fazla sürmedi.

Şimdiyse Şimal ve Barlas Abi’nin kaldığı odadaydım. Her işimi tamamlamış olmanın rahatlığını kullanıyordum, sonuna kadar.

Karaevren konağına, Mardin’in en meşhur kuaförü getirilmişti. Hararetle ve heyecanla Dilan halam ile Faruk amcanın düğününe hazırlanıyorduk.

Düğün telaşından ötürü konağı paylaştığımız Karaevrenler, bizde artık rutin haline gelen yaralarla berelerde pek fazla ilgilenmediler. Zaten pufa oturduğum andan itibaren tepemde dikilen kuaför, cildimdeki morlukları ve yaraları dakikalar içinde kapatmayı unvanına yakışır bir ustalıkla başarmıştı. Tıpkı birçok mesele gibi…

“İclal,” dedi Şimal hem birden hem hayretle. Saçlarıma maşa yapan kadının hareket etmeme müsaade ettiği ölçüde arkamı dönüp ona çevirdim bakışlarımı. Fas’tan özel istekle sipariş edilmiş eşarbına son iğnesini takarken ayaklarıma bakıyordu. “Abiye elbisenin altına spor ayakkabı mı giydin sen?”

Annesinin sorusu üzerine, karşı pufta kendi saçlarına sim döktüren Hande’de bakmıştı ayaklarıma. Minik elleriyle ağzını kapattı, ufakça gülmeye başladı.

Onun gülüşlerine katıldım. Şimal’e ise kısaca muziplik vaat etmiştim. “Giydim.” Saçıma dondurucu spreyi sıkıp final hamlesini de gerçekleştiren kuaför, eşyalarını toplamaya girişti. “Rahatına düşkün biri olmak suça, vur gitsin beni Pakize.”

Hande’nin ve benim kahkahalarıma kuaförler de yavaştan eşlik ettiler. Şimal, kafasını iki yana sallayarak –keyifli bir halde– iflah olmayacağımı anlattı.

Akabindeyse beklenmedik bir şey olmuştu. Aynaya vuran yansımamdan, bekâr görümce topuzu gibi duran saçlarımı kontrol ettiğim esnada bir çift –taviz vermeyen– topuklu ayakkabı tınısına önderlik etti kulaklarımız.

“Allah aşına düğün öncesinde kim kimi vuracakmış ya?”

En korkulu kâbuslar, en rahatsız uykular, dayanılmaz rüyalar misali, çöle yakışmayan vaha gibi… Esma Karaevren, Şimal’in odasına giriverdi. Bizi delici bakışlarından mahrum bırakmak gibi bir merhametsizliğe yeltenmemişti. Şalının bir ucunu omzunun gerisine –asaletle– savururken bakışları yeri seyreden kuaför kızların çıkıp gitmesini izledi.

Ben Şimal’e baktım. Şimal bana baktı. Hande bir annesine, bir bana bir babaannesine baktı masum masum. Hepten yerleşen sessizlik, beraberinde taşıdığı gerginlikte balayına çıkıyorken dakikalar bitiminde konuşan Esma Karaevren olmuştu. “Kızım, sizin saçlarınızın haline ne böyle?”

Dudaklarımı hoşnutsuzlukla büktüm. Şimal kapalıydı. Bu lafı tabii ki Hande’ye değil bana söylemişti. Kaskatı kesilen parmaklarımı saçlarımdan indirip kucağıma düşürdüm. Oysa yapılan topuzu gayet de beğenmiştim.

“Beğendin mi babaanne?” diye sordu Hande. Doğrusunu dillendirmek gerekirse sorusu, büyük cesaret istiyordu. “İclal yengemle aynı modeli yaptırdık.”

Gözlerimi kapatıp kirpiklerimin dibini pişmanlıkla kaşıdım. İclal yengeni karıştırmasaydın keşke.

Torunun heves yüklü kalbini kırmaya cüret edemeyen Esma Hanım, “Yani…” diyerek mırın kırın etti. Kapı önünde durduğu yerden ayrılmış, oturduğum pufun yanına gelmişti. “Bilemedim şimdi…” kenarda duran ahşap tarağı aldı. Teklifsizce, saçımdaki tel tokaları çıkartmaya başladı. “Simi çok koymuşsunuz be kızım.”

Kibarlıktan yoksun hareketleri yüzünden can çekişen saç tellerimi bu cadı kadının pençelerinden kurtarmak için çırpındım. Çırpındım, çırpındım. Çırpınışlarım nafileydi.

Sözcüklerden medet umarak, konuşmayı denemiştim onun için. “Esma Hanım,” dedim elimi pençesinin üstüne koyarak. “Canımı acıtıyorsunuz.”

Aldırmadı. Bekâr görümce topuzumu tamamen açtı. Ve dalgası belirgin saç tutamlarımı hırsla taramaya girişti. “Kızım olmaz böyle.” Nasihat veriyordu bir de. “Bu halde çıkılmaz insan içine. Madem usturuplu giyinmiyorsunuz şu saçınız başınız usturuplu olsun bari.”

Canımın acısı arttı ve arttı. Öyle ki midem bulanmaya başlamıştı. Herkese her şeye kafa tutan ben, sırf Berkay ve annesinin arasını bozmayayım, kocamın canı sıkılmasın diye katlanıyordum Esma Hanım’ın cadılığına.

“Yabancı biri olmayacak ki,” diyerek müdahale etti Şimal. “Aile arasında bir düğünden bahsediyoruz anne.” Aynı anda, Hande’nin birkaç parça kıyafetini katlıyordu. Sana imrenmemek elde değil eltim. “Heves ettiler işte. Kırma heveslerini.”

Tarağın dişleri, kafama batarak sınadı beni. Tırnaklarımın avucuma uyguladığı baskıyı arttırdım ki; bir kaza çıkmasın, Esma Hanım’a vurma olasılığımı önleyebileyim.

“Hayır efendim. Dikkat çekemezler. Karaevren’siniz kızım siz. Bu öyle basit bir şey değil.”

Başlayacağım sana da Karaevren olmaya da diyerek bağıramadım tabii ki. Gözümü kıssam bile sakindim, sakin. “Esma Hanım…”

Hande, başlayan cümleme müdahale ederek araya girdi. “Ama insanlar, düğünlerde dikkat çekmezler mi babaanne?” diye sordu. Kaşlarını çatmıştı. Doğru bildiği bir şeyin yanlış olduğunu öğreniyordu büyüğünden. Durumu garipsemesi çok normaldi. Kim garipsemiyordu ki?

Babaannesinin ne cevap verdiğine şahit olamadım. Zira ayna aracılığıyla göz göze geldiğim Şimal’den yardım talep etmekle meşguldüm. Ses çıkartmayan dudaklarım, imdat kelimesini forma kavuşturmak için kıpırdanıyordu.

Çağrıma kayıtsız kalamayan Şimal, yavaşça bize yaklaştı. Annesinin eline –belli etmeden– yapıştı. Minikçe bir tarak kapma yarışı patlak veriyorken olan, benim saçlarıma oluyordu.

“İclal,” diye seslendiğini duyduk Berkay’ın. Kurtuluş umuduyla kapıya baktım. Bir üst kattan sesleniyordu bana. “Lacivert ceketim nerede kızım ya?”

Normalde olsa onun bu cümlesine kızardım. Fakat normalde değildik ve Berkay Bey’in bu cümlesi beni kurtaracaktı. Oğlunun sesiyle saçımdaki odağını yitiren Esma Hanım’ın boşluğundan arsızca faydalandım. Tarağı parmaklarının arasından sıyırarak yere attım ve tüm mide bulantıma rağmen koşarak Şimal’in odasından çıktım.

Arkamdan bağırdı. “İclal gel buraya. O saçları düzelteceğiz.”

Üzgünüm Esma Hanım. Giden yiter, dönmez geri.

Koridor ortasında, sinir bozucu yardımcı kıza çarpmaktan son anda dönmüştüm. Süratle üst kata çıktım. Elbisemin mini eteği çok dar olmadığı için adım atmakta sorun yaşamıyordum iyi ki.

Berkay, beni ikinci kat koridorunun başında bekliyordu. Parfüm kokusu, merdiven aralığına sinmişken korkuluğa tutunmuş, sırıtarak bana bakıyordu. Onu gördüğüm anda adımlarımı yavaşlattım. Tehlikeyi atlatmış, timsahlara yem olmadan gölü aşmıştım.

“Yok artık ama ya…” karşısına geçerek takım elbisesini süzdüm baştan sona, uzunca. “Lacivert ceketini giymişsin zaten Berkay. Farkındasın değil mi?”

“Farkındayım,” dedi manidar manidar. Uzanıp belime sarıldı. Bedenimi kendine çekmesine izin verdim. Hatta biraz daha ileriye gidip kollarımı boynuna dolayarak karşılık vermiştim ona. Sonra, cümlesinin devamını mest edici ses tonunun güzelliğinden dinledim.

“Lakin…” bir İstanbul beyefendisi gibi saygıyla ekledi. “Senin de bir şeylerin farkında olman lazım hermosam.”

Ne denli pratik yaparsam yapayım, ne denli çabalarsam çabalayayım ya da kaç günle kaç geceyi bu uğurda heba edersem edeyim… Berkay’ın sahip olduğu yakışıklı hali, tavrı kelimelere dökemezdim. Hep yetersiz kalırdı satırlar. Onu asla tamamlayamazdım.

Bu yüzden, bakmakla yetinmeye çalıştım. Ölüp bittiğim parfüm kokusunun aroması azıcık ağır geliyordu ancak onun etkisi, tüm kötü hisleri tek kalemde eritebilecek kudretteydi.

“Ne gibi?” diye sordum parmaklarım ensesini, alyansımın soğukluğu tenini turluyorken. Yüzündeki yaraları gördükçe içim parçalanıyordu. Onun başına getirdiğim belalar için kendime kızıyordum. Yine de bela açmanın cazibesine engel olamıyordum, ne yapalım.

Taranmak yüzünden düzenden sapmış, kabarmış saçlarıma dokundu. “Bugün seni hiç öpmediğim gerçeği gibi,” dedi dudaklarımın üzerine doğru. Yüzü çok yakınımdaydı; kalbimin harmonisi bozmaya yetecek kadar yakın.

“B-bu yüzden mi çağırdın beni?” dedim hiç yaşamadığım bir zorluğu tecrübe ederek. Öte yandan kalbimin hızıyla anlaşamayan midem, kasılıyordu devamlı.

“Anneme katlanmayı çok seviyorsan dönüp gidebilirsin İclal. Dur demem.” Açık açık meydan okuyordu.

Meydan okuduğu arenada yendi beni. Zafer tacını, mağlubiyetimin organizatörlüğünde üstlendi. Dudaklarının sıcaklığı sürtündü dudaklarıma. Aklımı başımdan alıyordu temasının tılsımı. Berkay’ın aurası, ruhumu terbiye eden bir din görevlisiydi sanki. Beni doğru yola çekiyordu sürekli. Hissetmek, yaşamak… Öpmek ve biraz da dokunmak… Her şey onunlayken bilhassa kesifti. Berkay, bana sirayet etmekte lüzum bulan en değerli şeydi.

Ondan kopmazdım aslında. Bıraksalar sonsuza kadar kalırdım yanında; tüm olumsuzluğa ve bedenimin standardı çıldırtan tepkileri baş kaldırırcasına. Ancak bazen öylesine şeyler olurdu ki iki sözden, iki bakıştan, iki münasebetten daha etkili…

Erhan Karaevren’in uyarırcasına öksürdüğünü duyduğumuz saniyede ayrıldık. Sanki elektrik akımına çıplak elle saldırmışçasına birbirimizin ırağına düşmüştük.

Çok yitmedi, silinmedi. Sesi, görüntü takip etti. Başını önüne eğmiş olan Erhan Karaevren, yanımızdan geçip giderken kendi kendine, bize duyurmak istercesine, söylendi. “Tövbe tövbe…” dedi alt kata iniyorken. “Herkesin aklı fikri oynaşta… Eli işte olan bir Allah’ın kulu yok ki şurada!”

Erhan Bey merdivenleri tamamlayıp gözden kaybolur kaybolmaz –kene misali– Berkay’ın lacivert ceketine yapıştım. Alnımı, gömleğinin ipeksi dokusuna bastırdım. “Babanın yüzüne nasıl bakacağım ben ya…”

Az önce dudaklarımda olan dudakları, az sonra alnımı öpüyordu. “Dert etme, büyük ihtimalle ben de bakamayacağım.”

Bu kadarla da kalmamıştı tabii. Babasının bıraktığı yerden oğlu devam etti. Bahsettiğim oğul ise, kaderi kaderime yazılmış olan Berkay değil, küçük Karaevren idi: Zehra’nın biricik nişanlısı Baran.

Üzerimize düşen fıstıkların çarpma etkisiyle yerimizden sıçrayarak yukarı baktık. Merdiven boşluğundan aşağıya doğru sarkmış olan Baran, ona baktığımız anda fıstık atmayı kesip fıstık yemeye başladı.

“Oğlum, ne fıstık atıyorsun ya?” diye bağırdı Berkay. Lacivert ceketindeki fıstık tozlarını silkeliyordu bir yandan da.

“Yengecim,” dedi Baran, ağzı dolu olduğu için sesi azıcık baskılanmıştı. Geri çekilip merdivenleri inmeye koyuldu. “Ve sevgili abicim…”

Yanımızda durduğunda bize de fıstık ikram etti ancak oralı olmadık. Böylece başladığı cümlesini bitirebildi. “İşinizi tamamladıysanız Barlas abim çağırıyor. Arabaları konvoya hazırlayacağız.”

Pekâlâ… Balık baştan kokar diyorlardı değil mi? Düğün gününü nasıl geçireceğimiz de tam şu anda, az buçuk, belli olmuştu galiba. Felaket.

*

BİRKAÇ OLAY SONRASINDA: SAAT, GECE YARISI

Gözlerimi açtığımda irislerime, kaynağı belirsiz bir yerden, ışık saplanıyordu. Gündüz yaşadığım saç tarama vakasına kıyasla, ışığın saplanışı daha bir istekle sömürüyordu can damarımdaki kanı.

Kirpiklerimi art arda kırpıştırdım. Yabancı birisinin eli, kaşlarımın üzerindeydi. Uyandığımı ve eş zamanlı olarak kıpırdandığımı fark ettiğinde geriye çekilmişti.

Görüş açımdaki bulanıklığı gidermek adına kendime birkaç saniyelik dinlenme mühleti tanıdım. Ardından yanımda bekleyen yabancının kimliğini kendimce açığa çıkartmak için ondan tarafa bakmaya başladım.

Karşımda bir adam duruyordu. Kırklı yaşlarının sonlarında olmalıydı. Beyaz önlük giymişti. Elinde, doktorlar dizisinden aşina olduğum, minik bir fener tutuyordu. İrislerime saplanan ışığın kaynağı… Yüzünde ise samimi bir gülümseme vardı. Anlayışla bana bakıyordu. Bu… Bu adam basbayağı doktordu.

Yatırıldığım yerden doğrulup, sırtımı yatak başlığına yasladım. Kafa karışıklığıyla içine konulduğum hastane odasını inceliyorken neler yaşadığımı anımsamak adına zorladım zihnimin maziye tutuklu prangalarını.

En son Baran’a rastladığımızı, konvoy için arabaları garajdan çıkarttığımızı hatırlıyordum. Arabalardan birinin direksiyonunda da sen vardın İclal. Uzun bir kuyruk oluşturduğumuzu da hatırlayabiliyordum.

Mardin’in tarih kokan sokaklarını korna gürültüleriyle rahatsız etmiştik. Pencerelerden sarkan birkaç yaşlı teyze, arabaların üzerine kirli su döktü. Sizden şikâyetçilerdi. Çok gürültü yaptınız.

Gürültünün yedek gücü, bir de türküydü. Berkay, hemen önümde sürdüğü arabadan kafasını ara ara çıkartarak benim için delalım türküsünü söylemişti. Onun sesine radyolardan destek vermiştik. Bu anımsayış, ağrıyan yüz kaslarımı gevşetti sanki.

Doktorun uzattığı suyu tek seferde içtim. Hastane yatağındaki örtü, avuçlarımda buruştu. Çorap söküğü misali kendini belli etmeye başlayan yakın geçmiş, kademe kademe açılıyordu beynimin derinliklerinde.

Düğün, düğün salonunda gerçekleşmemişti. Bizim konak üstlenmişti hazırlıkları. Dilan halamın gelinlik içindeki şahane görüntüsü, endişemi en aza indirgedi bir nevi. Düğün pastası siye kestikleri pastanın içinden çıkan güvercinleri görür gibi oldum. Güvercinlerin teki, Esma Hanım’ı talih kurbanı seçti.

Berkay ile defalarca kez dans etmiş, onun cilalı ayakkabılarına defalarca kez basmıştım.

Halanın attığı çiçek de Hande’nin eline düştü. Küçücük kız…

Enerjimiz kesilinceye değin halay çekmiştik. Halay sırasında, Berkay’ın yanında yer almaya yarıca özen göstermiştim. Peki, sonra ne oldu ki?

Berkay’a mail gelmişti, dedektiften. Onula birlikte çalışma odasına geçmiştik yanılmıyorsam. Mail, Zeliha ile alakalıydı. İclal, Zeliha evlenmiş. Giovanni la Fabro ile evlenmiş. Evet, olmuştu öyle bir talihsizlik. Zaten kaçtıkları için böyle bir sürprizi beklediğim için pek şaşırmamıştım açıkçası.

Kürşat Meran’ın bir de İtalyan damadı var artık.

Sonra, sonra, sonra… Ben neden bayılmıştım?

Sızlayan alnımı ovuşturdum. Berkay ile bir karar vermiştik değil mi? Dedektif aracılığıyla Zeliha’ya haber yollamak için, babamın ettiği namus temizleme yeminini bildirmek için.

Ya sonra?

Kapı çalmıştı. Meran konağının kapı tokmağı, elem dolu üç vuruşun yankılanmasına izin vermişti kolonda ve duvarlarda. Davetsizler geldi. Abim… Tabi ya abim ve Hüma, Mardin’e gelecek deli cesaretini göstermişti. Üstelik yeni doğan çocuklarıyla birlikte…

Elbisemin yakasını çekiştirdim. Sıkıntı basıyordu yine.

“İyi misiniz İclal Hanım?” diye sordu doktor. Kafamı sallayarak onayladım onu.

Abimin Beril’den boşandığı duyulduğunda çıkan kıyametin şiddeti ile titredim. Aşırı stres ve gerginlik, Şimal’in erken doğum yapmasına neden olmuştu. İşte o saniyelerinde… Bağırış koparken bayılmıştım. Bayılmıştım da neden yalnızdım?

Neredesin Berkay?

“Ne oldu bana?” dedim, endişeyle, doktora.

Kafamdaki tüm karanlığın aydınlığa kavuşmasına son bir soru işareti kalmıştı. Soru işaretinin cevabı ise doktorda saklıydı. Ne oldu bana?

Orta yaşlı doktor, minik fenerini evirdi çevirdi. “Tebrik ederim İclal Hanım,” dedi. “Tebrik ederim.”

Tebrik edermiş beni.

*

Serum bittiğinde ayrılmıştım hastaneden. Çıkış işlemlerini tamamlamam biraz uzun sürse de sonun dışarıdaydım.

Berkay, hastanenin önünde bekliyordu beni. Kafası yere eğik, elleri ceplerinde, bir ileri yürüyordu iki geri. Hem endişesi hem de tedirginliği çok uzaklardan bile belli oluyordu.

Gülümsemeye gayret ederek yanına yaklaştım. Varlığımı hissettiği anda duraksamıştı. “İclal,” dedi soluk soluğa. Çekti ve bana sarıldı. Ben de ona sarılmıştım. Garip bakışlara maruz kalıyor olsak bile sarılmayı bırakmadık. Çünkü ona sarılmaya çok çok çok ihtiyacım vardı.

“Özür dilerim. İçeriye gelemedim. Şeyden…”

“Biliyorum,” dedim. Kendini zorlamasın diye yanağını öptüm. İğnelerden, sivri uçlu şeylerden, korkuyordu ya… Serum iğnesi yüzünden hastaneye girememişti. Eh, beyefendinin kendisi ayrı kusurları ayrı bir iptilaydı.

“Neyin varmış? Ne oldu İclal?”

“Doktor…” boynuna daha fazla sokuldum. “Doktor, konakta fazladan odamız olup olmadığını sordu.”

“Ne? Kim için?” yüzüme bakmak için geri çekilmeye yeltendiğinde onu durdurdum. Sarılmayı bırakmaya, henüz, hazır hissetmiyordum.

Alyansımın eşini taşıyan elini aldım, karnımın üzerine koydum. “Küçük bir Karaevren için.”

BÖLÜM SONU

Loading...
0%