@hayalrafya
|
yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..
keyifli okumalar.. İki ayağımı bir pabuca sokan, en tatlı rüyalarımı en acı karabasanlarla bezeyen, yüreğimi telaşa sevk eden ve olasılığının dahi nefesimi keseceği, soluklarımı karıştırıp kanımı donduracağı o olay gerçekleşmişti. Hamileymişim meğer. Doktor, bunu bana ilk söylediğinde zihnimde çınlayan –yalnızca– tek bir soru vardı: Ne yapacağım ben? Sahiden, ne yapacaksın İclal sen? Ne yapacağım hakkında zerre kadar bir fikrim dahi yoktu. Gelecek vakitlerin önüme sereceklerini asla tahmin edemezdim. Planlamam yoktu. Zaten böyle bir şey karşısında mutlak bir plan hazırlanabilir miydi, orası da meçhuldü. Ancak hepten de tam takır kuru bakır değildi beynim. Farkında olduğum, keyfinin hazzını heyecanla yaşadığım bir olgu mevcuttu. İki ayağımın bir pabuca tıkılmak zorunda kalmadığını, kalmayacağını hissediyordum mesela. En tatlı rüyalarımı koruyan aydınlık, irislerimi kamaştırıyordu sanki. Geceler, karabasanlardan nasibini almamıştım hiç. Yüreğim, telaştan ziyade, sabırsızca bir mutluluk pompalıyordu bedenimin her köşesini karışlayan damarlarıma. Nefesim kesiliyordu tarifsiz bir sevinçten. Soluklarım karışmıyor, ritim tutuyordu adeta. Kanım, donmak yerine kaynayarak akıyordu vücudum boyunca. Ve bende ters giden ne kadar çark varsa hepsini doğru yöne çeviren kişi, şu dakikada, parmaklarıma kenetlenmiş parmakların bir tanecik sahibiydi. Hastaneden ayrılmadan önce Şimal ve Barlas Abi’nin yanına uğramıştık. Yeni doğan bebeklerini görüp, ayaküstü dilenen birkaç sağlık dileğinin ardından onları baş başa bırakmıştık. Bizim durumumuzdan haberdar olan yoktu. Ki zaten ortada her telden bir karışıklık dönüyorken bizim durumumuzdan birilerinin haberdar olmasını istemezdim. Sadece Berkay ile kalmak istiyordum. Dünya, isterse onu rotasından saptıracak türlü türlü olaya ev sahipliği yapabilirdi. Umurumda değildi. Umurumda olan yegane şey Berkay’dı. Berkay ile kabullenmemiz gereken, alışmamız gereken olaydı... Dışarıda kıyametler kopsa da... “Berkay,” dedim sesimi fısıltı tonunda tutmaya çalışarak. Sanki azıcık yüksek bir tonlamada konuşsam, içinde bulunduğumuz büyülü an bölünecekti. Karaevren konağındaydık. Konakta kimse yoktu fakat odamıza kapanmıştık. Yine bir karanlık altındaydık. Çünkü ışıtma gücünü –kendilerine– nadiren verdiğimiz ampuller, bir şekilde, patlamayı başarmıştı. Adını telaffuz ettiğimi gecikmeli olarak algılayan Berkay, bir süre sonra, “Efendim zevcem,” diye mırıldandı. Yaptığı şeyin farkında değildi, belli. Zaten onunla birlikte yatağın üzerine oturmuş, karşı duvarda kalan –kısa zaman önce astığımız– tek düğün fotoğrafımıza bakıyorken hem olanı hem de biteni, ben de netçe fark edemiyordum hiçbir şeyi. “Kangren olmamı mı istiyorsun?” diye sordum. Oturduğu yerden –hafifçe– kıpırdandı. Parmakları parmaklarıma –mümkünmüş gibi– daha çok asıldı. Alyansı tenime battı ve bu, canımı acıtan bir güven duygusu bağışlamıştı bana. “Ne?” duraksadı. Bana döndüğünü duyumsayarak döndüm ona. “Kan-kangren mi?” ay ışığı sağ olsun, ensesini kaşıdığını zar zor görebildim. “Neden? Neden böyle bir şey isteyeyim ki? Kangren olmanı neden isteyeyim İclal?” Elimi tutan eli gibi, sesi de titriyordu yavaştan. “Güzeller güzeli karımın kangren olmasını asla istemem ki.” Güzel değilim, biliyorum. Ancak bana her güzel dediğinde senin tarafından kandırılmayı delicesine seviyorum. Bana doğru yaklaşmıştı. “Kangren olma. Ben senin yerine kangren olurum, İclal.” Gülümsememek için dudaklarımı ısırdım. Fazla telaş yapıyordu. Telaşını dizginleyemediği için de kısır bir döngüye hapsoluyordu. Tabii ne olursa olsun, iyi ki kaderime yazılan o olmuştu. “Bitirdin mi?” dedim ardı arkası kesilmeyen söylemlerine hitaben. Kafasını çabuk çabuk sallayarak onaylamıştı dediklerimi. Parfüm kokusunun keskinliğine rağmen ben de ona yaklaştım. Yanağını avucuma hapsettim. Ufak boylu sakallarının cildimi çizdiği yerlerdeyse kendimi tutamayarak gülümsemiştim. “Kangren olma Berkay.” “Olmam,” dedi. Yanağını –sınırları aşarcasına– yasladı avucuma. “Sen, sen olacak mısın peki?” “Parmaklarını biraz gevşetirsen ben de kangren olmayacağım.” “Parmaklar,” diye sayıkladı. “Parmaklar...” mengene gibi parmaklarıma sabitliği parmaklarının gücünü ise sonrada idrak edebilmişti. Aheste aheste yumuşattı tutuşunu. Kemiklerimi kasan baskı siliniyorken bendeki sıcaklığının hâlâ stabil kalması rahatlatıcıydı. “İyi mi?” “Hı-hım,” diye mırıldandım. Aynı zamanda –onun yaptığı gibi– kafamı da sallamıştım. Yatağın üzerinde oturmaya, düğün fotoğrafımıza bakmaya devam ettik. Memnuniyetsizlikle yüzümü buruşturduğum, Berkay’ın keyifle gülümsediği ve başının arkasına yaptığım iki kulaktan bihaber olduğu o fotoğrafa bakmaya devam ettik. Duvağımın ikimizi de kapsadığı fotoğrafa, beyefendinin şirket masasında da bir kopyasını bulundurduğu fotoğrafımıza bakmaya devam ettik. Biz baktık. Ay, bize baktı. Zaman sahiden de çok hızlı akıyormuş. Nereden nereye... “Zevcem?” “Dinliyorum yakışıklı.” “Hamilesin.” “Hamileyim.” “Gerçekten hamilesin değil mi?” “Gerçekten hamileyim.” Fotoğraftan ayırdığım gözlerimi ona çevirdim. Akabinde, bütünüyle ona dönüp beline sarıldım sıkıca. “Hamileyim ve sanki...” sıkıca sarılışımı ikiye katladım o anda. “Bebeği sanki sen taşıyormuş gibi telaşlısın. Panik yapıyorsun. Yalvarırım titreme artık Berkay.” Kolları sırtımı buldu. Çenesi, saçlarımın tepesine düşmüştü bir kar tanesiymişçesine. Midem bulansa da, Berkay çok güzel kokuyordu. Kokusu mest ediyordu ya bayılmadığıma şaşırıyordum. “Benden her şeyi iste,” dedi. “Ama titremememi isteme.” İç çektim. Keşke –cümlelerim gibi– ben de sakin kalabilseydim. Ona sarıldım. Sarıldım, sarıldım. Ben sarıldıkça titredi. “Sorun değil.” Yüzümü gömleğinin ipeksi kumaşına sürttüm. “Titrediğinde de seni sevmeye devam ediyorum ben.” Çenesinin kıpırdanışı, gülümsediğine dair bir takım işaretler yaydı. Işık olsaydı, nitekim, gülümsediğinde çiçek misali açan gamzesini seyre dalmak isterdim. “Ne hissediyorsun?” diye sordu. Alçak perdenin güvenli limanından kaçmıyordu. “Hangi konuda?” Beni incitmemeye dikkat ederek ensesini kaşıdı. Yeniden kıpırdanmıştı. “Sence kız mı olacak erkek mi?” Çalışmadığım yerden sormuştu. Gerçi, çalışsaydım bile sorunun sonucu benim için öneli olmazdı. Berkay için de önemli olmayacağını sanıyordum. Belli ki önemliymiş. “Var mısın, yok musun oynamıyoruz Berkay,” dedim. “Cinsiyeti fark etmez. Sağlıklı olsun yeter.” “Orası öyle de...” omzumun üstünü turlayan eli, tereddütle tekledi. “Ben kız olmasını isterim, sanırım. Yani erkek olsa da severim tabii ki. Ama kız olsun.” Kaşlarımı çattım. Sipariş verir gibi konuşuyordu resmen. Ona sarıldığım kısımdan doğrularak geriye çekildim. Odadaki karanlık şartının kullanışsızlığına aldırmayarak yüzüne bakmıştım. “Kız olsun...” dedim kendi kendime. “Sanki özel bir gerekçen varmış gibi...” Ondan ayrı kalmama tahammül edemeyerek bir defa daha sarıldı bana. İkimiz de, başımızı onun yastığına koymuştuk hâl böyle olunca. “Var,” dedi. Sıcak nefesi tenime çarptı ve geçti. “Abim benden üç yaş büyük. Ama yine de... Onun küçüklüğünü çok iyi hatırlıyorum.” Kısaca gülümsedi. “Babam, ona, oyuncak arabalarını benimle paylaşmasını söylediğinde inat ederdi. Arabalarını benimle paylaşmaktansa kafasını günlerce duvara vuracağını söylerdi.” Berkay’ın küçüklüğünü hayal etmek beni de benzer tonda gülümsetirken konuşmasının arasına girmiştim. “Vurdu mu peki?” “Vurdu. Hatta yetmedi, benim kafamı da duvara vurdu.” Sonunu çizemeyeceğim anısı, kalbimi parçalamıştı birden. Berkay’ın alnını –uzun uzadıya– öpmekten alıkoyamadım kendimi. “Kafanı duvara vurduğu için Barlas’ı öldürmek istiyorum.” Barlas’ı öldürme isteğime katıldığını ya da küçüklüklerinde Barlas’ın ona uyguladığı diğer şiddetlerin detayını belirtmedi. Lakin küçükken, onun da Barlas’ı öldürmek isteyenlerden olduğunu tahmin etmek zor değildi. “Bu örnek en basiti İclal,” diyerek ekledi. “Erkek çocukla uğraşılmaz. Güven bana.” Ona güveniyordum. Ona koşulsuzca, şartsızca, güveniyordum hem de. Tabii... Bu konuda değil. “Anlattıklarına bakılırsa erkek çocuklarla sahiden uğraşılmazmış,” diyerek ona katıldığımı fark ettim. Fakat sen de erkek çocuksun ve ben hem sana, hem seninle uğraşmaya âşığım Berkay. Ona katılma faslını geçer geçmez de gerçeği onun gözünde görünür kılmaya girişmiştim. “Ama eğer erkek çocuğun babası sen olacaksan, onu sen yetiştireceksen... Uğraşılacağından eminim.” “Çocuk yetiştirmek çok büyük bir sorumluluk,” dedi tedirgince. Konuşmalarının arasında, titremeyi katiyen bırakmıyordu. Tenimde gezinen parmakları dahi tökezliyordu. Kulağımı yasladığım kalbi, kemerinden kurtulmak uğruna çırpınmaya mola vermiyordu. “Baş edebilecek miyiz dersin?” Gözlerimi yumdum. Kokusunu soludum. Sonra da onun mantığına uydum. “Zorlanırız,” demiştim lafı dolandırmadan. “Muhtemelen, tüm Mardin’i de ayağa kaldırırız. Belki...” ve beni istemeye geldiklerinde bana söylediği cümleyi tekrar ettim. “Roma’yı bile yakarız.” O anı hatırlayıp hatırlamadığının kesinliğini ölçemezdim. Yine de küçük bir kahkaha atmıştı; içten, heyecanlı ve titreyen bir kahkaha. “Ama bir şekilde, baş edebileceğimizi biliyorum işte.” Sen varsan, Berkay... “İlk defa olumlu düşünüyorsun İclal.” “Körle yatan şaşı kalkar Berkay.” Orada, öylece durduk. Birbirimize sarıldık. Karanlığın battaniyesine sığındık. Sessizlik müzikalinden dinleti daveti bile aldık. Tabi Berkay, yerinden –tekrar tekrar– kıpırdanıp dinleti davetiyesini yırtıncaya kadar. “Kızımız ve sen,” dedi birden. Kollarını benden çekmişti. Doğruldu. “Benimle birlikte tehlikeli bir göreve çıkmak ister misiniz?” “Oğlumuz ve ben,” dedim yarı uyarı niteliğinde bir karşılıkla. “Ne çeşit bir tehlikeden bahsettiğini merak ediyoruz.” Hızla kalktı yataktan. “Sufle yapacağız.” Omuzlarımı düşürdüm. “Berkay!” tüm sufle yeme maceralarımız ayrı bir olaydı. Şimdi, bir başka olaya katlanmaya halim yoktu açıkçası. “Bu sefer hiçbir şey ters gitmeyecek. İnan bana.” inanıyorum da sana... Çevreye inanmıyorum. Sufle yememize müsaade edebileceklerine inanmıyorum be yakışıklı. Odanın kapısına doğru ilerledi. Benim ilerlemediğimi fark edince adım atmayı kesmişti. “Hadi İclal.” “Berkay!” “İclal...” yatağa yaklaştı. Eğildi. Bir çırpıda kucağına almıştı beni. Hareketinin aniliği yüzünden çığlık atmıştım maalesef. Can havliyle de boynuna tutundum. “Ne yapıyorsun Berkay, sen ya?” “İtiraz etmene fırsat tanımıyorum zevcem.” Tek eliyle kapıyı açtı. Hâlâ titriyordu. Korkuyla, ona daha fazla sokuldum. “Beni düşürmezsin değil mi?” Yine titreyerek, merdivenlere ilerledi. “Artık orası da şansa kalmış.” Sen de şanstın, sen de şanssın şehirli damat. * Şansa kaldığında işimiz, rast gitmişti her şey. Lakin kesinlik söz konusu olunca akan sular duruyordu. Berkay’ın beni düşürmeden mutfağa ulaştırması gibi. Hamile olduğumu bir şekilde öğrenip Karaevren konağını davul-zurna ile basan dertsiz tasasız Karaevren ailesi gibi... Yine de, ne olursa olsun o sufleyi yemiştim. Berkay, mutfak masasının altına saklamıştı bizi. Kırk gün kırk gece sürecek, yeni torun kutlaması ve sevinci başlıyorken dışarıda... Ben, mutfak masasının altında –Berkay ile birlikte– sufle yemiştim. En olmazlar bile, doğru zaman gelince, oluyormuş neticede. BÖLÜM SONU |
0% |