@hayalrafya
|
yorumlarınızı ve oylarınızı eklemeyi ihmal etmeyin, lütfen..
keyifli okumalar.. YILLAR YILLAR SONRA Aradan geçen zaman, hem bizi hem de eylemleri değiştirmişti kökünden. Değişimin kaçınılmaz olduğunu, bu süre zarfında anlamıştım işte. Önceden duygularımı okuyamayan ben, şimdinin ayaklı duygu rehberiydim. Aynaların sadece dışı gösterdiği bilinirdi ya… Ben, aynalara bakarak kendimi tanımayı öğrenmiştim. Yaşadığımız vakitler boyunca hayatlarımıza çeşit çeşit, tarz tarz insanlar girip çıkardı. Girenlerin ve çıkanların kimi geçiciydi kimileri ise kalıcı. Geçici olanlar, kelebek etkisi yaratmaya meyillilerdi bence. Ufak dokunuşlarla büyükçe zelzeleler yaratabilirlerdi belki. Lakin hayatlarınıza esas dokunan kişiler, kalıcı olmayı başarmış olanlar olurdu. Yaşadığım bu yerde, Mezopotamya’nın masal diyarı Mardin’de… Avrupa’dan gelen bir damat, hem hayatımı değiştirmiş hem de hayatımın kalıcı eseri oluvermişti. Berkay Karaevren, o olmasa ne yapardım ben? Önce Dilan halamdan başlamam gerekirse… Bundan evvelki evliliklerinde tecrübe etme talihsizliğine düştüğü kaderini yeniden yaşamamıştı. Faruk amca, Dilan halamın koca öldüren lakabını bu şekilde unutturmuştu. Aşkla imza attıkları evliliklerini yine büyük çapta bir aşkla sürdürüyorlardı. Zira halam, ilk çocuğuna hamileydi. Hüma’dan ve abimden dert yanacak olursam… Kendilerini aşirete affettirmeleri epey uzun sürmüştü. Bu süreçte silahlar fazlaca konuşmuş, akan kanın haddi hesabı tutulamamıştı maalesef. Yine de ölen yoktu ki bu bile bizim için bir artı sayılırdı. Babam onları affettikten sonra başlamıştı Mardin’de ki esas hayatları. Yurt dışı ile olan bağlantılarını kesmişlerdi. Buraya taşınmışlardı. Abim, kumarhanedeki hisselerine sahip çıkmayı seçerken; Hüma, başlarda yardımcısı olduğu Meran konağının hanımıydı artık. A bir de oğulları vardı. İyiliklerini onurlandırmak için, adını Berkay koymuşlardı. Beril, Beril, Beril… Beril’den haber almak zordu. Bizimle değil, bir tek Berkay ile iletişim kurmayı ve konuşmayı bilhassa tercih ediyordu. Berkay’ın dediklerine bakılırsa, yurt dışındaydı hâlâ. Orada yaşamaya devam da edecekti. Kendine güzel bir hayat kurmuştu. Mutluydu. Zehra ve Baran… Okulu bitirir bitirmez evlenmişlerdi. İstanbul’a yerleşmiş, tekstil sektöründe çalışmaya başlamışlardı. Onlar da mutluydu. Aşklarını taze tutmayı başarıyorlardı. Yakın bir vakitte çoluk çocuğa karışma planları da yoktu. Para biriktiriyorlardı. Dünyayı gezeceklermiş. Zeliha ve Giovanni’ye gelecek olursak… Tıpkı abimlerin durumunda olduğu gibi babam, Zelihaları da geç affetmişti. Çok fazla mücadele, çok fazla konuşma, burada da çok fazla kan gerekmişti. Ama şanslıydık. Yine, kalanlar sağ idi. Her suça fatura kesilemeyeceği, Zeliha ve Giovanni tarafından öğretilmişti aşiretlerimize. Onların affedilmesinden sonra ise… Giovanni, Müslüman olmuştu. Zeliha ile birlikte, Zehraların yaşadığı apartmana –İstanbul’a– yerleşmişlerdi. Ancak evlilikleri gizli saklı olduğu için babam, bir tekrarın şart olduğunu söylüyordu. Buna göre; nikâha tazeleme, kına gecesi ve geç de olsa kız isteme merasimi gerçekleştirilecekti. Son olarak Berkay ve ben… Dört çocuğumuz vardı. Dördünün de korkusu birbirinden ayrıydı. Sanki Berkay, kendi korkularını her birine, titizlikle, pay etmişti. Bu gerçek, tuhaf bir biçimde mutlu ediyordu beni. Zira çocuklarımda âşık olduğum adamın emarelerini görmek, aşkımı güçlendirmekten başka bir şey yapmıyordu. Aradan geçen yıllarda ise eğitimimi tamamlamış, Berkay’ın gittiği okullarda okumuştum. Ve onunla birlikte, Mardin’de, finans danışmanı olarak çalışıyordum. Karaevren konağına, Barlas Abi ve Şimal’in çekirdek ailesi ile birlikte hayatımızı devam ettiriyorduk özetle. Yıllar yıllar sonra, bir kez daha buradaydık. Çocuklar avluda oynuyorken biz, Meran konağının mutfağına kapanmıştık. Zeliha’nın kız isteme merasimi gerçekleştirilecekti. Dilan halam, kızların makyajlarına son rötuşları yapıyorken, hanım olsa bile Hüma yine ocak başındaydı. Kazan kazan kahve kaynatıyordu. Peki ben? Yani… Ben de kahve yapıyordum. Daha doğrusu ağa içeceği diye nitelendirdikleri mırrayı hazırlıyordum. Lakin benim hazırladığım kahve, tek bir kişi içindi. Kısaca, Berkay’a özeldi. Bir zamanlar ona kıyamayacağımı iddia ederek kahvesine tuz koydurtmamıştım ama bu akşam, o tuzlu kahveyi kesinlikle içecekti. Zira ona sinirliydim. Çocukları –sürekli– rekabete teşvik ettiği için sinirliydim. Bu yüzden ufak bir intikam alacaktım. Eh, erkek milleti değil miydi sonuçta? Arada bir kıymak gerekiyormuş. Yapımı oldukça zahmetli, dünyanın en acı kahvelerinden biriydi mırra. Berkay için bunca zahmete değerdi tabii ki. Daha önceden çiğ, yeşil halde bulunan kahve çekirdeklerini bir güzel kavurmuştum. Daha sonra, ağaçtan yapılmış, dibek adı verilen bir havanda çekirdekleri –çok incelmemesine dikkat ederek– dövmüştüm. Ardından gümgüm dedikleri büyük cezvede, mırranın iki saat gibi bir süre boyunca kaynaması gerekiyordu. Ben ise iki saati –neredeyse– tamamlamak üzereydim. Bu uzun süre sonunda kahve, telve kıvamına gelinde telvenin üzerinde oluşan kalın şerbet tabakasını süzecektim. Kahvenin geri kalanını da mutbak adı verilmiş kaba aktaracaktım. Sonrasında, üzerine yeniden kahve ve su eklenerek –yeniden– kaynatılması gerekiyordu. Bu işlemleri mırra pekmez kıvamına gelinceye değin tekrarlayacaktım. Neyse ki daha vaktim vardı. Kahve dağıtımına illa ki yetiştirecektim. * Yapımını bitirdiğim mırrayı tuzlayıp, diğer kahvelerle aynı fincana koymuştum. Zeliha dağıtmak için siniyi aldığında Berkay’a ikram edilecek kahvenin hangisi olduğunu iyice anlamasını sağladım. Ve akabinde, geçip kocamın yanına oturdum. Fakat Berkay mırrayı içtiğinde, tuzun yoğunluğu onu öksürttüğünde sahiden endişelenmiştim. Gerçi endişem ve ilgim, zafervari bir boyuttaydı. Endişelendim, ilgilendim… Ona olan aşkımı ve sevgimi sunmaktan çekinmeyerek. Arada bu şekilde sürtüşsek bile, birbirimizi çileden çıkartmaktan keyif alsak bile, anlamlı ya da anlamsız her telden konuyu tartışmaya çevirsek de… Biliyordum ki Mardin’deki kaderimi değiştiren bu adam, asla azalmayacaktı bende. Ne aşkı ne sevgisi, ne tutkusu ne de bağımlılık yapan parfüm kokusu… Ne hissederse hissettiriyordu bana. Ne hissedersem, hissettirmeye çalışıyordum ona. Bana sık sık zevcem diyordu. Hermosam ve delalım… Oysa benim lotus çiçeğinden sevgilimdi. Şehirli damadım ve en büyük şansım… SON |
0% |