Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. İMZA, REÇEL, ANLAŞMA

@hayalrafya

 

 

keyifli okumalar..

Koridordan gelen sesleri filtrelemek için kafamı yastığın altına sakladım. Yetmedi. İnce pikeyi, kafamın ve yastığın üzerine çektim. Yine yetmemişti. Ellerimin gücünü yararıma kullanarak ince pikeyi ve yastığı aynı anda kulaklarıma bastırdım ama olmuyordu. Zeliha’nın tiz sesini duymamak için sağır olmak şarttı.

“Uyandın mı abla?” diye bağırdı. Sesinin yakınlığına bakılırsa odama girmek üzereydi. Tabii buraya gelinceye değin konakta uyuyan karıncaları dahi ayaklandırmış olabileceğini düşünmek ürkütüyordu beni.

“Abla.” Odamın kapısını hızla açıp damdan düşercesine içeri daldı. Kız kardeşimin orantısız gücüne kurban giden ahşap kapı, içli içli, arkasındaki duvara çarpmıştı.

Kıpırdamadım. Eğer kıpırdamadan durursam geldiği gibi giderdi ya da…

Hadi ama Zeliha’dan bahsediyorduk değil mi burada? İstediğini almadan gidebilir miydi acaba? “Abla kalksana ya…” İnce pikeyi çekti. Aynı anda kaldırdığı yastığı yüzüme çarpmıştı. “Uyunacak zaman mı hiç?”

Bin pişman olacağımı bilerek araladım gözkapaklarımı. Artık nasıl bir haber edindiyse okul formasını giydiği gibi odama koşturduğu belliydi. Sol tarafıma dönüp komodinin üzerindeki dijital saati kontrol ederken yattığım yerden doğrulmuştum. Sabahın sekiz buçuğunda ne olmuş olabilirdi Allah aşkına?

“Kargalar kahvaltısını yapmadan beni uyandırdığına göre birileri ölüyor olsa iyi olur Zeliha,” dedim sakince. “Yoksa ben seni öldüreceğim. Ne oluyor kızım ya?”

Saçma sapan sevinç hareketleri yapıyordu. Yerinde zıpladı. Esrarengiz gülümsemesi, görücüye çıkan gelin adayı misali abartıya kaçıyordu. “Bekleyenin var,” dedi nihayetinde.

Ya beynim istifa etmiş, çalışmıyordu artık ya da kardeşim kendisine yeni bir sözlük kurmuş, oradan devam ediyordu. Çünkü söylediklerinden nokta dahi anlamamıştım. İnce pikeyi tamamen üzerimden atıp çıplak ayaklarımı eskitme halı ile buluşturdum. “Bekleyenin var da ne demek? Doğru düzgün konuşsana!”

Seda Sayan edasıyla işaret parmağını yanağına gömdü birden. “Tahmin et ablacım.”

Yüzümden kaldırdığı yastığı ona fırlattım. “Çıldırtma insanı Zeliha.”

Yastığı havada kapmış olsa da azıcık çığlık attı. “Berkay eniştem gelmiş,” dedi yüzde yüz şov olduğunu bildiğim neşesiyle. “Aşağıda seni bekliyor. Mardin turu atacakmışsınız.”

Gözlerimi yumup elimi alnıma çarptım. Söylediklerini birleştiremiyordum bir türlü. Beni aşağıda mı bekliyormuş? Kim beklerdi ki beni? Güneş, yeni doğan ünitesinden henüz taburcu bile edilmemişken neyin Mardin turundan bahsediliyordu? Ayrıca… Mardin’i ezbere tanıyorken tur atmama gerek yoktu.

“Bir dakika,” dedim karmaşa dehlizinde boğulduktan biraz sonra. “Berkay enişten de kim?”

İsviçreli bilim adamlarının özel konuğu sıfatıyla, aşina olduğum normallik kalıplarını yeniden tanımlatan Zeliha elinin tersiyle ağzını örtüp, “Hiih!” şeklinde haykırdı. Açık açık şaşırmıştı. “Evleneceğin adamın adını bilmediğini söyleme sakın abla.”

Evleneceğim adamın adı mı? Adı Berkay mıymış?

Zeliha’nın direktifine harfiyen uyup bilmediğimi söylemedim. Birilerinin bir yerlerde ölüyor olmadığını anlamıştım ya o bana yeterdi. Nefesimi bezginlikle dışarı üfledim.

Beni bekleyen Karaeveren’in önemsizliğini kabul etmiş halde yorganın altında yeniden kayboluyordum ki al birini vur ötekine deyimi büyüyle tamamlandı sanki. Zeliha’nın ardından benzer tizlikteki sesiyle Zehra dalmıştı odama. “Uyandı mı?” İkizlerin biri gelir de diğeri gelmez mi İclal, ne saçma!

Gerginlikle saçlarımı çekiştirip uykuma dönememenin hüznünü aşıladım hücrelerime. Ne çeşit bir tim sarmıştı etrafımı?

“Aşağıdaki manyağa söyleyin,” dedim. “Bu saatte tur falan atmıyorum ben.”

“Yüzünü yıka İclal. Seni hazırlayacağız,” dedi Dilan halam. Kambersiz düğün olur muymuş?

Sabah sabah esaslı bir çekişme yaşayacağımız belli olmuştu. “Yalvarırım beni rahat bırak hala,” diye söylendim yazmasını düzelterek kapıyı geçen halam ve sürahisi tepemde dururken.

“Rahat falan bırakılmayacaksın efendim. Çocuk gelmiş aşağıda bekliyor seni. Kalk çabuk.”

Pijamamı bıkkınlıkla çekiştirdim. “Of ya! Of tamam mı? Of! Neden gelmiş ki?”

“Mardin turu attıracakmış sana. Birbirinizi tanımanız için kızım.”

Yüzümü sıvazladım. “La havle! Hangi komedi filminden fırladınız siz ya? Tura falan gitmiyorum. Kimseyi tanımak istemiyorum. Berdel evliliği yapıyoruz ve ben, ondan nefret ediyorum.”

“İclal,” dedi sesinin sertliğini endişeye eviren Dilan halam. Yatağıma daha çok yaklaşmıştı. “Çenene ne oldu kızım senin?”

Ve şikâyet etmeyi o saniyede bıraktım. Dün akşam, ağaçların altında –adının Berkay olduğunu az önce öğrendiğim– Karaevren’in çenemi sıkarak tenime yadigâr bıraktığı morluktan bahsediyordu. Kendinden bahsedildiğini anlayan morluk sızlamaya başlamıştı ansızın.

“Önemli değil,” dedim geçiştirerek. Önemli değildi gerçekten. Karşılığını vermiştim. Karşılığını verdiğim sürece aldığım hasarlar önemli değildi. “Çarpmışımdır bir yere.”

“Eminsin değil mi?”

“Eminim hala.”

Ancak keşke emin olmadığımı söyleseydim. Belki halime acırlar, beni Mardin turuna hazırlama isteklerine kement vurarak geri çekilirlerdi. Olumlu yanıtımdan ötürü pişmandım. Son pişmanlık fayda mı ederdi?

Dilan Halam elindeki sürahinin suyunu duraksamadan yüzüme savurdu. Refleks olarak gözlerimi kapattım.

Bedenime çarpan soğukluk tarafından titretiliyorken Zehra’nın, “Çiçekli elbise nerede?” diye sorduğunu duyabilmiştim yalnızca.

Ciddi ciddi, Karaevren için süsleyeceklerdi beni.

*

“Günaydın Hanım Ağam,” dedi Selim. Uzaylıya maruz kalmış gibi bakıyordu bana. Gözlerindeki yansımamsa aykırılığımı haykırıyordu adeta.

Çekilen fönden ötürü ağırlaşıp düzleşen, biçimsiz bir şekilde uzayan saçlarım omuzlarımdan aşağı doğru süzülüyordu. Saçlarımı toplayamamıştım çünkü odamda toka bulunmuyordu. Kızların toka getirmesine fırsat da tanımamıştım. Bu yüzden saçlarım yüzümün iki yanını peruk misali çevrelemişlerdi. Kirpiklerime değen tutamların kenarından Selim’in garip bakışlarına öldürücü birer karşılık verdim. “Aç kapıyı,” dedim tek seferde.

Duymadı beni. Yüzüme bakmaya devam etti. Beyaz papatyalı, eteği fırfırlı elbisenin sarılığı ile saçlarımın yansıttığı sarılığın ortasında ressam paletinden fırlamış bir renk olarak dururken ne denli komik gözüktüğümü umursamadan, “Açsana oğlum kapıyı,” emretmiştim ben de itaat etsin diye sözlerime.

Oynat tuşuna basılan Selim harekete geçebilmişti neyse ki. Belindeki kemerden konağın anahtarını söküp avludan dışarıya uzanan kapıyı benim için açtı. “Sizinle gelmemi ister misiniz Hanım Ağam?”

“Gerek yok,” dedim eşiği geçerken. “Sen mekâna gidip etrafı kolaçan et.”

Söylediklerimi baş selamıyla onaylayan Selim’i arkada bırakıp sokağa çıktım. Lastik ayakkabılarımı şapırdatarak yürümeye başladım.

Berkay Karaevren ha?

Berkay Karaevren, lüks arabasını konağımızın önüne park etmişti. Şoför koltuğunda otururken telefonuna bakıyordu.

Ellerimi yumruk yapıp telaşsız adımlarımı –konağın pencerelerinden bakan halam ve kızların bakışları eşlikçiliğinde– arabasına yürüttüm. Yaklaştığımı fark edince kafasını telefondan kaldırdı. Arabanın griye çalan koyu camlarının arkasından beyaz dişlerini göstererek itici itici sırıttı.

Sırıttı mı? Sahiden sırıtıyordu hani. Neden sırıtıyordu ki? Dün akşam pençe pençeye tartışmamış mıydık biz?

Kapıyı açıp yolcu koltuğuna yerleştim. Kapıyı kapatırken ise bilhassa hassas değildim. Onun ikaz etmesine fırsat tanımadan emniyet kemerini takıp kollarımı göğsümde kavuşturdum.

Tamamen önüme dökülen saçlarım korku senaryosu figüranı olduğumu haykırıyordu belki bilemiyorum. Beyefendinin arabasının içini dolduran –dün akşamdan netçe tükettiğim– parfümü burnumu kaşındırıyorken dünyanın yuvarlak oluşunu bile kesinlik diye kabul edemezdim sanırım.

Parmaklarını direksiyona vuran Karaevren, orantısız bir ritim tutturmuştu. “Akşamdan sabaha bir şey değişmemiş,” dedi. “Bana silah çektiğinde perişan giyinmiştin. Şimdi yine perişansın.”

Dilan halamın kıyafetlerinin bende sergilediği pozların berbat olduğunun farkındaydım. Berkay Karaevren de sözde centilmenliğiyle farkında olduğum şeyi paylaşıyordu benimle.

Parmaklarını direksiyona vurmayı kesti. Oturduğu koltukta bana doğru döndüğü ilişmişti gözümün ucuna. “Perişan giyimine ek olarak da perişan gözüküyorsun.” Parmaklarını saçlarıma karıştırdı. Dikkatlerden kaçamayacak raddede irkilmiştim. Aynı şekilde yönümü ona çevirdim. Sarı saç tutamlarını yüzümden geriye attı. Bunu yaparken eklemlerini saran bandajlar yanağımı hırpalamıştı. “Kıyafetlerinle bana hoş görüneceğin bir zaman olacak mı, merak ediyorum.”

Bana dokunmayı iki saniye önce bırakmıştı fakat parmaklarının buz kesmiş hayaletini hâlâ saçlarımda hissedebiliyordum. “Bu tarz şeyleri merak ederek kafanı yorma,” dedim kısıkça. “Kendimi birilerine beğendirmeye çalışıyor olsaydım yanında oturmaz evlilik programına katılırdım.”

İçtenlikle kahkaha attı. Ben, kahkaha atarken kırışan yüzünü inceliyorken bana yaklaşmaya başladı. Onun yaklaşmasıyla birlikte seferberlik ilan eden kalbim ayaklanma çıkarmıştı. Sırtımı yolcu koltuğuna iyice bastırarak yakınlığından kaçınabileceğimi sandım.

Bütünüyle eğilip önümde duran torpido gözünü açtı. Parfüm kokusu, etkinliğini arttırmıştı. Giydiği lacivert takımın ceketinin yakası –üzerime doğru eğildiğinden olsa gerek– alt dudağıma sürtündü usulca. Sert kumaşın dudağımı zedelediği yerde bittim ben, kıpırtısızca.

Çikolata paketlerinden bir denizin doldurulduğu torpidoyu karıştırmasını kıpırdamadan bekledim. Nefesimi tutmuştu ciğerlerim. Nefret ediyordum yakınlığından. Nefret ediyordum ondan. Nefret ediyordum adımın yanına eklenecek olan soyadından.

Bir süre sonra aradığı şeyi bularak eğilmeyi sonlandırdı. Ucuna unicorn figürü takılmış lastik bir saç tokasını tutuyordu elinde. Tokayı bana uzattı. “Yeğenim Hande’nin.”

Açıklaması yeterliydi. Teşekkürü gerek görmeyerek tokayı almıştım. Dilan halamın eseri olan fönlü saçlarımı tepemde, atkuyruğu olacak şekilde topladım. Saçlarımın çekilmesiyle bedenime hükmeden sıcaklığın derecesi azaldı. Lakin Berkay Karaevren yanımda olduğu sürece o sıcaklık, azalmaktan fazlasını yapamayacak gibiydi.

Toplanan saçlarımın açtığı yüzüme koyduğunu hissettim parmaklarını. Bu iki oluyordu. Kaşlarımı çatarak gözlerine baktım. Akşam karanlığında seçemediğim gözlerinin elaya çalan tonunda ifadesizlik geziniyordu. Bandajlı parmaklarının çenemde, morlukların barındığı bölgede –halam, karşı çıktığım için makyaj yine makyaj yapamamıştı yüzüme, morlukları kapatamamıştı böylece– dolaştırdı.

Anlayamadığım bir halde hipnotize olmuş gibiydi. “Özür dilerim,” diye fısıldadı. Başına taş düşmüş olmalıydı

Karaevren aşiretine yakışmayacak şekilde davranıyordu. Fakat kapıma kadar gelen özür tabağını –bizim aşirete de yakışmasa da– boş gönderemezdim. Onun yaptığı gibi kızgınlığımı geçici niyetle halı altına süpürmüştüm.

Kalbimin dinginleşmesiyle birlikte elimi, çenemdeki eline koyup dokunuşunu uzaklaştırdım. Tabii öncesinde parmak uçlarım, bandajlarının üzerinde hafifçe oyalanmıştı. “Ben de özür dilerim,” dedim sanki hiç çatışmamışız gibi.

Boynundaki kravatı çekiştirip önüne döndü. Pahalı olduğunu flamalarla duyurmaktan çekinmeyen parfüm kokusu, garipliği o anda yok edivermişti. Kontağı çevirdi. Homurtuyla çalışan motor, arabayı ileri taşımaya girişti.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Sabahın köründe yatağımı terk etmemi gerektirecek etkeni merak ediyordum doğrusu.

“Mardin turu atacağız,” dedi dalga geçerek.

“İnanmadım. Tekrar dene.” Camdan dışarıyı, akıp giden yolu izledim. “Nereye gidiyoruz Karaevren?”

Uzatmamıştı. “Anlaşmaya gidiyoruz Meran,” dedi ve radyoyu açtı. “Anlaşmaya gidiyoruz.”

Seninle nasıl anlaşabiliriz ki? Biz, seninle anlaşabilir miyiz ki Karaevren?

*

“Afiyet olsun,” dedi çikolatalı poğaçaları masaya bırakan garson. “Başka bir isteğiniz var mı efendim?”

Kafasını olumsuzca sallayan Karaevren, “Teşekkürler,” diyerek garsonu başımızdan gönderdi. Paketini açtığı dört küp şekeri kahve fincanını içine bırakıp karıştırmaya başladı. Çok fazla şeker kullanıyordu. Fakat bu, benim ilgilenmem gereken bir mesele değildi. Bedeni ile kendi arasında vereceği bir yaşam mücadelesiydi.

Kahvaltı yapmak için oldukça şık bir pastaneye gelmiştik. Ahşap döşemenin ağırlıkta olduğu pastane bizim konağın yarısı kadar büyüktü ancak. Yine de ferahtı ve yüzlerce müşteriyi aynı anda ağırlayabilecek kapasiteye sahipti.

Gözlerin gerisinde kalan, dağlık manzaraya kucak açan cam kenarındaki bir masaya yerleşmiştik. Ciddi anlamda acıktığım için kibarlığı da çekinmeyi de bir kenara bırakmış, kahvaltı tabaklarına yerleştirilmiş kahvaltılıkları iştahla yemekle meşguldüm. Şu hayatta birçok şeyden vazgeçebilirdim de bir şeyler yemek, vazgeçeceklerim arasına yerleşemezdi asla.

“Çikolatalı poğaçalar çok lezzetliymiş,” diye mırıldandım.

Mırıldanışımı bir şekilde duydu ve anlamını çözemediğim tavrını koruyarak dudaklarını –belli belirsiz– yukarı kıvırdı. “Çikolatalı poğaça değil…” bir bacağını diğer bacağının üzerine atmıştı kibarca. “Ona kruvasan diyorlar.”

Kruvasan diyorlarmış.

Yüzümü buruşturdum. Kaldığım yerden de yemeye devam ettim. Çikolatalı poğaça ya da kruvasan… Ne fark edecekti ki? Sonuçta ikisi de içi çikolata ile doldurulmuş hamur parçalarından ibaret değil miydi?

Sopa yutmuşçasına dik oturan Karaevren, benim aksime, kahvaltılıklara dokunmuyordu. Bir şey yemiyordu. Elit tavrını korumaya devam ederken kendisini şeker komasına sokabilecek kadar tatlı olduğundan emin olduğum, üzerinden dumanlar tüten kahvesini yudumlayarak beni seyrediyordu. “Bu şekilde yersen senin için seçtikleri gelinlik dar gelecek.”

Çatala batmayan yeşil zeytinle inatlaşmayı es geçerek direkt parmaklarımla kavramıştım yağlı yüzeyini. “Zengin değil misiniz?” diye sordum bilmişlikle. “Gelinliği bir beden büyüğüne değiştirirsiniz.” Eminim terziler bunu sorun etmezdi. Hatta gelinlik için yapacakları ekstra ücretlendirme, epey hoşlarına giderdi.

Elit beyefendi, ensesini kaşıyarak gülümsedi. Gülümserken devamlı olarak kafasını yere eğiyordu. Farkında olmadan tekrarladığı hareketlerini hatırlıyor olmak canımı sıkmıştı. Can sıkıntıma deva olsun diye sepetten kaptığım ekmeğe tereyağı sürmeye başladım. Uyandırıldığım için sinirlenmiştim ancak Hüma’nın sabah kahvaltısından kurtulduğum için sönmüştü sinirim.

“Dün akşam,” dedi Karaevren. Laf arasında kahvesini yudumlamak adına duraksamıştı. “Sizden ayrıldıktan sonra ne olduğunu sormayacak mısın?”

Gereksiz şeyleri sormaktan kaçınmak gibi bir huyum vardı. Şimdi de huyumu kırayım diye bir gereksizlik sermişti önüme, çarşaflardan beyaz.

“Sabahın sekiz buçuğunda kapıma kadar gelip beni kahvaltıya getirdiğine göre…” sipariş ettiğim çay henüz gelmediğinden uzanıp onun kahvesini kaldırmıştım yerinden. “Ben sormasam da sen anlatacaksın zaten.” Bol şekerli kahveden bir yudum alıp fincanı önüne bıraktım.

Masaya oturduğumuzdan beri bildirim ışığı sönmeyen telefonuna art arda bildirimler düşmeye devam ediyordu. Telefonun ilgi çekme çabasına kulak asmayarak fincanın benim içtiğim kısmını başparmağıyla sildi. “Evdekiler seninle nasıl baş ediyor?”

“Baş edemiyorlar,” dedim duraksamadan. “Neden senin başına yollandığımı sanıyorsun Karaevren?” çatalı tamamıyla unutmuştum artık. Kıtlıktan çıkmış gibi yemeye devam etme seansımı parmaklarıma adayarak sürdürdüm. O kahvesini içti usulca, ben ikiye böldüğüm peynir dilimlerini yedim ellerimin yardımıyla.

Dikkatimi çekmek için kurdeleden arındırmış olduğu alyansını kahve fincanına çarptı. “Evliliğin ilk haftasında ikimizden birinin hastaneye yatırılacağı kesinleşti desene,” diyerek bir çıkarımda bulundu.

Omzunun çaprazındaki camdan içeriye sızan meltem, taramadığı rahatça anlaşılan kum kahvesi saçlarını alnına doğru savururken, yine meltemle dans eden güneş ışınlarının saçlarında bıraktığı izlere bakıyordum öylece. Kahveden değil, saçları kesinlikle kumdan çalmıştı kahveliğini. Bu görünüşüyle, Avrupa’da okuduğu esnada kaç kızı peşinden koşturduğunu merak etmemek elde değildi.

Bakışlarımı ondan ayırıp garsonun sonunda getirebildiği çayı aldım avucuma. “Hastaneye yollanan sen olursun muhtemelen,” dedim. “Çünkü sabıka kaydım hastanelik ettiğim adamlarla dolu.” Eh, büyük çapta kumarhane işletiyorsanız gül lekesi kokmazdı sabıka kaydınız.

“Annem duymasın,” dedi yeni bir çıkmaz açarak.

“Niyeymiş?”

Aramıza serili kahvaltı tabaklarını kenara çekip ellerini beyaz örtünün üzerinde kenetleyerek bana doğru eğilmişti yeniden. “Çünkü hanım hanımcık bir gelin adayı olduğunu düşünüyor.”

Elalarından yayılan dikkatli incelemeye tabii tutulmak yutkunmamı zorlaştırmaya başlamıştı birden. “Seni öve öve bitiremedi,” dedi duyabileceğim bir alçaklıkta. “Güzelliğinden bahsetti durdu.”

Kafasını yana yatırmıştı. Zeytinyağı ile kirlenmiş parmaklarıma nazikçe temas etti. “Sonra, gece başımı yastığa koyduğumda annemin haklı olduğuna karar verdim. Tüm perişanlığına rağmen sen gerçekten çok güzelsin.”

Çiğnemekte olduğum omlet parçası yönünü o an içinde şaşırmıştı. Soluk boruma saptı, kırıntılarının yarısı. Böylece bana yeniden beyaz ışık görünür olmuştu. Gözlerimden yaş gelirken içim parçalanırcasına öksürdüm. Çevre masalardan birkaç kişi odağını bize çevirmişti. Lakin onlara aldıracak durumda değildim. Güzel olduğumu mu söylemişti o? Öksürüklerimi alevlendiren söylem boğamızı kanatmayı amaç bilmişti adeta. Neden doğru düzgün yiyemiyordum ki?

Karaevren’in telaşla yerinden kalktığını gördüm. Su içmemi sağlayıp sırtıma vurdu. “Helal.” Tekrar tekrar sırtıma vurup yanaklarımı tutarak yüzüme baktı. “İyi misin?”

Hafiften toparlayan bünyemle birlikte onu tepemden uzaklaştırdım. Kafamı sallayarak iyi olduğumu bilmesini sağlamıştım. Tereddütlü de olsa yerine oturdu. İnada yapar gibi kahvesine sarıldım bir kez daha. Şekerli sıvı boğazımdan aşağı kayıyorken sağlıklı nefes alışverişine kavuşmuştum bir nevi. Almamı beklediği peçete ile yaşaran gözlerimi kuruladım. “Bir gecede bana âşık mı oldun yoksa?”

Güzel olduğumu itiraf eden birine başka ne denli bir soru sorabilirdim ki sanki?

Telaşla yaptığım şeyi kavrayarak tebessüm etti. “Korkma Meran,” dedi başparmağını unutup kahve fincanının ağzını ıslak mendille silerken. “O kadar şıp sevdi değilim. Sadece…” derin derin iç çekti. “Güzelliğin, bana söylediğin şeyleri düşünmemi sağladı. Beni kullanarak kendini kurtaracağını söylemiştin değil mi? Nasıl yapacaksın bunu?”

Başımı ovuşturdum. Ona bunu söylemekte hata mı etmiştim yoksa? Belki de sandığımın aksiydi. Her konuda dürüst olmamak gerekiyordu.

“Ben…” şüpheyle dudaklarımı ısırdım. Konuşamamıştım. Sadece gözlerine baktım.

“Bak biliyorum normal bir evlilik olmayacak bizimki.” Sandalyesini masaya yaklaştırdı. Böylelikle benden tarafa daha fazla eğilebiliyordu. Yapmak istediğim şeyleri öğrenebilmek uğruna kendini açıklamaya devam etti. “Ama aramızda anlaşma sağlarsak bunun üstesinden daha kolay gelebiliriz.”

“Anlaşma mı?” diye sordum. Çay da kahve de kahvaltı da yitirmişti bendeki değerini. Belirttiği anlaşma sözcüğü devralmıştı tahttaki yerini.

“Anlaşma,” dedi ceketinin cebinden orta boy bir kâğıt ile mürekkepli bir kalem çıkartıp masaya bıraktı. “Sen benden istediklerini söyleyeceksin. Ben de senden istediklerimi söyleyeceğim. Bazı kurallar koyacağız. Aynı hayatı paylaşacağız ama herkes kendi çöplüğünün kralı olacak.” Kâğıda bir fiske vurdu. “Şimdi kendini nasıl kurtaracağını söyle bana İclal Meran.”

“Ben,” dedim bir kez daha. Yağlanmamış bir mekanizma kadar paslı hissediyordum. Söylediklerinde samimi olduğunu görebiliyordum aslında. Ancak bu anlaşma olayına sırf güzel olduğum için mi karar vermişti? Ne saçma ama!

Yanağımın içini ısırarak durumu değerlendirmeye çalıştım. Bizim meslekte bir kaide vardı; üzümünü yiyen bağını sormazdı. Belki de öyle yapmalıydım. Anlaşma fikrine kapılmasının esas gerekçesini irdelememeliydim. Her şeyi kavga ederek elde etmektense anlaşmış olarak yaşamak daha kolay gibiydi.

“Okumak istiyorum,” dedim vazgeçmeme ramak kala. “Okumama yardım etmeni istiyorum Karaevren.”

“Tamam.” Kalemi alıp kâğıdı karalamaya koyulduğunda artık kahvesinden buhar tütmüyordu. “Tamam. Ben senin okumana yardım edeceğim.” İtiraza yeltenmemesi içime serin sular serpmişti. Sanki okumadığımı daha önceden biliyormuş gibi… Aynı tempoda konuşmasına devam etti. “Sen de iş yaptığım adamların gözünü boyamama yardım edeceksin.”

Oturduğum sandalyeye daha çok yerleştim. “O nasıl olacak?”

“Çalıştığım adamlar,” dedi. Ensesini kaşımıştı ki ben o anda bu hareketin onun alışkanlığı olduğuna karar vermiştim. “Bazıları aile bağlarına önem veriyor. Davetlerde ve toplantılarda yanımda karımı görürlerse onlarla daha kolay anlaşabilirim.”

Zor değil, makul bir istekti. Gerçekten okumama yardım edecekse ona delicesine âşık olan iyi huylu karısı olabilirdim pekâlâ. Göz de boyardım kusursuzca. “Kabul.”

“Güzel.” Kalem ve kâğıtla azıcık oyalanarak yazı yazmasını bekledim. “Başka ne istiyorsun?”

“İşime devam etmek istiyorum.”

“Tamam.”

Hadi gel de şüphelenme… “İşimin ne olduğunu sormayacak mısın?”

“Sormayacağım,” dedi omuzlarını silkerek. “Sen benim adımı öğrenme zahmetine bile girmemiş olabilirsin ama ben seni sordum ve soruşturdum Meran.” Dudağının kenarını çarpıkça kıvırdı. “Mafyasın. Ama sorun değil. Mafyalığa devam edebilirsin. Tabii işe beni de dâhil ettiğin sürece.”

“Mafya mı olmak istiyorsun?” diye sordum hayretle.

“Çeşit çeşit insanla iş yapıyorum. Aile bağlarına önem verenlerin yanı sıra tehlikeli olanlar da var.”

“Ve sen de tehlikeli olanları memnun etmek istiyorsun,” dedim çıkarım yaparak.

“Aynen öyle.”

Varmak istediği noktayı anlamıştım. Anlamıştım da… Dün akşam benimle evlenmek istemeyip Mardin’den kaçacağını söyleyen şehirli damadın aniden değişen fikirlerini anlayamamıştım. Belki de alnına silah dayadığım için huyuma gitmeye karar vermiş, ikimizin de çıkarına olacak bir çözüm üretmişti. Eğer sahiden öyleyse alnına sık sık silah dayamam gerekirdi. “Pekâlâ, çırağım olabilirsin.”

Bir başka maddeyi de kâğıda işler işlemez ensesini kaşıyarak, “Başka bir şey var mı?” diye sordu.

Düşüncelerimi çorba misali karıştırarak çorbaya uyum sağlamayan bir şey bulmaya çalıştım fakat çorba temizdi. “Şimdilik yok.”

“Peki. İleride evliliğin seyrine göre anlaşmayı yenileriz.” Beyaz sayfaya imzası olduğunu varsaydığım çizgileri dokuduktan sonra kâğıdı ve kalemi önüme doğru itti. “İmzanı at,” dedi anlaşmanın bozulmayacağından emin olmak için.

“Atamam,” dedim sıkıntıyla sırtımı dikleştirirken. “Yazı yazmayı bilmiyorum.”

Gözlerini kırpıştırarak hayretini yansıtan bakışlarını uzunca bir mühlet ayırmadı benden. “Problem değil.” Bozuntuya vermemişti gerçi. Kahvaltılıklara göz gezdirip cam kenarına yakın köşede duran kiraz reçeli kâsesini alıp elimin altına koydu. “Parmak basabilirsin.”

Kafamı iki yana sallayarak gülümsedim. Manasızlığına rağmen başparmağımı önce kiraz reçeline arından da kâğıda bastırdım. Beyaz yüzeyin üzerinde şekerli, pembe bir leke bırakmıştım. Kâğıdı katlayan Karaevren, “Son bir şey kaldı,” dedi.

“Ne kaldı daha?”

“Bu akşam, kız isteme sırası sizde.” Ensesini kaşımak için duraksamıştı. “Bu defa benim seçtiğim bir elbise ile isteme merasimine katılmanı istiyorum İclal.” Beklenti yüklü gözleri garipçe buruşturduğum yüzümde oyalanıyordu.

Tabii ki hayır…

Sunduğu her şeyi kabul edersem çok geçmeden tepeme çıkardı. İtiraz etmek için dudaklarımı aralıyordum ki yanımdaki sandalyeye bıraktığım telefonum çalmaya başlamıştı. Berkay Karaevren kadar rahat değildim. Telefonumun bağırmasını görmezden gelemezdim. Bu yüzden itiraz etmeyi sonraya erteleyip aramayı cevaplamıştım. “Efendim?”

“Hanım Ağam,” dedi Selim’in sesi telaşla. “Mekânı bastılar.”

Kafamda yer edinen her şeyi unutmama yetti bu söz. Mekânı bastılar. Mekânımı basmışlar. Aramayı kapatıp oturduğum sandalyeden hızla kalktım. Karşımdaki Karaevren de hareketimi tekrarlamıştı. “Ne oldu?” diye sordu.

“Kavga etmekten anlar mısın Karaevren?”

“Her aşiretli kadar işte…”

“Düş peşime,” dedim cevabına ithafen. “Düş peşimde de şu mafya çıraklığı kariyerini başlatalım.”

 

 

BÖLÜM SONU

 

Loading...
0%