@hayalrafya
|
keyifli okumalar.. Mafya olmak hipermetrop olmaya benziyordu. Uzaktan havalı görünüp düşleri süslüyorken yakına gelindiğinde çözünürlük bozuluyor; ortaya kan, gözyaşı ve acı çıkıyordu. Buna üç büyük kusur deniliyordu. Şu zamana kadar üç büyük kusurdan yalnızca ikisini tatmıştım; kan ve acı. Bugün de kanayarak acı çektiğim günlerden biriydi. Kendini bilmezlerin mekânımı basması demek orada kavga çıkacağını belirtmekti. Bize geliyor, sarhoş oluyor, kumar oynuyor ve para kaybediyorlardı. Ertesi gün ise oyuna hile karıştırdığımızı iddia ederek kaybettikleri paraları geri almak amacıyla adam toplayıp mekânımızı işgal ediyorlardı. Mafyalık hayatımda sayısız kötü şey yapmış olabilirdim ancak her şeyden önce ben şerefi olan bir kumarcıydım. Ekmek kazandığım kapıya hile karıştırmazdım. Yani geri vermemi gerektirecek miktarda para falan yoktu ortada. Selim ile düşünüp taşınmış, baskına gelenleri korkutmakta karar kılmıştık. Hâl çaresi olarak adamları dövüyor, bir ay için bile olsa kumarhaneden uzak kalmalarını sağlıyorduk. Ay başı gelmişti. Alışkın olduğum döngü ikiletmeden tekrarlamıştı kendini. Yalnız bu defa alışkın olmadığım başka bir şey vardı. Tek başıma kanamamıştım. Çocuğunu iş yerine götürmüş ebeveyn edasında yanımda kavgaya götürdüğüm Berkay Karaevren, benimle birlikte kanamıştı. Birlikte acı çekmiştik. Baskıncıları dövsek de ikimiz de esaslı birer dayak yemiştik. Tüm kemiklerim ağrıyordu ve akşamki isteme merasimine sırf abim için katılacak olmamın getirdiği zorunluluk beni yoruyordu. Selim’in açtığı kapıdan güç bela geçtim avluya. Büyük masanın üzerine çiçek ve çikolata koyulmuştu. Meran aşireti hazırlanıyordu. Benim dışımda… Birilerine görünmeden odama çıkıp yüzüme merhem sürerek yaralarımı hafifletmeyi umdum. Minik adımlarla taş merdivenlere ilerlediğim esnada hayat, umudumu kırmaktan zevk aldığını haykırdı adeta. “Abla bu halin ne?” diye sordu Zehra. Taşlı tuşlu bir bluz giymişti. Simli saçlarını kabartarak merdivenden indi ve önümde durdu. Gelinin kız kardeşi kavramını epeyce yanlış anladığı, halinden, belliydi. “Kavga mı ettin sen?” “Kavga ettim,” dedim kanı henüz kurumuş dudağımın acısına katlanarak. “Kavga ettim ama benim halim hiçbir şey. Sen bir de karşı tarafı gör.” “Anne, ablamı bir güzel benzetmişler,” diyen Zeliha, üst kat korkuluğuna tutunmuş aşağı sarkıyordu. Derin bir of çektim. Zeliha’nın arkasından korkuluk tepesinde gözüken annem, arka arkaya, “E ben sana ne diyeyim daha? Sen adam olmazsın İclal,” laflarını sıralamaya başladığında onu asla dinlemedim. Zehra’yı geçip merdivenlere yönelmiştim ki çıkacağım yerden aşağı inen Dilan halam, elindeki beyaz kutuyu gülümseyerek salladı. “Sana paket var İclal Hanım.” Yüzümdeki yaralar yüzünden azarlamadığı için beni memnun olarak aldım paketi. “Kim göndermiş?” Gücünü orantılı harcayamayan halam omzuma vurdu. Kutuyu zar zor tutarak geri çekildim. Acıyla inlememi engelleyememiştim. “Ayy iyi misin? Vallahi paketin heyecanından yediğin dayağı unuttum.” Çoğu zaman dayak yemiş olarak konağa dönmeme alışmıştı artık. Bu yüzden rahat rahat konuşuyordu. Bayrak misali yüzümde açılan yaraları gördüğü halde nasıl unutabildiğini sorgulamayarak kutuyu açtım. Bir elbise bakıyordu bana. Gri bir elbise… Nazikçe dokundum ışıltılı kumaşına. “Kim göndermiş bunu?” “Şehirli damat,” dedi Dilan halam heyecanla. “Kız biz ihtimal vermedik ama bu oğlan gerçekten seni beğendi galiba.” Berkay Karaevren’in kahvaltı esnasında sunduğu elbise seçme teklifi çınlıyordu şimdi zihnimde. Kahvaltıdan sonra direkt kavga etmeye gitmiştik. Bu elbiseyi seçecek vakti bulmuş olamazdı. Ama konağa seçilmiş bir elbise geliyordu. Öyleyse önceden seçmiş olmalıydı. Benim fikrimi umursamadan benim adıma karar verip elbise seçmiş olmasına sinirlenmeden edemedim. Kim ne derse desin yolumdan dönmeyip kararlılıkla odama çıktığımda ise alçak perdeden fısıldamıştım iç sesime. “Keşke iki tane de ben vursaydım beyefendiye.” * Elbise antrasit grisinden ton çalmış gibiydi. Askıları kalındı. Tasarımında kullanılan degaje yaka –genelin aksine– elbiseye kapalılık katmıştı. Etek boyu, dizlerimin on santim kadar aşağısında bitiyordu. Kumaşa azıcık yırtmaç işlenmişti. Gerçekten çok güzel bir elbiseydi. Dilan halam, açık durmasına karar verdiğimiz sarı saçlarımı kalın bukleler halinde kıvırırken kendimi kelimenin tam anlamıyla prenses gibi hissetmiştim. Eli silah tutan bir prenses… Ejderhayı yardımsız öldürerek kuleden kaçan, beyaz atlı prensi kötü kalpli cadının esaretinden çekip çıkaran bir prenses gibi… Berkay Karaevren bir kadının aklını nasıl çeleceğini çok iyi biliyordu. Ancak hatırından sildiği bir şey vardı ki ben, onun okulunda kucağında köpekle gezen Avrupalı Barbie bebeklerden değildim. Kıdemli mafya, Mardin’de bir Hanım Ağa’ydım. Gelgelelim elbisenin ölçülerinde nokta atışı yapmayı başaran müstakbel soyadı bağışçım, aynı başarıyı ayakkabı konusunda sergileyememişti. İp bağcıklarının bileklerime değin sarındığı gümüş renkli, önü açık ayakkabı ayaklarım için bir numara küçük kalıyordu. Ayakkabının standart zariflik kalıplarına uygun seçildiği belliydi. Peki, standart zariflik kalıplarına uymamak benim suçum muydu? Karaevrenlerin konuk salonunda yaklaşık otuz altı kişilik bir grup oluşturmuş, oturuyorduk. Hemen solumda oturan abim, hissettiği heyecandan ötürü ellerinin titremesine mani çıkamıyorken ayaklarımın çektiği işkenceden haberdar olan yoktu. Bana ayakkabıyı postalayan söz konusu şahıs ise ortalarda seçilmiyordu. Babam, onun babası Erhan Karaevren ile koyu bir muhabbet ediyorken yüzündeki yaraları ailesine nasıl açıkladığını düşünüp durdum. Gerçi Karaevrenler beni gördüklerinde bile kamyon altında kalıp kalmadığımı sormamışlardı. Buna göre Berkay ile de ilgilenmemiş olmalılardı. Zaten gündemin nabzını Rıdvan Meran ve Beril Karaevren’in kız isteme merasiminin telaşı tutuyorken bir önceki gün gerçekleştirilen törenin başrolleri sahneden düşürülmüştü resmen. “Abla,” dedi Zeliha kulağıma fısıldayarak. Saçından elbiseme sim damlıyordu. Telefonunun ekranını görebileceğim açıda bana çevirdi. “Konağa girerken Beril’in fotoğrafını çekmiştim. Yüzü net görünüyor mu, baksana.” Bir kalp atımı süresi boyunca fotoğrafı inceleyip sonraki bir kalp atımı süresi boyunca da bunun nedenini sorguladım. “Kızın fotoğrafını neden çektin Zeliha?” Kız kardeşim kibirle büzdü dudaklarını. “Hüma’ya göstereceğim. Beril Karaevren’in ailemize yakışacak güzellikte olduğunu anlasın diye.” Gözlerimi bıkkınca devirdim. “La havle!” Kalabalık konuk salonunda oturmaya daha fazla dayanamayarak ayağa kalktım. Ayakkabıların sıkışıklığıyla inatlaşarak beton koridora daldım. Çok yakın bir zamanda temelli taşınacağım Karaevren konağının planı epey karışıktı. Öyle ki mutfağın yerini av köpeği misali kahve kokusunu takip ederek bulmuştum. Bizim mutfağın iki katı genişliğinde olan mutfakta Beril Karaevren tek başına kahve yapıyordu. Benim Hüma’ya yaptırdığım isteme kahvelerine birer birer emek sarf ediyordu. Ayrıca kazan yerine kahve makinesi kullanmaya vermişti oyunu. Mutfağa girdiğimi fark ederek bana döndü. “İclal yenge,” dedi cıvıl cıvıl bir sesle. Sanki berdel değil de aşk evliliği yapıyordu abim ile. “Kolay gelsin,” dedim nezaketen. “Ben, abinin nerede olduğunu soracaktım.” “Hangi abim?” diye sordu. Bir eli makineye kahve dolduruyor bir eli fincan fincan su ölçüyordu. Sol elimi havaya kaldırıp dikkatini alyansıma çektim. Beni ilgilendiren tek bir abisi vardı. “Yüzüğümün tekine sahip olan abin.” Diğer abisinden bana neyse artık. Sorumu hemen cevaplamamıştı. “Ne oldu size İclal yenge?” dedi katıksız bir kaygıyla. “Berkay abim de sen de şeytan taşlamaya giderken taşlanmış gibi görünüyorsunuz.” Hiç açıklamaya çalışmadan onayladım. “Taşlandık,” dedim vahlanarak. “Abinin nerede olduğunu biliyor musun Beril?” “Şey… İkinci katta. Odasında yani. Dinleniyor.” Tekrardan, “Kolay gelsin,” diyerek kahve hazırlığının zor geçmemesi için belirttiğim talebimi sunar sunmaz, abime Allah’tan sabır dileyip çıkmıştım mutfaktan. * Ayakkabılar sağ olsun (!) attığım yamuk yumuk adımlarla ikinci kata kadar düşe kalka çıkmıştım. Zemin kata ve birinci kata baktığım için rahatlıkla söyleyebilirdim ki burada daha fazla kapalı kapı vardı. Henüz kâhinlik mertebesinde erişemediğimden de bana ayrılan Karaevren’in odasını, kapıları tek tek tıklatıp tek tek açarak bulmaya girişmiştim. Aydınlatması kalitesiz, tablo dolu koridorun sondan üçüncü odasına kadar böylece ilerledim. Şansıma ya da şanssızlığıma… Sondan üçüncü odanın beyaz ahşaptan yapılma kapısı, içerisinin görünebileceği kadar aralık bırakılmıştı. Aralığa yaklaşıp başımı odaya uzattım. Birisi odadaki büyük yatağa boylu boyunca uzanmıştı. “Berkay,” diye seslendim küçük bir fısıltıyla. Duyulmamıştım tabii. Sonrasında harflerimin yüksekliğini arttırdım. “Berkay!” soyadını rahatça söyleyebiliyorken; onun adını telaffuz etmek bir top dikenli tel yutmuşum gibi hissetmeme neden olmuştu nedense. Tonunu, artık, yoğun kalabalıkta olsak dahi tanıyabileceğim o ses derinden gelerek, “İclal,” karşılığını verdi. Evet, bu kesinlikle Berkay Karaevren’di. “Adımı öğrenmişsin.” Kapının aralığını büyütüp içeriye girdim. “Öğrendim.” Aslında uzunca bir süre daha adını telaffuz etmek gibi bir niyetim yoktu ama Karaevren konağındaydık. Burada, oldukça fazla sayıda Karaevren yaşıyordu ve hangisinin başımı bağlayan şahıs olduğunu anlayabilmem için spesifik olmam şarttı. Ve bir kez söyledikten sonra artık, ona Berkay demek Karaevren hitabından daha çok yatmaya başlıyordu aklıma. Berdel ile evlenecek, düşman kalacak olsak da… Tüylü halının tüylerinin, ayakkabı tarafından açıkta kalan tenimi kaşındırdığı odada ilerleyip yatağına yakın bir açıda durdum. Çekili tül perdenin arasından içinde bulunduğumuz dört duvara doğru sokak lambasının sarı ışık huzmesi süzülüyordu. Işık huzmesinin savunduğu gerçeğe göre ise Berkay Karaevren, yüzüne büyükçe bir buz torbası koymuştu. “Neden geldin?” diye sordu. Buz torbası konuşmasını baskılamış, sesini epeyce boğuk çıkartmıştı. “Aşağıda yüzük tepsisi falan tutman gerekmiyor muydu?” “Yüzük tepsisi tutmak benim görevim değil.” Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Geldim,” dedim odasını incelemeyi deneyerek. “Çünkü bugün o kadar çok yumruk yedin ki ölmediğinden emin olmak istedim.” Avizesi sönük odayı incelemeyi denemek güçtü. Birkaç gün sonra benim odam olacak bir odada bulunuyor olmak ise tuhaf. “Hımm…” Diyerek ağıt misali bir mırıldanma koyan Berkay Karaevren, gözlerimi yeniden buz torbasına çekmişti. Yattığı yerde hafifçe kıpırdandığında kavgadan ötürü kanlanmış kıyafetlerinden kurtulmadığını fark ettim. Onu en son bıraktığım haldeydi. “Benim için endişelendin mi yoksa?” Onun için endişelenmek sözleri, ayaklarımdaki ağrıyı bedenimin her noktasına taşıyan damarlarımda yankılandı sanki. Bu hayatta endişelendiğim yegâne kişi Fatih idi. Kendim bile değil… İki gündür tanıdığım adamı Fatih’in yerine taşısaydım terapi merkezine naklim istenirdi herhalde. “Koskoca adamsın Berkay,” dedim kızar gibi. Adının tınısını birden benimsemişti bünyem. “Kendin için kendi kendine endişelenebilirsin. Ben sadece…” görmeyeceğini bile bile dalgalı saçlarımı geriye savurup omuz silkmiştim. “Düğün arifesindeyiz. Cenaze işlemleriyle uğraşmak istemiyorum.” Yüzündeki buz torbasını kaldırıp bakışlarını bana çevirdi. Karanlık tarafından yutulan sureti tam seçilemiyordu. “Ve bunları iki gün önce kafamda delik açmak isteyen kız mı söylüyor?” yattığı yerden yastığıyla birlikte doğrulup sırtını yatak başlığına yerleştirmişti. “Ölmem seni ilgilendiriyor mu gerçekten?” Bedenimin ağırlığını bir bacağımdan ötekine taşıdım. Haklıydı, kendi açısından. “Ne diyebilirim ki,” dedim yönümü ondan ayırmadan. “Karakter gelişimini üç basamaklı roman sayfalarına sığdıracak tipte biri değilim.” Kafasını iki yana sallayarak güldü. Gülüşünün altında yatan, iflah olmayacağımı düşündüğü hakikatini görmüştüm. Sırtına ek olarak kafasını da yatak başlığına koyup buz torbasını yeniden çekti yüzüne. Yaralarının ne denli acıyıp ne denli yandığını tahmin edebiliyordum. Çünkü ben de zamanında çok acımış, çok yanmıştım onun acıdığı ve yandığı yerden. “Otursana,” dedi kısmen dik konuma geçtiğinden dolayı bacaklarının yanında açılan boşluğa vurarak. Topuklu ayakkabıların üzerinde daha ne kadar sağlam durabileceğimi bilmediğim için teklifini geri çevirmeden oturdum. Oturmamla birlikte konuşmaya devam etti. “Bugün dövdüğümüz adamlar kimdi?” Öylesine sorulmuş bir soruydu. “İşimi baltalamak isteyen birkaç serseri işte.” Bu yüzden öylesine cevaplamıştım. Saçlarını karıştırıp bu defa kaşımak yerine ağrısını belirtmek ister gibi ensesini ovdu. “Yalnız iyi dövdüm.” Kenarları kıvrılan dudaklarımı durduramadım. “İyi de dövüldün.” Su olmaya evirilmiş buz torbasının ağırlığı ile mücadele edişinin kolay olmadığını yakına gelince daha açık fark eder olmuştum. “O buz torbasıyla düzelemezsin.” Birden belireceğini düşündüğüm krem seti tarzında bir şeyler bulma gayesiyle etrafa bakındım. “Merhem falan yok mu? Yaralarına sürelim.” “Sanki sen hiç dövülmemiş gibi konuşuyorsun,” dedi. Elinden kayan su yüklü ağırlık, yatağına düşmüştü. “Canın acımıyor mu İclal?” Düşünceli halde iç çektim. “Acıyor ama kendimi tamir ettim de geldim.” Makyaj yapıp yaralarımı gizleme gereği duymamış olsam da yüzümü yıkayıp merhem sürmüştüm en azından. Eh, ağrı kesici içmişliğim de vardı tabii. Yatağının bitişiğine koyulmuş komodine, acı içinde, inleyerek uzanıp abajurun ipini çekti. İpi çekilen abajur –sokak lambasını anımsatan– soluk sarı ışığını odaya yollayıp keskin karanlığı tatlı bir loşluğa dönüştürmekte gecikmemişti. Böylelikle Berkay Karaevren’in birçoklarına yakışıklı gelecek yüzünün uğradığı zararı netçe görebildim. Patlayan kaşından sızan kan şakağı boyunca akmış, akmış, akmış öylece kurumuştu. Gözlerinin altını çevreleyen morluklar yanaklarına yayılıyor, aşırıya meyleden yaraları kirli sakalı tarafından örtülüyordu. Boynu çürük doluydu. Dudakları da çatlamıştı. Her aşiretli kadar kavga edemediği belliydi. Zira durumu benimkinden bile beterdi. Buna rağmen en olasılıksız pencereden, “Elbiseyi giymişsin,” dedi. Yaptığı emrivakiyi gerekçe sayıp onunla tartışmayı planlamıştım. Fakat yüzünün mahvolmuş tavrı, kızgınlığımı kurutmuştu. “Giydim,” dedim sakince. “Çok yakışmış,” dedi hafif bir tebessümle. “Oysa yakışmaması için kavgaya karışmıştım.” İrislerine vurgun yapmış olan elanın koyu tonu, fırtınalı havada barakaya rastlayan bir evsizin o barakaya kavuşma azmiyle saldırıyordu abajurun sarı ışığına. Yorgun olduğunu anlayabiliyordum da… Bakışlarındaki garip ifade ile neden ara vermeden beni izlediğini anlayamıyordum bir türlü. Bana karşı harcadığı değişim o kadar hızlıydı ki birincilik tacını ışıktan çalabilirdi. Yeniden komodine uzanıp abajuru es geçti. Çekmeceyi açmış, ufak tüpte barınan bir krem çıkartmıştı. “Acıtmadan sür,” dedi kucağıma bıraktığı kremi kast ederek. Tırtıklı beyaz kapağı çevirip yerinden çıkardım. Kremin gövdesine bastırarak akışkanlıktan nasibini almamış merhemi işaret parmağıma aktardım. Bu noktada, yaralarını temizleme safhasını anlaşmalı olarak atlamıştık. Kremi doğrudan kaşının üzerine bıraktım. Lakin aramızdaki yakınlık, elime çarpan sıcak nefesi ve bakışlarının garipliği, nazik olmasını öğütlediğim elimin ayarını kaçırmıştı. Acıyla yüzünü buruşturdu. “Yavaş olsana kızım.” “Yavaş oluyorum zaten,” dedim zeytinyağını örnek alıp üste çıkarak. Yüzünün belli bölgelerine, hızlı hızlı, sürmüştüm kremi. Sırf aramıza yeterli mesafe yeniden girsin diye. “Senin canın tatlıysa ne yapayım yani.” Kafasını geriye kaçırarak, kremi sürmeye devam ettiğim alandan sıyrıldı. “Senin kadar katı yürekli olamıyorum,” dedi dudağını kanatıp kanatmadığımı kontrol ederken. “Sana vurdukları için o adamları öldürmek istiyorum ama…” kremi komodinin üzerine bıraktığımda sinsilik çökmüştü yaralarına. Keyifle sırıttı. “Ama dediğin gibi düğün arifesindeyiz.” Avucunu yanağıma bastırdı yavaşça. “Eğer düğün arifesinde katil olursam ilk gecemize katılamam.” Dişlerimi sıkıp eline vurdum. “Ah!” şeklinde acıyla inlese bile hâlâ gülüyordu. Ne çeşit bir varlıksın sen böyle? “Anladım,” dedim kaşlarımla kremi göstererek. “Sen ilgi gördükçe şımarıyorsun Karaevren.” İma ettiği şey yüzünden Çin işkencesine tabi tutmak istiyordum onu. Yediği yumrukları geçtim, damdan düşmüş olsa bile kızgınlığımı kazanmayı hakkıyla başarıyordu. Gevşetilmiş kravatını söküp attı boynundan. Takım elbisesinin ceketini, ağrı havuzunda kulaç atarken, çıkartmıştı. Ensesini kaşıdı. Kanlı gömleğini düzeltip ayağa kalktı. “Dans et benimle.” “Ne diyorsun ya?” diye sordum inanmazlıkla. Oturduğum yerden kalkmamıştım. “Olay yerinde beynini mi kaybettin yoksa?” Sözlerime kulak asmadan ısrar etti, “Dans et benimle İclal,” diye. “Neden?” nereden çıkmıştı ki bu? Allah aşkına nasıl bir psikopatla evlendiriliyordum ben? “Düğün öncesinde prova yapmış oluruz.” Sağ elini tutayım diye uzattı. “Hadi.” Nefesimi bıkkınlıkla üfleyip ikinci itirafımı tam da o anda yaptım. “Dans etmeyi bilmiyorum.” “Sorun değil. Yardım ederim. Kalk hadi.” Sıkıntıyla yutkundum. “Müzik yok.” Çıkmamış candan umudu kesmiyor, onu saçma sapan fikrinden caydırmak adına efor sarf ediyordum. Pantolonunun cebinden telefonunu çıkarttı. “İstediğin müzik olsun.” Kirpiklerimi ayaklarıma indirdim bu kez de. “Teklifini kabul etmiş olsa bile… Ayakkabıları küçük seçmişsin. Bunlarla dans edilmez.” Bahane de ne bahane ama! “Ayakkabılar küçükse giymeseydin İclal.” “Bu elbiseye uyacak başka ayakkabım yoktu Berkay.” Aniden dizlerinin üzerine çöküp önümde eğildi. “Ne yapıyorsun ya?” ondan uzaklaşmaya çalıştığım esnada bacaklarımı yakalayıp ayakkabıların bileklerimi saran iplerini çözmeye başlamıştı. “Ne yaptığım açık değil mi?” diye sordu. Tenimde gezinen sıcak parmakları minik iğneler saplıyordu sanki. “Bahanelerini ortadan kaldırıyorum.” Gereğinden fazla bacağıma temas eden ellerinin geri çekilmesini biraz sabırla biraz da korkuyla bekledim. Neyse ki uzatmadı. Beni, iplerin tutsaklığından kurtardığında bedenime aşıladığı sıcaklığın bünyemi bayıltmadığına şükrettim. Ancak sorunlar bitmiyordu. Çünkü ayağa kalkmamış, dizlerinin üzerini terk etmemişti. Ellerimi tutmayı garipsemedi. “Hanım Ağam bu dansı bana lütfeder mi?” * Elinin tekini belime doladı. Bense yönlendirdiği şekilde omzuna tutunuyordum. Boşta kalan ellerimiz, havada, iç içe geçmiş durumdaydı. Şarkıyı başlatıp komodinin üzerine bıraktığı telefonundan yayılan mırıltılar, aheste aheste kulaklarımıza akıyordu. Belimdeki elini –mümkünmüş gibi– daha fazla sıkılaştırıp kafasını eğdi. Nemli saçlarının alnıma değdiğini hissedebiliyordum. “Sağ ayağımı öne ilerlettiğimde sol ayağını geri çekeceksin,” dedi fısıltıdan farksız bir düşüklükte. Cümlesinin bitimiyle aynı anda söylediği şeyi yapmıştı. Başta bir heykelden farksızca duruyordum. Bu nedenle ayağıma bastı. Ancak pes etmeden yeniden tekrarlamıştı söylediği şeyi. İşte bu yeni tekrarda, bana ait olan kısmı kodlanmışçasına gerçekleştirdim sanki. “Aynı şekilde,” diye ekledi. “Ben sağ ayağımı geriye çektiğimde sen, sol ayağını ileri atacaksın.” Açıkladığı direktifi uygulamalı olarak test ettik yine. “Bunu beş kez tekrarlayacağız.” Kısaca duraksadı. “Müziğin ritmini kaçırma. Müziğin ritmine göre tekrarlayacağız ve sonra…” havadaki elini indirip çeneme dokundu. Yüzümü ona bakacağım açıya çekmişti. “Seni kendi etrafında döndüreceğim. Anladın mı?” “Hayır,” dedim maraton koşmuş gibi soluk soluğa. Tedirginlik ve telaşın doruğuna sürüklenmiştim. Ortada kan meselesi olmasa sevimli diye nitelendirebileceğim bir gülümseme takındı. “Güzel.” Yarısı tamamlanmış müziği, bitişinden yakaladık. Berkay, kendini tıpkı anlattığı gibi hareket ettirmişti ama heykel misali durmayı bırakamadığım için çokça ayağıma bastı. “Yeniden deneyelim.” Başlamam için yeterli olan bir uyarıydı bu. Üstümdeki donukluğu atarak sonrası için uyum sağlamaya çalıştım ona. Aslında zor değildi. Ritim hafifçe hızlıydı fakat yakalaması güzeldi. Çok geçmeden müziğin enerjisi tarafından sarmalanmıştık galiba. Bilemiyorum. Bildiğim tek şey, gülümseyişimi durduramadığımdı. Beş kezi bitirdik. Beni kendi etrafımda döndürdü. Birkaç saniye gövdesine yaslı halde kalmıştım, silahlı düşüncelerimi bozguna uğratan birkaç saniye. Sağa kaydık sonra sola. Hıza alışmaya başlamıştım. Sanki ayaklarının yapacağı hamleyi önceden tahmin edebiliyordum. Oldukça keyifliydi. Düğün dansını öne çekmiş olmanın beni mutlu etmemesi gerekmez miydi? Kanın bastıramadığı parfüm kokusu, ona her yaklaştığımda katlandı da katlandı. Yeniden dönmüştüm etrafımda. Saçlarım yüzündeki yaraları çarptı. Saçlarım yüzüne çarptığında dahi bırakmamıştı elimi. Yanağını yanağıma bastırmak için biraz daha eğilmesi gerekti. Sakallarının kaşındıran hissiyatıyla kapattım ben de gözlerimi. Bilinçsizce hızlandırmıştık hareketlerimizi. Omzundaki elimi devamlı kaşıdığı ensesine çıkarttım. Parmağındaki alyans, belime batıyordu. Duydukça tanıdıklaşan şarkı tınısının esiri oluvermiştim birden. İstekle sarılıyordum gerçek dünya ile ilişkimi kesen bu adama. “Şarkının melodisi çok tanıdık,” dedim kendi etrafımda dönerken. Burnunu boynuma dokundurdu, belli belirsizdi dokunuşu. “Sözleri aynı olmasa da Türkçe versiyonu var.” Ensesinden yukarı tırmanan parmaklarım, kirli saçlarının arasını keşfetti. “Hatırlıyorum sanırım,” dedim geri planda şarkının Türkçe versiyonunu duyar gibi olarak. “Bu versiyonun sözlerinde ne diyor peki?” Şarkı o kadar güzeldi ki İngilizceyi siper edinmiş sözlerin manasını bilmek istemiştim. “Belki bir gün,” dedi sakallarını, aşırıya kaçarak yüzüme bastırırken. “Anlaşmamıza İngilizce öğrenimini de ekleriz. O zaman sözleri kendin anlayabilirsin.” Memnuniyetsizliğime destek versin diye saçlarını çektim. “Sözleri sadece sen anlayacaksın ve ben de dinlemekle yetineceğim öyle mi?” “Öyle,” dedi. Kafasını hareket ettirip, saçlarını çeken elimin etkisini kesmişti. “Haksızlık,” dediğimde gülümsedi. “Ne kadar zor olursa olsun haksızlığa katlanmalıyız.” Nefesi tenime çarpıyordu şimdi. Ürpersem de bozuntuya vermeden dinledim onu. “Çünkü sana bu yüzün verilmiş olması da benim için bir haksızlık.” Kaşlarımı çattım. Konumuzun benim yüzümle ne gibi bir alakası olabilirdi ki? “O ne demek oluyor?” diye sordum elini bırakıp omzunu ittiğimde. Onu kendimden ayırmama müsaade etmemişti. Beni hızla geriye doğru eğip koluyla sırtımı destekledi. Şarkı akmayı sürdürüyordu. Saçlarım odanın halısına değiyorken o ise tepeden bana bakıyordu. Üzerime eğilmişti. Burnu, burnumu teğet geçen bir yakınlıkta duruyordu. “Beni düşürmezsin değil mi Karaevren?” diye sordum. Anlattığı dans figürleri arasında bu yoktu. “Asla düşürmem,” dedi. Asla düşürmem. Duraksadı. Dudaklarını birbirine bastırdı. Tereddüt, hislerini kurutuyormuş gibi bir hava takındı. “Sana söylemem gereken bir şey var İclal.” Tereddüdünü temel alarak deli gibi merak etmiştim. Bana ne söyleyeceğini çıldırarak merak etmiştim hem de. Ama söyleyemedi. Çünkü odanın ışığı aniden açılmış, Beril’in, “Abi?” diyen sesi odada çınlamışken, bana söylemesi gerektiğini söylediği şeyi söyleyemedi. “Ne yapıyorsunuz siz? Daha evlenmediniz ki?” Berkay Karaeveren’in desteği ile doğruldum. O şarkıyı kapatıyorken, geriye eğildiğimden olsa gerek, dağılan saçlarımı omzumun gerisine savurmuştum. Yere bırakılmış ip ayakkabıları elime aldım. Beril’e değil, bakışlarını üzerimden çekmeyen abisine hitaben de açıklama yaptım. “Abin,” dedim. “O kadar yakışıklı ve o kadar mest edici ki…” ve sonra Beril’e döndüm. “Düğüne kadar bekleyemedim.”
BÖLÜM SONU
|
0% |