Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. KALBİ, AVRUPA'DA KALANA ÂŞIK

@hayalrafya

 

 

keyifli okumalar..

Bir saniye bile düşünmeden tepsinin üzerindeki örtüyü açtım ve köşeden bir dilim baklava kaptım. Sabahtan beri tepsi tepsi baklava getirmişlerdi konağa…

Çeşit çeşit kurgular ile baklava tepsilerinin yanına yaklaşmayı denesem de her seferinde annemin radarına yakalanmıştım. Şimdi mutfak boş, rahat rahat tatlı hırsızlığı yapabileceğim diyorken de baklava dilimini ısırdığım anda Hüma girmişti mutfağa.

“Hanım Ağama,” dedi hüzünle. “Anneniz dilimleri saymıştı. Yemeseydiniz keşke.”

Hüma’nın hüzün yüklü suratına baka baka ikinci dilimi de aldım mutlulukla. O kadar lezzetliydi ki; uzakta bir yerlerde diyet kelimesine sığınarak bu lezzetten bile isteye mahrum kalan insanlara saygı duymadan edememiştim. Epey sağlam bir iradeye sahip olmalıydılar.

“Sen işine bak Hüma,” dedim dalgınca baklavama bakan gözü yaşlı yardımcımıza. “Gözümün hakkını yiyip gideceğim.” Artık o hak da kaç dilim baklavaya tekabül ediyorsa.

Hüma burnunu çekip başını sallayarak söylediklerimi onayladı. Ardından elindeki aktar poşetlerinin içini tezgâha dökmeye başladı. O, orada içli içli ağlarken ruhsuz kraliçe misali baklava yemeyi sürdürdüm. Direnilir mi lezzete, direnilebilir mi yahu bu lezzete?

Hüma dünden beri ağlıyordu. Zeliha, Beril’in fotoğrafını gösterdiğinden beri matruşka bebek olmuş bir hüzünden diğer hüzne atlaya atlaya ağlıyordu. Onun ağlayışını bir sonuca vardıracak olursam… Beril Karaevren, Meran aşiretine uygun bir gelin adayıydı. Tabii konuşmadığı zamanlarda…

“İclal nereye kayboldun sen?”

Dilan halam mutfağın dışından bağırdığında aldığım yeni baklava dilimini öylesine tepsiye attım. “Terzi geldi. Küçük salonda. Bekletme kadını.”

Parmağımdaki şırayı yalayıp mutfaktan çıktım. Avludaki hengâme apayrı bir panayırın manzarasıydı. Komşu aşiretlerden gelen konuklar, özenle süslenmiş sandalyelere yerleştiriliyordu. Çocuklar çoktan ortada koşmaya başlamıştı bile. Onlarca tebrik çelengi içeri alınmak için dış kapıya sıralanmıştı. Zira bugün –Beril Karaevren’in de eşlik edeceği– kınamın yapılacağı gündü. Eğer Dilan halam tarafından öldürülmek istemiyorsam acilen küçük salona çıkıp sipariş edilen o malum kırmızı bindallının tadilatı için mahalle terzimizi görmeliydim.

“Abla,” dedi Fatih taş basamakları çıktığım sırada. Ve ben, halamın aciliyetini beş dakika kadar erteledim. Bacağıma yapışıp ağlayan kardeşime sarıldım. “Abla gitme.”

Evlenecek olmama da bu evde yaşamayacak olmama da bir türlü alışamamıştı. Farklı nedenlerle olsa bile Hüma ile Fatih işte, dönüşümlü olarak ağlayıp duruyorlardı.

Fatih’e uyarak ağlamadım. Sık sık konağa geleceğimi söyleyerek teselli ettim onu. İstediği zaman beni ziyarete gelebileceğini söyleyerek rahatlamasını sağladım. Atış çalışmalarına Selim abisi ile devam edebileceğinin güvencesini vermiştim tekrar tekrar. Sonrasında yemeyi yarıda kestiğim baklava tepsisinin yanına gönderdim onu. Ağlamayı bırakmıştı. Benim izimden gidip baklavalara saldırarak da Hüma’nın ağlamayı bırakmasını sağlayacaktı.

Bir taşla iki kuş.

Her şeyi hallettim, artık terziyi görmeye gidebilirim derken taş basamakların tepesindeyse Selim bekliyordu. İki arada bir derede büyük müşterilerimizin onu sıkıştırdığından, oyunların ne zaman başlayacağını haftalardır sorduklarından söz açmıştı.

“Oyunları başlat öyleyse,” dedim geçici sükûneti sağlamayı hedefleyerek. “Ama katılımcı sayısını az tut. Düğünden sonra biz ilgileneceğiz.”

Kafası karışan Selim, yanından göndermedi beni. “Kiminle birlikte ilgileneceksiniz Hanım Ağam?” diye üzerine vazife olmayacak şekilde sordu. Son zamanlarda üzerine vazife olmayan şeyleri çok sık yapar, eder olmuştu.

Cevap vermeyerek terk ettim onu. Bir iki saniyenin akabinde, o vermediğim cevapsa beni bulmuştu. Küçük salonun kapısına dokunmamla telefonumun çalması bir oldu. Arayan kişinin ismini okuyamadığım için direkt yanıtladım. “Alo İclal,” dedi Berkay Karaevren’in kulaklarımı dolduran sesi.

Avluya bakan asma balkonunun korkuluğuna yaslandım. “Geceden sabaha sesi duyamadığın için beni özledin mi Karaevren?” dedim ona takılarak. “Ne yapacağız biz seninle?”

“Ah İclal,” diye iç çekti. Bulunduğu yerdeki şiddetli rüzgâr, konuşmasına müdahale ediyordu. “Keşke şu an, benimle ne yapacağını söyleyebileceğim bir an olsaydı.”

Tırnaklarımı ısırarak avluda dört dönen insanları izledim şüpheyle. “Şu an nasıl bir anmış ki?”

“Siz kına yakarken biz de bekârlığa veda etmeye geldik,” dedi. Arka planda birbirine çarpan çatal bıçak homurtuları, iddiasını destekler nitelikteydi. “Ama bil bakalım ne eksik?”

Eğer bu aramayı onu kıskanacağımı düşünerek yaptıysa düşüncesi boşa çıkacaktı. Çünkü, “Dansöz kızlar mı?” diye sorarken asla kıskanmadığımın ve onu asla şişlemek istemediğimin sinyallerini veriyordum bir nevi.

“Tabii, dansöz kızlar olsa iyi olurdu da… Şimdilik eksik olan tek şey abin.”

Yaslandığım yerden doğruldum. “Kapat,” desem de aramayı sonlandıran tarafa koyulmuştum.

Abimin bekârlığa veda partisinde eksik olmasının imkânı yoktu. Karaevrenler’e katılmak için konaktan ayrılmasının üzerinden yaklaşık bir saat geçmişti. Belli ki ayrılışının gerekçesini yerine getirmeye tenezzül etmemişti. Öyleyse neredeydi? Saçlarımı karıştırarak küçük salonun kapısından ayrıldım. Bir velvelenin pençesine yakalanmıştım. Acaba… Bir zamanlar onu kurtardığım bataklığa yeniden mi saplanmıştı? İyi de neden? Gözlemlediğim kadarıyla Beril ile iyi anlaşıyorlardı.

“Selim,” dedim bıraktığım yerden milim kımıldamayan korumama. Sesimi duyarak hazır ola geçti. “Düş peşime.”

“Sorun mu var Hanım Ağam?”

“Birazdan anlayacağız.”

Birlikte taş basamakları indik. Dilan halama ya da anneme görünmemek uğruna kafam eğik yürüyordum. Avlunun kalabalığına karıştık telaşla. Birkaç insana çarpsak da ben özür dilmek için durmayınca Selim de durmamıştı.

Dış kapıya geldiğimizde çelenklerin arasından, bir hayatta kalma oyunu oynayarak geçip sokağa indik. Önce aşağı sonra yukarı baktım. Abimin arabası yukarı tarafa park edilmişti. Ne yani, bir saattir arabasının içinde oturuyordu ve kimse varlığını fark etmemiş miydi? Ne çeşit korumalara para ödüyordum sanki?

Koşar adımlarla arabasına eriştim. Siyah filmli cam, içerinin görünmesini kabul etmiyordu. Bu yüzden durumun ciddiyetine ancak yakına geldiğimde vakıf olabilmiştim. Neyse ki kapı kilitli değildi.

Kapıyı açıp haline baktım. Kafasını direksiyona yaslamış, darmadağınıklığı ikinci bir deri misali sarınmış uyuyordu. Direksiyon simidinin üzerindeki düzlükte beyaz toz benzeri bir şey vardı. Tozun bir kısmını korka korka parmağıma alıp tadını kontrol ettim. Keşke yanılmış olsaydım dedim. Batmasaydı abim.

“Uyuşturucu kullanmış,” dedim Selim’e. “Topla şunu. Sonra da birlikte bekârlığa veda partisine gidin.”

Arkamı dönüp ikisini yalnız bırakarak ilerledim konağa. Ben Berkay Karaevren ile güç yarışı tarzında bir olaya tutulmuşken kan berdeli, en büyük vurgunu abimin üzerinde yapmıştı demek ki. Onu yeniden kurtarmam gerekecekti.

*

Bir varmış bir yokmuş diye başlıyordu mutlu sonla biten masallar. Bizimki bir zamanlar diye başladı. Ne sonunu biliyorduk ne başını. Doğunun yazdığı, belki de hiç okunmayacak bir masaldaydık.

Zaman çağdaşlaşıyor fakat geride kalmayı umursamayanlar bizi, bizim gibileri çoğunluğun iyiliği için yakılan ateşi besleyen odun yapıyordu. Ateşin kül ettiği yerler önemsenmiyordu. Burada esas ipucu yanmaktı. Odun, ateşten kaçarsa yanmaktan beter bir hâl alırdı. Ben yanmaya başlamıştım da abim ateşe bile yaklaşmamıştı. Beril’de, Hüma’da…

Nasıl bir ilişki üçgenine şahit olduğumu bilmiyordum. Sadece üçgenin çözülmesi gerektiğini biliyordum. Kına boyunca konağı inleten zılgıtları duymayışımın nedeni buydu. Bilmediğimin sıkıntısı. Kafamdaki kırmızı örtüyü kaldırıp, “Biraz ağla İclal. Dünden razısın sanacaklar,” diyen halama karşılık vermeyişimin nedeni de buydu. Beril ikimizin yerine de ağlıyor zaten.

Avludaki kalabalıktan uzaklaşmak istiyordum. Ve ancak, “Gelin elini açmıyor,” faslından sonra uzaklaşabilmiştim. Çok uzağa değil, her daim Hüma’lı ya da Hüma’sız olan tek nüfuslu mutfağımıza kadar kaçabilmiştim.

Mutfakta Hüma yoktu. Avucumdaki tam altının baskısı, kına bulaşmasın diye elime geçirilen bez ile işbirliği yapmış beni kaşındırıyorken bir ben vardım. Bir su sürahisi vardı. Bir de bir buket gül.

Bir buket gülü görünce su içmeyi tamamen silmişti hafızam. Masanın boş köşesine bırakılmış bukete yaklaştım. Tam dokunacaktım ki başka birinin daha mutfağa girdiğini hissettim. “Senin için aldım,” dedi güllere mana gelsin diye.

İstenç dışı irkilerek arkama döndüm. “Berkay!” ifademin şaşkınlığı tabağı çanağı çınlatmıştı. Bekârlığa veda partisini atlatan ikinci kişi olarak karşımda duruyordu resmen. Yüzünde, düne nazaran yatışmaya başlayan yaralarının arasında aptal bir sırıtış yaşıyordu. “Ne işin var senin burada?” parmak uçlarımda yükselip onun gerisinde duran kalabalığa göz attım.

Bize bakan yoktu ama bu, fark edilmeyeceğimiz anlamına gelmezdi. Hem… Konağa girmeyi nasıl başarmıştı ki? İşaret parmağım kullanım dışı olduğu için elimi salladım tehditkârca. “Çabuk git buradan. Erkek sinek bile gelmiyor kınaya.”

“Erkek sinek,” diye tekrarladı. Harfleri doğru düzgün telaffuz edemiyor, karıştırıyordu. Omzunu kapıya yaslamış puslu gözlerle bana bakıyordu. “Kendisiyle dışarıda karşılaştık. Nişanlısı senin kadar güzel olmadığı için gelmemeyi tercih etti.” Tamamen saçmalıyordu.

Bindallı tülünün açıkta bıraktığı saçıma dokunmaya yeltenmişti ki parmaklarına vurarak dokunuşunu bertaraf ettim. Avludaki müziğin şiddeti arttıkça arttı.

“La havle!” dedim sabır çekerek. Gelişinin nedenini anlayamasam da gidişinin bizzat nedeni olacaktım. Giydiği lacivert takım elbisenin üzerinden kolunu tutmuş, sonra yeniden bırakmıştım. Sırılsıklamdı. Saçlarından, kıyafetlerinden yere sular damlıyordu ve ben bunu yeni algılayabiliyordum. “Niye ıslaksın sen?”

Ben kolunu tutmayınca öne atılıp benim kolumu tuttu. Bindallımı ıslatırken alnını alnıma bastırdı. “Nehre atladım,” dedi. Alnımı ıslatmıştı. Teninden yayılan soğukluk tenimi üşütüyorken saçlarında pusuya yatmış birkaç damla yaş saçlarıma aktı. “Gözlerimi kapatıp Dicle’ye atladım.”

Kesinlikle sınanıyordum. Aşiret mensubu değil de aşiret mensubu gibi davranan aşiret dizisi oyuncusu gibi hissediyordum. Zira etrafımda dönen olaylar diziden farksızlaşmaya başlamıştı.

Aklını peynir ekmekle yediğinden emin olduğum Berkay Karaevren’i kendimden uzaklaştırdım. Benim perişanlığımdan yakınıyorken şu anda perişanlığın Mardin şubesiydi kendisi. “Neden?” diye sordum. Sorular da işe yaramıyordu bir yerde.

“Çünkü sarhoşum,” dedi. Üzerinden yayılan alkolün kokusu, o anda ifşa edildi. “Bak İclal.” Bu defa beni hazırlıksız yakalayıp saçıma dokunabildi. “Bir insan sarhoşsa eğer o insanda mantık arayamazsın.” Saçımı ıslak parmaklarından öfkeyle kurtardım. “Yani bende mantık arama.”

Böyle bir gecede sarhoş olduysa gidip efendi efendi çekmeliydi sarhoşluğunu. Kapıma gelip terörist gibi davranmak da neyin nesi oluyordu?

“Bıktım ya,” dedim Dilan halama uyup ağlamaya yeltenirken. “Bıktım gerçekten. Biri uyuşturucu kullanır biri sarhoş olur. Neyim ki ben? Terapi merkezi mi? Neden hepiniz beni buluyorsunuz?”

Dediklerimi büyük olasılıkla takip edememiş Berkay Karaevren’in sol kolunu kaldırıp omzuma attım. “Gel buraya şehirli bela.” Yürüyüşünü destekleyerek mutfaktan çıkmasını sağladım. Neyse ki mutfak avlunun kör noktasına denk geliyordu. Yani taş merdiveni geçtiğimizde görünmeyecektik, tabii duyulabilirdik. Eğer, “Beni odana mı atacaksın İclal?” diye soran Berkay Karaevren gülmeyi kesmezse.

Kına torbası geçirilmiş elimi ağzına sıkıca bastırıp kendimi kontrol edemeyerek kafasına vurdum. “Evet, seni odama atacağım Berkay.” Taş merdivenin ilk basamağını bin bir güçlükle çıktık. “Yoksa bana gerek kalmadan bizimkiler sıkacak senin topuğuna.”

*

Tüm ıslaklığıyla yatağıma yatmıştı. Görünmeyen varlıkların görünmeyen şakalarına gülüyordu. Bense dönülmez akşamın ufkundaydım. Ondan nefret etmeye yatırım yapıyordum.

Berkay Karaevren’in çıkardığı zorluk ayrı, ellerimin getirdiği kullanışsızlık halinin zorluğu ayrı sorun çıkartıyordu. Bindallının ölçüsüz ağırlığı da cabasıydı. Birazdan aynı şekilde gidip Dicle’ye atlayacaktım. Taşan sabrımın geldiği abartısız radde buydu çünkü.

Şifonyerin çekmecelerini çabuk çabuk karıştırmaya devam ettim. Karaevren konağına taşınmak üzere sarıp sarmalanmış eşyalarım, çabukluğumla alay ediyor olsa da beş dakika bile geçmemişti ki açık pembe renkli bir saç havlusunu alıp yatağa doğru ilerledim.

Yanına geldiğimi fark eden Berkay, yarım yatarak aşağı sarkıttığı bacaklarını yatağın kasasına vurmayı kesti. Bir kaşık sudan ziyade saçına topladığı sularda boğmak istiyordum beyefendiyi ancak ne yeriydi ne de zaman, cinayetime göz yumacak naziklikteydi. Bu yüzden sadece havluyu suratına atmakla yetinmiştim. “Al şunu kurulan,” dedim. “Ben aşağı iniyorum.”

Kendinden uzaklaşacağım anda koluma yapışıp düşercesine yatağa oturmama sebep oldu. “Gitme,” demişti baygın baygın. Havluyu kenara itti. Tarak girse açılmayacak karışıklıktaki kum kahvesi saçları, yeni bir su dalgasını üzerime sermişti.

Koluma mengene gibi yapıştığı için kıpırdayamadım. Aslında onu pekâlâ başımdan savardım da kıpırdamak istememiştim sanırım.

“Korkak değilim,” diyerek konuşmaya devam etti. Ve ben aşağı inip yüksek yüksek tepeleri bilmem kaçıncı kez tekrardan dinlemektense Berkay Karaevren’i dinlemeyi seçmiştim.

“Sen de tabanca varsa ben, tüfek kullanıyorum.” Avucunu çarparcasına vurup yüzünü sıvazladı. “Töreden nefret ediyorum.” Tonlaması çatlamaya meylediyordu. Ensesini kaşıdı o an. “Berdele mahkûm bırakılmaktan nefret ediyorum.”

Karanlıktan dolayı bakışlarını seçemiyordum lakin bileğimin üzerinde oyalanan sıcaklığını soğutmuş parmakları, bakışlarının yapabileceğinden fazlasını anlatmaya geçmişti.

“Ağa kelimesinin üzerime yüklediği lanet sorumluluktan nefret ediyorum.” Serzenişinin kasvetine derinden takılıp kaldım. Asla kıpırdamadım. Çıkışmadım. Zira suskunlar hanesinde yazılıydı adım.

“Evlendiğim kadından erkek çocuğum olmazsa ya da hiç çocuğum olmazsa…” dedikten sonra yutkunmak için duraksadı. “Onun üzerine kuma getirecek olmaktan nefret ediyorum.” Parmaklarını tenime sürmeyi kesip tamamen kavradı bileğimi. “Mardin masalsı bir şehir ama anlattığı masal kan ağlıyor.”

“N-ne demek istiyorsun Berkay?” diye sordum. Bana söylediklerine uyabilecek mantıklı bir kılıf bulmak kırmızı karın yağmasını dilemeye eş değerdi.

“Neden buradan gitmediğimi, neden benim de sana tüfek doğrultmadığımı anlatmak istiyorum.” Yattığı yerden kalkarak iyice bana yaklaşmıştı. Sol eliyle boynumu kavradı. Alnını, yeniden, alnımda dinlenceye çıkarttı. “Çünkü seni burada bırakamam İclal.”

Nefesinin dudaklarıma çarptığı yerde titremiştim mecburen.

“Bu defa sen de beni bırakamayacakken seni bırakamam.” Karanlıkta da olsak yüzüne bakmaya dayanamayıp gözlerimi kapattım.

“Çünkü İclal,” dedi adımı yakararak. “Sen, âşık olduğum kadına ikizi olabilecek kadar çok benziyorsun.”

İtirafının ardından dudaklarını dudaklarıma bastırdığında, beni başkasının yerine koyarak öpen âşık bir adama ilk öpücüğümü çaldıracak kadar ne denli büyük bir günah işlemiş olabileceğimi düşünüyordum bahtsızca.

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%