Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. RİNGE İLK ÇIKAN YENİLİR

@hayalrafya

 

 

keyifli okumalar..

Ruhsal boyutta, olmaktan korktuğum yerdeydim. Yalnızlık sofrasında öfkeme, hayal kırıklığıma, pişmanlığıma ve zayıflığıma ziyafet veriyordum. Bir başımaydım. Burada yegâneydim. Yegâne olmak sıfatını hakkıyla yaşıyordum.

Nadiren benimle aynı kulvarda ilerlemeyi seçen beynim, nadirliğini sunabileceği kadar cömert değildi bugün. Dün akşama kayıyordu, yayını terk eden oktan hızlı. Berkay Karaevren’in iradem dışında beni öptüğü sahneyi tekrara çekilmiş bozuk ya da çizik bir plak gibi sürekli geri sarıyordu.

Plağa olan hıncımı gerçek boyuttan çıkartıyordum ben de. Merkezdeki kumarhaneye gelmiştim. Arkasında depo bulunan bir tane kumarhanemiz vardı ki; o kumarhane bu kumarhaneydi.

Uzun zaman önce –kendimi mutlak olandan soyutlamak istersem diye– deponun ortasına büyükçe bir ring kurulmasını sağlamıştım. Ringin köşesinde tavandan sarkan bir kum torbası bulunuyordu.

Hiç üşenmemiş, yazıcıdan Berkay Karaevren’in fotoğrafını çıkartıp; fotoğrafı kum torbasına yapıştırmıştım. Yaklaşık yarım saattir ise fotoğrafın üzerinden kum torbasını yumrukluyordum.

Başkasının yerine koyulmuş olsam da anlık bir heyecanla çırpınan kalbimin hissettirdiği aptallığı düşünüp düşünüp yumruklarımı hızlandırıyordum. Dudaklarının dudaklarıma yaptığı baskıyı sevmeye yeltenen bilincime sinirlenip kum torbasına tekme atıyordum.

Beş saniyelik, kısa bir öpücüktü. Sonrasında kimseye görünmeye aldırmadan konaktan kovmuştum onu. Dilan halam ile annem kınada bulunan erkek temalı başımıza gelecek uğursuzluklardan yakınıyorken de sözde nişanlıma beddua okuyordum.

Beş saniyelikte olsa başkası oldun sen diyordu iç sesim provokatör bir tavırla. Beş saniyelik de olsa başkası sayılarak öpüldün. Yaşadığın coğrafya, kendi kimliğini tam anlamıyla sahiplenmene müsaade etmezken başkası olmak kolay mı geldi yoksa İclal?

Boks eldivenlerinin içine yerleştirdiğim avuçlarıma sürülmüş kınanın ağırlığı başımı ağrıtıyordu sanki. Dişlerimi sıkıp yumruklarımı hızlandırdım. Kum torbasının dili olsa ağlardı. Fotoğrafın parçalanmasına çeyrek kalmıştı.

Fotoğraf ya da kum torbası, iflas bayrağını ilk kimin çekeceğini zerre kadar önemsemiyordum. Kavrulan duygularım sönünceye değin buradaydım. Rahatsız edilmemeyi emretmiş olarak buradaydım. Gerçi benim emirlerimin geçerliliği, işliyor muydu bari?

“Hanım Ağam,” dedi deponun kapısından gözümün ucuna çarpan Selim. “Ziyaretçiniz var Hanım Ağam.”

Kum torbasına vurmaya ara verip ringin kenarına yaslandım. Hafiften göğsüm sıkışıyordu. Nefes nefese kalmıştım. Yönlendirmeme ihtiyaç duymayan başım yere eğilmişken onu dik tutmak gibi bir çabayaysa hiç girişmemiştim. Yanaklarımı basan ter damlalarını kolumla sildim. “Kimseyi. Görmek. İstemiyorum.” Telaffuz ettiğim kelimelerden sonra durarak, peyda edeceğim etkinin kat sayısını sıfırdan kurtarmış oldum.

Bir takım ayak sesleri işitildi. Selim’in gittiğini bilmek için müneccimlik sertifikası gerekmezdi. İsteğimin önemsendiğini sanmıştım. Ta ki Selim Efendi, onunla yer değiştirene kadar.

“Ama ziyaretçi seni görmek istiyor,” dedi tonundan arınmayı düşlediğim ses. Yaptığı yüzsüzlüktü. Eğer onun âşık olduğu kadın rolünü kabulleneceğim kanısına vardıysa şimdi ringe çıkmasını sağlayacak, üzerinde açık kalp ameliyatı yapacaktım.

Kafamı hızla kaldırıp depomu kirleten varlığına baktım. Üzerine monte edildiğini sandığım takım elbiselerinden birini giymemişti. Kot pantolon ve beyaz renkli bir gömleği eşleştirmişti. Taş karşımda, aşağıda, duruyor ringin tepesinde bulunduğum yeri izleyerek gömleğinin manşetlerini geriye kıvırıyordu.

“Berkay Karaevren,” dedim alaycı bir nidayla. Boks eldivenlerini çıkartmadığım ellerimi hesap sorarcasına belime koymuştum. “İstenmeyen ot musun sen?” gözlerimi tehlikeli bir ifadede kıstım. “Burnumun dibinde bitip duruyorsun.”

Güldü. Dudaklarına yetişmeyen, kısa menzilli bir gülüştü belki. Yine de gülmüştü. Artık kullandığı zırh nereden ithal edildiyse hakaret işlemiyordu beyefendiye.

“Duydun mu bilmiyorum,” dedi olağanca sahteliğine karşın sorusundaki merak sahiciydi. “Akşama nikâhlanacağım kız, ben nikâha gelmiyorum diye konağıma haber yollamış.”

İki adımda ringe yaklaştı. “Sence de istenmeyen ot olmak hakkım değil mi İclal Meran?”

Ne kadar sinirli olursam olayım onu nikâh masasında terk edecek kadar karaktersiz olmadığım için yollamıştım o haberi. Gelmeyeceğimi bilirse eğer nikâha gidip rezil olmazdı. Bir nevi merhamet etmiştim. Öte yandan evlilikten cayarak, gelecekte problem çıkaracak kan davası riskini de göze almıştım. Zira başkası sayılmamak uğruna kanı sürdürmekte kararlıydım.

“Avrupa insan hakları mahkemesi mi burası?” diye sordum okuduğu yeri ima ederek. Arkamı dönmüş kum torbasının kıyısındaki yerimi almıştım çoktan. “Git haklılığını başka bir yerde teyit ettir.” Soyunu kuruttuğum yumruklarımın, aklımın çorak topraklarında hüküm sürmesine yeniden izin vererek saldırdım kum torbasına.

Ortaya çıkan çarpışma sesleri Berkay Karaevren’in söylemlerini bastırıyordu ancak, “Ringe çıkmama izin var mı?” sorusu kulaklarımda oyalanıyordu. Ona bakmak için gereksiz molalar vermedim. Ringin çevresini saran iplerdeki kıpırdanmaya sağır kalmayı tercih etmiştim. Oysa sağır kaldığımız ya da görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz hakikatler, bizi en fazla rahatsız eden unsurlardı.

Kısa bir mühlette ringe çıkmış olan Karaevren’in adımları bana yaklaştı. Etrafına yaydığı sabırsız enerji, düğün gününde baş etmeyi en son dilediği şey olduğumu bildiriyor gibiydi. Peki neden? Buraya kadar gelip, kâğıt bile yedi kereden çok katlanamazken kendisini on dört defa katlayıp benim tavrımı çekmesinin nedeni neydi? Hiç görmediğim, hiç bilmediğim, itibarını hiç duymadığım o kadınla bütünleşen talihsiz benzerliğim mi?

“Fotoğrafımla yaşadığın romantik ilişki gözlerimi yaşartıyor.”

Kullandığım orantısız güce razı gelmeyen kum torbası ona doğru savrulmuştu o an. Refleks bahanesine sığınıp ileri atılarak torbayı tuttum. Onu şiddetli bir sarsıntıdan kurtarmışken bana ihanet eden içgüdülerimi darağacına yolluyordum. Sanki hiç böyle bir şey yapmamış gibi, “Fotoğrafın yerine geçmek istersen itiraz etmem,” dedim. Tamamen yırtılmış fotoğrafı kum torbasının deri yüzeyinden söküp; eldivenimi çıkartarak, kenarda istiflediğim desteden yeni bir fotoğraf çektim.

“Hım,” diye mırıldandı. Başparmağıyla dudağının kenarını sildi. Sayısız alışkanlığı vardı ve sayısızı da yakışmıyordu ona.

“Seninle karşılaştığımdan beri ya tehdide uğruyorum ya da dayak yiyorum.” Gerginlikten ötürü titreyen elim fotoğrafı bir türlü yapıştıramadı.

İşte bu noktada devreye Karaevren giriyordu. Kafasıyla kum torbasını işaret etti. “Ve bu en şiddetlisi.” Fotoğrafı profesyonelce hedefe yapıştırdı. Hazır yaklaşmışken de benden geri çekilmedi. “Üzgünüm İclal. Fotoğrafın yerine geçemem çünkü komadayken gelinimi öpemem.”

Bir de insan büyüdükçe hayal gücü, gücünü yitirir derlerdi. İşte, karşımda durmuş hala Karaevrenlerin gelini olacağıma inanıyorken sarf ettiği hayal gücü, gücünden eksilenlerin olmadığını anlatıyordu.

İşaret parmağımı göğsüne bastırıp geri çekilmesini sağladım. “Bana altı adımdan fazla yaklaşmaya kalkarsan,” parmağımı yukarı çevirdim. “Seni tavana asarım Karaevren.”

Tıkanan kelimelerinin engelinde bocalıyordu. “Ciddi misin?” diye sordu.

Atkuyruğumu savurarak başımı eğdim. Ben başımı eğmişken ringin çapraz ışığında kalan yüzü, körelmeye yüz tutmuş yaralarının acı türküsünü okuyordu. “En son bu kadar ciddi olduğumda yazıcıdan fotoğrafını çıkartıyordum.” Kum torbası, bacağımdan yediği tekme ile yerinden sıçradı.

“Yalnız şu anda çok önemli bir problemimiz oldu,” dedi ensesini kaşıyarak.

Çenemi dikleştirip bende, baktıkça bakma isteği uyandıran yaralarını seyrettim vurmadan veya kırmadan. “Neymiş?”

Kollarını iki yana açtı. “Nikâh memuru gelini öpebilirsiniz dediğinde ne yapacağım?” bana doğru ufak bir adım attı. “Altı adım geride durup öpücüğümü dumanla mı yollayacağım?”

Çıkar yolu komikti. Hiçbir şey olmamış, benim varlığıma saygısızlık saçmamış gibi davranması ise ayrı bir komikti. “Duman mı?” diye sordum. Saplanıp kaldığı dönemde ateşi bu denli hızlı icat edip dumanlı mesajlara geçmiş olması hayret vericiydi. “Sahi sen o kadar çağdaş mısın?”

Sertçe yutkundu. Çenesini sıktığı netçe belli oluyordu. Yoksa birilerinin tahammülü, sınırından mı taşıyordu? “Neden yakılmayı protesto eden cadılar gibi çıkışıyorsun?” dedi sesini yükselterek. “Allah aşkına neler oluyor İclal?”

Kafamı aşağı yukarı sallayıp benliğimi onayladım. Alkolle zehirlediği beyni, hatırlama yetisini etkinleştiremiyordu belli ki. “Ne mi oluyor?” benim sesim onun tırmandığı yüksekliği yerinden etmişti. “Elinin körü oluyor.” Ona yaklaşıp omuzlarını sertçe ittirdim. Hazırlıksız yakalandığından olsa gerek adımları tökezlemişti. “Neden öpücük konusuna bu kadar taktın sen, söylesene! Beni öperek ya da beni öpmeyi ima ederek eski anıları mı yâd ediyorsun?”

Güneşin batıdan doğduğunu söylemişim gibi yüzüme baktı da baktı. Kırpmayı hızlandırdığı kirpikleri, deponun aydınlatmasını titretiyordu sanki. “Neden bahsediyorsun sen?”

“Hatırlamıyorsun değil mi?” spor ayakkabımın tabanını sanki suçlu koltuğuna oturttuğum şey ringmişçesine yere çarptım.

“Allah’ın belası şehirli…” yetkisini kaybettiğim sesim, tizlik mertebesini kutsamakla ilgileniyordu.

“O benim ilk öpücüğümdü ve sen hatırlamıyorsun bile öyle mi?” Hayır, hazine misali ilk öpücüğüne kıymet verip onu gözünden sakınarak koruyan hassas leydilerden olmamıştım hiçbir zaman. Burada beni rahatsız eden tek şey, başkasının yerine koyularak ilk hatıramın satışa sunulmuş olmasıydı.

Boks eldivenlerini göğsüne vurdum. “Ölecek kadar içersen hatırlamazsın tabii.”

“İclal,” dedi çırpınan kollarımı sıcak elleriyle sıkıca kavrayarak. “Derin bir nefes al.” Dizlerini azıcık kırmış boylarımızı eşitlemişti. “Sakin ol.” Aynı şekilde kafasını da eğip gözlerime baktı. “Bana ne olduğunu anlat.”

Kaşlarımı havaya kaldırıp aramızda yeni bir altı adım daha kattım. “Ne olduğunu anlatayım,” diye tekrarladım. Az önce kabalıkla yükselen sesimin perdesi, şimdi boğazımı acıtıyordu. “Anlatayım. Anlatacağım.”

Tırnaklarım, nadasa bırakılmış tarlaya rastlamışçasına avuçlarımı sürüyordu. “Tek bir cümleyle sana ne olduğunu anlatacağım. Bana iyice bak.” Unicorn figürlü tokadan firar edip cildime yapışan ufak saçları çabucak kaldırdım yürürlükten.

“Ben kime benziyorum Berkay?” diye sordum.

Yakışıklı yüzünün anlam karmaşasıyla çarpıldığını izlemek mağlubiyetimin ödülüydü sanırım. Ellerini yumruk yapmıştı. Tam olarak gözlerime baksa bile sanki burada olmaktan oldukça ıraktı. Alkolün flulaştırdığı hatıraları didik didik etsin diye bekledim. Nihayetinde neyi keşfetmişti bilmiyordum ama dişlerinin arasından, “Siktir!” demiş olması ana fikri anladığının göstergesiydi.

“Şimdi,” dedim duraksamadan. “O söylediğin şeyi ben sana uygulamadan önce çık git buradan.”

Gitmedi. Ellerini işin içine karıştırarak direktifimi ikiletti. “Açıklamama izin ver.”

“Açıklama,” dedim artık tepkilerimi dizginlemem gereken evreye ulaşmış bulunarak. Konuyu kapatmak ve başka şeylere odaklanmak istiyordum. Aksi takdirde bir hiç uğruna estetik olmaya gidecek, saçlarımı kestirecektim. “Bana hiçbir şey açıklama Karaevren. Evcilik oynamıyoruz tamam mı? Senin istediğin kişi değilim ben.”

Kollarımı iki yana düşürdüm. Bana yaklaşabileceği sinyalini bu hareketimden fikir yürüterek almış olacak ki çok yakınımda duruyordu. “Senin istediğin kişi de olamam ben. Birleşen yollarımızı ayırıyoruz,” dedim.

Ela gözlerinin içinde dönen koyu sarı harelerine bakıverdim öylece. “Ailene kan davasının yeniden başladığını söyle.” Parmak uçlarımda yükselip dudaklarımı kulağına dokundurmuştum. Fısıltıyla konuştum. “Erkek olup olmamam umurumda değil. İlk seni kurşuna dizeceğim.”

Kollarını belime sardığını hissettim. Onu savuşturmak gibi bir çabaya girmemiştim. Dudaklarım kulağına değmiyor olsa da çenemi omzuna yasladım usulca. “O ol diye ya da senin o olmanı istiyorum diye değil…” tutuşunu sıkılaştırıp haddini aşarcasına sarıldı bana.

“Seni sen olduğun için öptüm İclal.” Benim tersime çoktan berbere gidip nikâh hazırlığı için adım atmıştı. Zira yanağı yanağımı bulurken –olduğu damat tıraşından olsa gerek– tenime batan sakallardan arınmıştı.

“Dediğin gibi yapalım. Sana şu an hiçbir şey açıklamayacağım ama şunu bil ki; hayatımın en güzel öpücüğü, en güzel ayrıntısına kadar zihnimde. Sadece benzerlik kısmını hatırlamıyorum.”

Put gibi durmayı bırakıp kollarımı yukarı kaldırmış, onun boynuna dolamıştım ansızın. Parfümü bir vampir gibi çalışıyordu. Duyumsadığım her anda zihnime girip beni manipüle ediyor ve Berkay Karaevren’e karşı yumuşamama neden oluyordu.

“Sana inanmıyorum,” dedim düşüncelerimle, söylediklerimle ve yaptıklarımla çelişerek.

Melodik bir kahkaha attı. “Merak etme İclal. Evlenince seni bana inandırmak için bolca zamanım olacak.”

Ona sarılmanın bana kattığı rahatlığa sığınıp hafifçe saçlarına dokunmaya başladım. Sakallarının izinden giden saçlarını da kestirmişti ve gözümden kalkan perde, bunu yeni fark ettiriyordu bilincime. “Seninle evleneceğimi de nereden çıkardın?” diye sordum.

“Aramızdaki mesafesizlikten,” dedi muzip tınısıyla. Dediğini pekiştirir gibi sarılışını daha fazla daraltmıştı.

Sürekli kaşıdığı ensesini kaşıma yetkisini çalıverdim ondan. Ensesini kaşıdım. “Bu bir şeyi kanıtlamaz.” Bedenini saran rahiya toz süpürüyordu geçmişi yakını olana ve yakın geçmişte barınana. “Dünya yansa da seninle evlenmeyeceğimi söyleyebilirim hâlâ.”

“Söylersin. Ve ben de ne derim biliyor musun?” aheste aheste geri çekilip odaklandı bakışlarımın dibine. “Arabamda tüfek var İclal.”

“Bir tüfekle beni alt edebileceğini mi sanıyorsun sen?”

“Sen beni alt etmiştin,” dedi ışıltıyla. “Nişandan dönemezsin Hanım Ağa.” Sol elini sarmalayan alyansı yanağıma sürtmeye başlamıştı. Kazanacağı bolca zamanı kullanmasını mühürlemeyeceğime karar verdiğim sırada da ekledi. “Gel hadi, seni bir an önce kuaföre bırakmam gerekiyor. Yoksa Dilan halan…” yüz hatlarını anlamazlıkla kırıştırdı.

“Yoksa Dilan halan beni rendeleyecekmiş.” Kollarını bedenimden çekti. “Sizin aile şiddete epeyce eğilimli sanırım.”

Kollarının oluşturduğu kafesten dışlanmanın beni boşluğa düşürdüğünü inkâr etmeyecektim. Onunla sorunsuzca geleceğimi sanarak arkasını döndü ve ringden çıkmak üzere yürümeye koyuldu. “Karaevren,” dedim ektiğini biçtirmeye heba edeceğim kararlılıkla. “Ringe bir defa girdiysen elini kolunu sallayarak çıkamazsın.”

Eli ensesini buldu. “Yani?” diye sordu

“Yani,” dedim ve kendi kendime söz verdim. Evlendikten sonra, sahip olduğu parfüm şişelerini bir bir kırmak için kendi kendime söz vermiştim. “Ringin hakkını vermen lazım...”

Fotoğraf destesinin yakınındaki yerden boks eldivenlerini alıp ensesinden çektiğim eline verdim. “Söyle bakalım Berkay Ağa.” Bir yandan da kendi eldivenlerimi giyiyordum. “Boks maçında bir kıza yenilmeye hazır mısın?”

İtiraz etmeden komaya girebilme olasılığını büyük bir yüreklilikle kabul ederek şaşırtmıştı beni.

Kafasını eğip eldivenleri giymeye girişti. “Biliyor musun, aslında o kıza yenilmek istediğim yer çok başka ama şimdilik ringle idare edebilirim sanırım.”

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%