Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. YANAN SUFLE VE SİLAHI DUYAN GECE

@hayalrafya

 

 

keyifli okumalar..

Beş Saat Kadar Sonra

Ayakta duruyordum. Oturamazdım. Daha doğrusu oturmam yasaklanmıştı. Dilan halamın, oturmamam için, kesin emri vardı. Bacaklarım ağrıdan titreyecek raddeye erişse dahi oturamazdım. Peki, neden? Çünkü oturursam gelinliğim kırışırmış.

Gelinliğim… Bu sahiplik kavramı, bana öylesine yabancıydı ki; nasıl benimseyeceğimi bilmiyordum.

Gelinlik giymenin hayalini kurmamıştım hiç. Âşık olduğum adam ile olacak olan düğünümün gösterişini düşlememiştim. Ama görünen o ki bazen hayal ettiklerimizden ya da düşlediklerimizden ziyada aklımızın kıyısını dahi tırmalamayan olgular, gerçekliğe duydukları hasreti dindirebiliyorlardı bir şekilde.

Karşımdaki aynaya dokunan görüntüme pekiştirme yaparcasına baktım, baktım, baktım da baktım.

Gelinliğin eteği aşırı kabarık değildi. Göğüs kısmından yukarı çıkan iki adet kalın askı, parlak nakışlarla özene bezene işlenmişti. Dokunduğum anda yumuşak naifliğini zerrelerime hissettiren kumaş ise bir rivayete göre; Fransa’dan sipariş edilmişti.

Saçlarıma tutunan upuzun duvak, yerlere hükmediyordu. Duvağın gösterişini gölgelememek uğruna sönük halde topuz yapılmış, kalın bukleli, sarı saçlarımın arasına inci tokalarla sabitlenen narin tül parçası, iğne değse yırtılacak kadar hassastı sanki. Oysa yürürken, yanlışlıkla, defalarca üstüne basmış ve sağlamlığını kontrol etmiştim.

Oturamadığım sandalyenin tepesindeki kırmızı kuşağa ağlama safhasında baktığım sırada odamın kapısı açıldı. “İclal,” dedi annem çekinerek. “Müsait misin kızım?”

Konuşmadım. Benden alamadığı cevabı lehine çevirerek içeriye girmişti. Uzun süredir ağladığının habercisi olan şişmiş gözaltılarını elinin tersiyle kurularken yaklaştı. Sonrasında gelinlik kumaşının kırışmasını umursamadan bana sarıldı. Halam bunu görmesin aman.

Kollarımı iki yanda sallandırmaktan başka bir şey yapmadım. Ne ağladım ne de sarılışına gönlümden kopan bir karşılık verdim. Yalnızca durdum. Biraz da kaldım. Öylece bekledim.

Zaten –bir süre sonra– annem de geri çekilmişti. “Seni kucağıma ilk verdiklerinde…” yeniden yüzünü kuruladı. “O kadar savunmasız görünüyordun ki bir an olsun yanımdan ayırmak istememiştim küçücük bedenini. Gözüm gibi baktım sana. Her şeyden, herkesten hatta kendimden bile sakındım kızım. Ama şimdi şu hale bak… Benden ayrılıyorsun. Yanımdan gidiyorsun.”

“Gitmiyorum,” dedim duygu barındırmayan bir tonda. “Beni siz gönderiyorsunuz anne. Bu gerçeğin farkına varın artık.” Hayır, duygusuz oluşum anneme kırgın olduğum anlamına gelmiyordu. Yalnızca kızgındım. Anneme ve babama, abime ve bizi berdele mecbur bırakan geçmişin Meranlar’ına, Karaevrenler’ine kızgındım.

“Canımdan çok sevdiğim kızımı öylece göndermek kolay mı sanıyorsun?” sızlayan sesini toparlamak amacıyla kısaca duraksadı.

“Bazen çok kötü görünen şeyler bizim için en hayırlı ve en iyi şeyler olabiliyor İclal. Ben bunu babanla evlendiğimde anladım.”

Elinde tutuğunu yeni fark ettiğim bilekliği sağ koluma, babamın hediyesi olan siyah kordonlu saatin üzerine taktı. “Sen de anlayacaksın. İstersen buna annelik içgüdüsü ya da başka bir şey de bilmiyorum. Sadece Berkay ile çok mutlu olacağını biliyorum o kadar. Bunu o çocuğun gözlerinde görüyorum. Nasıl olduğundan emin değilim ama benim vermeye çalıştığım değerden bile fazlasını veriyor sana.”

Annem odadan çıktığında ucunda kristal bir gözyaşı damlası bulunan altın bilekliğin kolumdaki duruşunu seyrettim.

Fazlaca verilen değerler ve Berkay ile çok mutlu olmak…

Sahi, mümkün müydü böyle bir şey?

*

İki Saat Kadar Sonra

Karaevren konağının gözlerden ırak, en ücra köşesini mesken tutmuş olan Berkay Karaevren’in odasındayken birlikte bulunduğumuz mühletlerde ışıkları kapalı halde kullanmayı huy edinmiştik sanki. Çünkü yine birlikteydik ve karanlığın hafiliğini üzerimizden atmak için yine sokak lambasının cömert aydınlatmasına tenezzül ediyorduk.

Pencere sekisi yan yana oturabileceğimiz kadar büyüktü. Tam ortamızda, ağzına kadar dolu olan ufak çaplı bir sandık dinleniyordu. Oturduğumuz köşelerden ben, sigara paketini tutuyordum. Berkay çakmağı almıştı. Ben ateş ihtiyacımı ondan karşılarken o ise sigara gereksinimi giderilsin diye bana başvuruyordu. Hipnotize olmuşçasına kısa günümüzün kârını izliyorduk. Kısa günün kârı, düğünde topladığımız altınlardı işte.

“Hayat ne garip değil mi?” diye sordu Berkay. Uzun ömürlü sessizliğin pimini düğümleyip çekmişti. Sandıkta duran burma bileziklerden birini kavrayarak incelemeye başladı. “Bu odaya en son girdiğinde soyadın Meran’dı.”

Flamingo işlemeli pijamamın saten kumaşını avuçlarıma doğru çekiştirdim. Bize ayrılan banyoda bulunan tek şampuan Berkay’a ait olan şampuandı ve şampuan, erkeklere has garip bir esansla yapıldığı için şu anda saçlarımdan yayılan kokusu beni rahatsız ediyordu. Sigara dumanıyla saçlarımdan firar eden kokuyu boğmaya çalışarak bir burma bileziği de ben kavradım.

“Hayat çok garip,” dedim onu tekrar etmekten gocunmayarak. “Dün gece kendi odamdaydım şimdi ise bir haftadır bile tanımadığım bir adamın odasında, pencere sekisinde oturuyorum.”

Onun fotoğrafını fevkalbeşer bir gayretle yumrukladığım zaman diliminden, karşılıklı sigara içtiğimiz şu anki zaman dilimine ışınlanmış olmam epey sürprizliydi ancak gönül rahatlığıyla söyleyebilirdim ki çifte düğünümüz sorunsuz geçmişti.

Mesela en güzel oyun havaları, birbirine düşman iki aşireti halaylarda buluşturmuştu. Uzaktan ve yakından düğünümüze akın eden eş, dost, tüm akrabalar düğün boyunca sakin cümlelerle sohbet etmişti. Erhan Karaevren ile olan arkadaşlığını ileri safhalara taşıyan babamın yüzünden gülümseme inmemişti. Öte yandan annem ve artık kayınvalidem sıfatına yükselmiş olan Esma Karaevren’in büyük bir aile yemeği tertip etmeyi planlarken yaşadığı neşe, dillere destan edilebilirdi.

Başta Hande’ye silah doğrultan Fatih’e gelirsek… Kızın peşinden bir saniye bile ayrılmamıştı. Onu defalarca kez dans pistine çekmeye çalışmış, kızın elbisesinin güzelliğini bana anlatıp durmuştu. Hatta bu duruma ilgi veren, soyumuzun ileri gelen teyzeleri, Hande-Fatih çifti başlığı altındaki gelecek düğünü hazırlamaya koyulmuştu.

Diğer cephede Dilan halam ise kendine sözde bir koca adayı bulmuş, Zeliha ve Zehra gelinin kız kardeşi unvanına yakışacak durulukta (!) tavırlar savurmuştu etrafa. Tabii bunca hengâmenin arasında abimi tükettiği uyuşturucu kuyusundan çekip çıkartmak da Selim’e ve bana kalmıştı. Şimdilik kalıcı müdahale edebileceğim bir ortamda değildim. Bir müddet, bu uyuşturucu meselesini geçici olarak çözmekle yetinecektim maalesef.

Nikâh memuru düğün mekânına teşrif ettiğinde müstakbel kocasını yeni ayılttığım Beril Karaevren sorun çıkartmaya yeltenmişti bu kez de. Ayakkabısının topuğu esrarengiz bir şekilde kırıldığı için hüngür hüngür ağlamıştı ki musluklar onu görseydi, akıttıkları suyun azlığı depresyona sokardı hepsini.

Neyse ki Karaevren kuzenlerden birisi ayakkabısını Beril’e vermeyi teklif etmişti de sıyrılmıştık işin içinden. Sonrasında, kırılan topuğu Hüma’nın elinde gördüğümü kimse ile paylaşmamıştım. Paylaşsaydım eğer böyle bir durumu açıklayamazdım.

Düğünün ortalarına doğru, taraflar caymadan kara kaplı deftere imza atılmıştı. Gerçi ben parmak basmıştım fakat konumuz bu değildi.

Takıların toplanmasının, tekrar tekrar halay çekilip zılgıt çalınmasının, birkaç densizin silah sıkmasının ardından düğün bitirilmişti.

Günün sonunda herkes mutluydu. Herkes, yedi kuşak boyunca sürmüş kan davasının nihayete erdirilmesine seviniyordu. Bu mutluluğu da sevinci de onlara biz veriyorduk.

Paketten çektiğim yeni sigarayı Berkay’a uzattım. Silindir haline getirilmiş kâğıdın ucunu tökezlemeden tutuşturmuştu. Bir an için bile olsa, benim yerimde gördüğü o malum kadının fıkra gibi anısını pekâlâ unutmamıştım. Beyefendi de aklanmadığının bilincindeydi hani. Sadece… Asıl yoğunluğun düğünden sonra arşa çıkacağını bildiğimizden ötürü ikimiz de ateşkes ilan etmiştik.

Sırtımı yasladığım camın soğuk rahatlatıcılığını zihnimin merkezine çekip sigaramı içmeye devam ettim. Üç kalemden fazlasını kaldıramayan Berkay Karaevren’in bünyesi, kendisini şiddetli öksürüklerle savunup, ciğerlerini dumandan muaf bırakmıştı, aynı anda. Bu yüzden amaçsızca talan ediyordu altın sandığının içini. “Yalnız bayağı iyi altın topladık.”

İstesek iki şubeli kuyumcu dükkânı açmamıza olanak tanıyacak altınlara kederle göz attım. Sonra annemin hediyesi olan bilekliğe, babamı hatırlatan saatime dokundum belli belirsizce. “Yarın için hepsini takmak zorunda mıyım?” zorunda olmak istemiyordum. Ben, bendekilerle yetinmek istiyordum.

“Hepsini takmak zorundasın,” diyerek durgunca onayladı beni. “Yarın sadece seni değil altınları da görmeye gelecekler.” Kafasını çevirip karanlık tarafından hatlarının silindiğini düşündüğüm yüzüme naifçe bakmıştı. “Hepsini takmak zorundasın İclal.”

“Zor olacak,” diye mırıldandım. Biten sigaramı küllükte boğarken başka bir tanesine daha saldırmamıştım.

“Muhtemelen.”

“Ben altınlarla şov yaparken sen nerede olacaksın?”

“Evine ekmek taşıyan kocalardanım ben İclal. İşimin başında olacağım.”

“Ah!” pencere sekisine hafifçe vurdum. “Kadın erkek eşitliğinin bir an önce Mardin’e gelmesi lazım.”

Bu bölgenin namütenahi gelenekleri diyordu ki; düğünden sonraki gün, düğüne gelemeyen tanıdıklar, hem gelini görmek hem de takamadıkları altınları takmak amacıyla damadın evini ziyaret edermiş.

Yani yarın gelenekler tarafından sömürüleceğim bir gün olacaktı. Beril’i görmeye gideceklerle beni görmeye gelecek olanlar, şüphesiz, Karaevren ve Meran konakları arasında mekik dokuyacaktı. Ve eline kurşun tozu değmiş olan ben, bir gün için Hanım Ağa değil, hanım hanımcık gelin kategorisinde değerlendirilecektim.

Ruh halimi buhrana sürükleyen düşünceleri sopayla kovalayarak bakışlarımı, bakışlarını bana kenetlemiş olan Berkay’ın bakışlarına hakikaten çevirdim. Dudağımı üzgünce aşağı sarkıttım. “Ben acıktım. Peynir ekmek falan bulabilir miyiz?”

Sanki benim bunu söylememi bekliyormuş gibi gülümseyen Berkay, ani bir enerji ile ayağa kalkıp elini bana uzattı. “Aşağı inelim. Bu saatte mutfakta kimse yoktur.” Görev yüklemediği diğer eli ile ensesini kaşıdı. “Sana sufle yapabilirim.”

“Sufle mi?” diye sordum bunu hiç beklemeyerek. “Sen sufle yapabiliyor musun ki?”

“Yüksek lisansımı Fransa’da yaptım,” dedi şaşkınlığımı açıklığa kavuşturarak. “Eh, Fransız şeflerden birkaç tarif öğrenmişliğim var herhalde.”

“Mutfağı yakmazsın değil mi?”

“Yeteneklerime hakaret etmek için nefesini heba etme İclal. Sufle yemek istiyor musun istemiyor musun, onu söyle.”

“İstiyorum sanırım.”

“Hadi öyleyse.”

Pencere sekisinden kalktım. Elini özellikle tutmayıp yanından geçmiştim. Gülümsedi. Benzer şekilde gülümsemek ise boynumun borcuydu bir nevi.

Odadan çıkıp sessiz adımlarla mutfağa ilerledik.

*

Yeni gelin olmanın hakkını sonuna kadar teslim ediyor, Berkay buzdolabından sufle için gerekli olan malzemeleri çıkartıp tezgâha sıralıyorken bende süzülüyordum. Ellerimi iç içe geçirmiş belimin üzerinde kenetlemiştim.

Üç adet yumurtayı bırakıp alt dolaptan toz şeker kavanozunu çıkarttı. Yaptıklarını ayna misali taklit ediyordum. Onunla birlikte eğildim. Onunla birlikte adımlarımı sürütmüştüm geniş mutfakta. Ancak peşinde gezinmem, canını sıkmış olacak ki yemek masasından bir sandalye çekip oturmamı emretti. İtiraz etmemiştim. Canıma minnetti. Sonuçta onun çöplüğünde ötecek değildim.

Isıtıcının kaynattığı suyu tencereye aktarıp tencereyi de ocağa koydu. Yanındaki raftan cam kâse kapmıştı. Seri ve dikkatli çalışıyordu. Bir parça bitter çikolata ile bir parça yağı kâsede buluşturdu. Karışımı kabul eden kâse, ocakta su fokurdatan tencerenin üzerine yerleştirilmişti. Adını sanını bilmediğim bir çeşit çikolata-yağ eritme tekniğiydi bu.

“Anlat bakalım Berkay Ağa,” dedim konuşmadan çalışmasının beni bunalttığını belirterek. “Yüksek lisans sırasında kaç tane Fransız kızın gönlünü kırdın?”

Tek eliyle kırıyordu yumurtaları. Becerisiyle hava atmayı dilediğinden olsa gerek, aynı anda omzunun gerisinden bana bakmıştı. “Gönül kırmak değil. Gönül kırmaktan ziyade o gönüllere taht kurmayı tercih ediyorum ben, Gelin Hanım.”

Eğlenen ifadesine göz devirdim. “Peki, tahtları nasıl kurdun Mimar Efendi? Sufle yaparak mı?”

“Evet,” dedi omuzlarını silkerken. “Fransız kızları tavlamada çok işime yaramıştı.”

Fransa anılarından bahsetmek ayrı bir keyifle kuşatmıştı onun topraklarını. Yoksa bana benzeyen kız… Fransız olabilir miydi? Sen birçok şeye benzeyebilirsin İclal. Ama Fransızlık, o birçok şeyin yakınından dahi geçmez. Onca tatlının içinde neden Fransızların gözdesi diye bilinen sufleyi seçmişti ki?

“Dene bakalım,” dedim. Biraz gergindi söylemim. “Senin sufle, bir Mardinli kızda da işe yarayacak mı?”

“Seni tavlamamı mı teklif ediyorsun İclal?”

“Belki.”

Güldü. Güldüğü esnada yanağının tek tarafı hafifçe çukurlaşıyordu. Onu güldürmekten hoşlanmıyordum. Sözlerimin onu güldürmesi sinirlerimi geriyordu resmen. Fakat yanağında çıkan çukur fazlasıyla hoş gösteriyordu birçoklarının yakışıklı diyeceği yüzünü. Ve sırf o çukuru tekrar tekrar görebilmek için sanırım onu güldürmeye dayanabilirdim.

Yumurta kırma işlemini tamamlayıp toz şeker, un ve biraz da tuz eklediği kek hamurunu silikon kaşıkla karıştırmadan önce beş küçük sufle kabını tezgâhın boş yanına bıraktı. Sanırım sahiden biliyor sufle yapmayı. “Mardinli kız artık oturmayı bıraksa iyi olur,” dedi. Paketini sıyırdığı tereyağını kaplardan birinin içine koydu. “Kapların yağlanması lazım…”

“Peki madem.” Ellerimi birbirine vurarak oturduğum sandalyeyi terk ettim. Zaten yaz dizilerinden fırlamış gibi bir havayla sufle yapıyor olması canımı sıkmaya başlamıştı. Olaya dâhil olmak lehime sayılacaktı.

“Kenara çekil de sana biraz aşçılık öğreteyim Karaevren.”

Tereyağını koruyan paketi tamamen sıyırdım. Ardından ufak kaplara sürmek için kendisini elime almıştım. Tenime değen kaygan doku, yağı tezgâha düşürmeme sebep oldu. Pijamamın kollarını sıvayıp yeniden denedim. Tırnaklarımın içine tereyağı parçacıkları sızmıştı bu kez de. Yine yapamadım. Kapları yanlışlıkla birbirine çarptığımda bir tanesi neredeyse yere düşüyordu. Kap, kırılmaktan son anda dönmüştü.

“La havle!” pes etmedim tabii. Soyadım değişmiş bile olsa ben hâlâ savaşmanın hakkını verebilecek bir Meran’dım. Kenara attığım paketi yağa sarıp öyle denemeye giriştim. Bu seferde de yağlanan elim paketi kavrayamamış, tereyağı kalıbı Berkay’ın hazırlamakla meşgul olduğu kek hamurunun içine düşmüştü.

“Yağı tutabildiğinde haber ver,” dedi kek hamurunun içindeki suç aletini olay yerinden uzaklaştırırken. “Aşçılık öğrenmeye o zaman geleyim.” Hamuru tamamladığı kâseyi önünden çekmiş, sufle kaplarını bizzat yağlıyordu şimdi.

Musluğun üzerine bırakılmış sarı bez ile elimi kaplayan yağ tabakasını kurulamaya başladım. “Neden olmadı anlamadım. Oysa Masterchef’in her sezonunu izlemiştim.”

“Ah Hanım Ağa ah!” çikolatalı elini yüzüme sürmeyi sorun etmeden yanağımdan, acıtıcı, bir makas kopardı. “Masterchef’i izleyenler aşçı olabilseydi Doktorlar’ı izleyenler de neşter alıp ameliyathanelerde işe başlardı.”

Elimi sildiğim bezi kenara fırlattım. “Avrupa’da okumuş olmak mı söyletiyor bunları sana?” açık seçik dalga geçiyordu benimle. Üstünlüğünü vurgulamasına bir yere kadar katlanabilirdim. “Düzgün konuş benimle Berkay Ağa.” Kollarımı göğsümde kavuşturup tepesinde dikildim. “Yoksa o lafları yediririm sana.”

“Sinirlerin, dolardan hızlı yükseliyor.” Kolunu omzuma dokundurarak eğilip ocağın üzerinde erimiş çikolatayı aldı. “Ömrümü çürüteceksin. Anlaşıldı.” Erimiş çikolata da böylece girmişti kek hamuruna.

“Ömrünün sağlığı için söylüyorum,” dedim. Hiç düşünmeden işaret parmağımı hamura daldırmış, tadına bakmıştım. Epey lezzetliydi. “İstersen boşanabiliriz. Gönlüne taht kurduğun Fransız kızlardan birini alırsın nikâhına.”

Gözlerimi birkaç saniye için kapattı. Büyük olasılıkla hamura parmak batırmama sinirlenmişti. Yine de gözlerini tekrar açtığında, “İstemem,” diyen ve beni ölümüne gıcık eden o klasik Berkay Karaevren’di.

“Neden?”

“Çünkü, Fransız kızları her şekilde sollarsın sen.”

Bu kelimelerini iyiye mi kötüye mi yoracağımı bilemeyerek sustum. Suskunluğumdan faydalanmayı ihmal etmemişti. Un kavanozunu tezgâh boyunca itip önümde durmasını sağladı. “Az miktarda unu kaplara serperken zorlanmayacağını düşünüyorum.”

“La havle!” dedim bir dışımdan bir de içimden. La havle!

Yağlanmış sufle kaplarını sıraya dizip tepeleme unla doldurduğum yemek kaşığını kapların başına getirdim. Ancak tek kurşunla üç keklik vurmakta ne denli ustaysam un miktarını ayarlamak konusunda da tam bir felakettim. Elim baskıdan dolayı titremiş, serpilmesi gereken un baştaki kaba tamamen dökülüvermişti.

“Az miktar denilince gerçekten bunu mu anlıyorsun?” yaptığım karışıklığı düzeltme mecburiyetine sıkışmış olan Berkay, unu ve kaşığı alıp beni tezgâhın kıyısından kovdu. “Yemek yapmayı gerçekten bilmiyorsun değil mi İclal?”

Yemek yapmayı bilmeye ihtiyacım yoktu. İhtiyacım olmayan şeyleri bilmeyerek kafamı doldurmak istememem suçsa eper müebbet yemeye razıydım kısaca. “Benim için yemek yapan insanlar varken yemek yapmayı niye bilecekmişim ki?”

“Ne diyebilirim ki…” undan arındırdığı sufle kaplarına hamuru dökmeye geçti. “Duyduğum en haklı gerekçe.”

*

Bağdaş kurmuş, fırının önünde oturuyorduk. Tepsiye yerleştirdiğimiz sufleler, iki yüz derecelik sıcağın insafına kalmıştı. On dakika boyunca ısı ile terbiye edileceklerdi.

Bu esnadaysa fırından tatlı bir koku geliyordu. Kaplarına iyice yerleşen sufleler durdukları yerde hafifçe kıpırdanıyordu. Yerlerini sevmiş olmalıydılar.

“Biliyor musun, sufle bir hata sonucu keşfedilmiş,” dedi Berkay. Fırının sarı ışığını izlerken neredeyse gözlerini bile kırpmıyordu. “Söz konusu Fransız fırıncının zamanlayıcısı bozulmuş ve tatlıyı fırından erken çıkartmış.”

“İlginç,” diye mırıldandım. “O hatanın sonucunu şimdi bayıla bayıla yiyoruz yani öyle mi?” bir hatanın peyda ettiği kelebek etkisine şaşırmamak elde değildi.

“Öyle,” dedi tuhaf düşüncelerin adamı olduğunu düşünmeye başladığım Berkay Karaevren. “Aslında bayağı derine inersek…” alyansını fırın ışığına tutarak gösterdi bana. “Berdele sebep olan şey de geçmişten gelen bir hataydı.”

Kaşlarımı çattım. Söylediği şeyin manasını sorgulamak üzere dudaklarımı aralıyordum ki Karaevren konağının dışında –adeta kızılca kıyamet koptuğunu duyuran– bir silah sesi duyulmuştu.

Sufleyi ve hataları irdelemeyi rafa kaldırıp telaşla ayağa kalktık. “Neler oluyor?” diye sordum.

“Bilmiyorum ama hiç de iyi şeyler olmadığı kesin.”

Fikir yürütmeye zaman yoktu. Silah arka arkaya üç kere ateşlenmişti. Alelacele terk ettik mutfağı. Berkay ve benim haricimdeki Karaevrenler bize yetişmekte gecikmiş, yataklarını yeni yeni terk ederek çıkıyorlardı meydana.

Bir curcunadır gitti o an.

Artan kalabalığın endişesinin arasında Berkay’ın vestiyerdeki tüfeği kaptığı gördüm. Bu, sürekli bahsedip durduğu meşhur tüfeği olmalıydı.

Tüfeğin askısını omzuna geçirirken, “Siz burada bekleyin,” dedi sadece. “Siz burada bekleyin!”

Beklemek en son yapacağım şey dahi olamazdı. O, konaktan çıkıyorken ben de atılmıştım arkasından. Ahşap kapıdan çıktık. Görkemli bahçeyi saran korumalar alarmdaydı. Korumaların ötesinde, bahçeyi çevrelen çitin dışında ise…

“Selim,” dedim hayretle. Gece gece terör estiren kişi sağ kolumdu, korumamdı.

Berkay tüfeğini indirip yüzünü sabırla sıvazladı. O esnada Selim de indirmişti silahını. Ateş etmeyi bıraktı. Çite yapıştı. Bağırmaya başladı. “İclal,” dedi ağlamaklı bir sesle. “Seni seviyorum İclal.”

Korumamın benim için attığı ilan-ı aşk nidalarının anlamını ancak kavrayabiliyordum ki konağın içinden birisinin ya da birilerinin, “Mutfak yanıyor,” diye haykırdığını duymuştuk.

“Seni seviyorum İclal.” Ve… “Mutfak yanıyor.”

Berkay bana baktı. Ben Berkay’a baktım. Tam o anda bahçenin ortasında, kış soğuğunda keskin bir arafta kalakalmıştık.

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%