Yeni Üyelik
48.
Bölüm

ÖZEL BÖLÜM: ARTIK YILLAR

@hayalrafya

 

keyifli okumalar..

yıllar yıllar önce...

Berkay Karaevren

Verilen sözler gölgelere benzerdi. Her daim karanlıkta bekler, sahibinin boynuna dikenli ipler geçirerek yaşam enerjisini içmeyi hedeflerdi. Ben, iki cihan yansa bile böyle bir şeyin gerçekleşmesine izin vermezdim. İzin vermemiştim.

İclal’e verdiğim iyi günde kötü günde sözünü oksijen tüpü ilan etmiş, hayatımı çevreleyen bütün noktalara entegre etmiştim. Zira İclal, benim güzeller güzeli karım, her şeyimdi. Ben, artık onun her şeyi olmadığımı hissetmeye başlıyorken bile...

“Berkay,” dedi mutfak kapısının kıyısında bekleyen tanıdık bir ses. “Geleyim mi?”

Yüzüme vuran fırın ışığına arkamı dönmedim. Fırın camının gerisinde ağır ağır pişmeye koyulmuş; çiğ, sufle hamurlarının ısıya karşı dirençlerinin düşüşlerini izlemeye devam etmiştim. “Gelme desem,” diye karşılık verdim benden cevap bekleyen o tanıdık kişiye. “Arkanı dönüp gidecek misin, abi?”

Abim sinir bozucu bir biçimde gülerken –benim aksime– oldukça mutluydu. “Hayır.”

Omuzlarımı silktim. “Gel öyleyse.”

Geldi.

Mutfak ışığını yakmaya gerek duymamasına memnun olmuştum. Yanıma, yere, oturdu teklifsizce. Tıpkı benim yaptığım gibi bağdaş kurdu. Yüzlerimiz, fırının sarı ışığını paylaşıyordu şimdi. “Ne yapıyorsun oğlum burada?” diye sordu sahici bir merakla. “Karanlıkta?”

Dudaklarımı sıktım. Beni merak etmesini bilhassa arzuladığım kişinin umuruna dokunmayı çoktan bırakmışken abim tarafından merak ediliyor olmak canımı sıkıyordu açıkçası. Burada, geçmişte olduğu gibi, yanımda İclal’in oturmasını istiyordum. Lakin abim, İclal’in yerini gasp etmekle meşguldü.

Çenemin ucuyla fırını işaret ettim. “Sufle pişiriyorum.” bir mısralık bir şiiri mırıldanırcasına çıkmıştı sesim. “İclal çok seviyor.”

İclal zaten bir tek kendini sevmiyor; kendini, beni ve Ela’yı.

“İclal,” dedi abim. İç çekmişti. Sıkıntımı paylaştığını fark ettim. Belki de beni anlayabiliyordu. İçine düştüğüm bunalımı garipsemiyordu. Sonuçta o da –yani bir zamanlar– yengeme duyduğu aşkı sıkıntılar üzerine kurmuştu. “Nasılsınız?”

Nasılız?

İclal ve ben, sahiden nasıldık? Hiç güneşin dokunmadığı, parçalı bulutlu bir buhran adasıydık.

“Bilmiyorum,” dedim yüzümü sıvazlayarak. Abime karşı dürüst olmayı seçmiştim.

“Yenge hanım, pek de iyi değil sanki?” dedi abim gereksiz bir çıkarımda bulunarak. Onu suçlayamazdım. Sadece... Gördüklerini ve şahit olduklarını bir cümleye sığdırmıştı.

İclal hakikaten iyi değildi.

O hastanenin önünde, bana sarılarak konakta fazla odamızın olup olmadığını sorduğunda; bundan sonra diye geçirmiştim içimden. Bunda sonra hayatımda, hayatımızda her şey yolunda gidecek. Terslik kelimesi, bizim içim yeryüzünden silinecek.

Fakat öyle olmamıştı. Umduğum, hiçbir köşe başında beni bulmamıştı. Ağzımızın tadı kaçmasın derken ağızlarının tadını daha çok kaçıran Yaprak Dökümü, Hayriye Hanım gibiydim belki. Bir uğursuzluk abidesiydim.

İyi dileklerle kutsanmış düşüncemin üzerinden yedi ay kadar süre geçmişti. İclal’in hamileliği sorunsuzca ilerliyordu. Ta ki yedinci ayın sonuna kadar...

Yedinci ayın sonlarına yakın bir zaman diliminde, ısrarlarımı dinlemeyerek bir kumarhane baskınına katılan İclal erken doğum yapmak zorunda kalmıştı. Meran ve Karaevren aileleri olarak bu durum karşısında hissettiğimiz sarsıntının haddi de hesabı da tutulamazdı. Günler boyu dökülen gözyaşları kovalara doldurulsaydı eğer Afrika’da su sıkıntısı kalmazdı sanırım.

Erken doğan bebeğimizin hayati tehlikesi de cabasıydı. Doğum sonrası, İclal’in depresyona girip depresyonda kalmakta diretmesi ise daha bir ayrı...

Birbirinden karanlık onlarca anı zihnime çullanır çullanmaz yaşarmaya meyleden gözlerimin diplerini elimin tersiyle kuruladım. “Sadece,” dedim abime. Belirtisiz öznenin adıydı İclal. “Biraz zamana ihtiyacı var.”

Onun zamana ihtiyacı vardı. Hepimizin biraz zamana ihtiyacı vardı. Zaman, yan etkisi olmayan belki de en etkili ilaçtı; büyülü bir yara sarıcı.

Abim bu akşam tam modunda olmalıydı ki süslü bahaneler başlığı altında sunduğum her telden argümanı def ediyordu. “Annem öyle düşünmüyor,” dedi. “Annem, İclal’in zamana ihtiyacı olduğunu düşünmüyor.”

Esma Karaevren hep karşı cephedeydi zaten. Hep karşı cepheden düşünürdü.

Gözlerimi kısaca yumarak burnumu sıktım. “Annem, İclal ile ilgili düşüncelerini seninle paylaşmayı bırakmalı.”

Abim söylediklerime takılmamıştı. Direkt olarak, annemin ona bahsettiklerini anlattı. “Kurşun döktürecekmiş.”

Annem, İclal’e kurşun mu döktürecekmiş?

Birkaç saniye boyunca kıpırdayamadan kalakaldım. Yanlış anladığımı sandım. Ama hayır, abimin yüzünde mimik oynamıyordu. Fazla ciddiydi; olması gerekenden bir hayli fazla ciddi.

“Kime?” diye sordum çoktan bildiğim bir gerçeği inkâr edercesine.

“İclal’e,” dedi. “İyileşmesi için.”

Annem, İclal’e kurşun döktürecekmiş. Ne yanlış anlaşıma varmış ne de çürük çarık bir karışıklık. Annem, İclal’e sahiden kurşun döktürecekmiş.

“İclal zaten iyi,” dedim. Sanki kurşun döktürerek bir şeyleri çözmeyi amaçlama fikri abime aitmiş gibi, hissettiğim anlık gerginliği ona yönlendiriyordum şimdi.

“Söyle anneme saçma sapan işlere bulaşmasın.” Gözlerimi abimden çekerek yeniden fırına döndüm. “Konak sınırları içinde ne kurşuncu görmek istiyorum ne de bin bir dert taşıyan kirli tavasını.”

Abim cevap vermeye fırsat bulamadı. Fırsat bulmuş olsaydı bile söylediğim son söz üzerine bir şeyler diyemezdi de muhtemelen. Zira annemin fikirleri, tartışmaya kapalıydı ebediyen.

“Berkay Ağa’m,” dedi yıllardır Karaevren konağında yardımcı olan lakin her seferinde adını unutmayı başardığım yardımcı kız.

“Ne var?” dedim sertçe. Hâlâ, fırınla ilgileniyordum.

Yardımcı kız ise nefes nefese ekledi. Cümleye, “İclal Hanım’ım,” diye başlaması benim için pekâlâ yeterliydi.

Abimin hayret yüklü bakışları altında, elektrik çarpmışçasına ayağa kalktım. “Yine mi?” diye sordum kendi kendime. “Yine mi, İclal?”

Hışımla mutfağı terk ettiğimde abim de yardımcı kız da peşime düşmemişti. Beni, bizi kendi halimize bırakmaları işime gelirdi. Çünkü onlar, benim her tafrasına dayandığım –çalımlarına dahi öldüğüm– karıma tahammül edebilme kabiliyetlerini kaybetmişlerdi. Karşı karşıya geldiklerinde yaptıkları tek şey İclal’e kızmak oluvermişti.

İclal’e kızanlara karşı duyduğum inanılmaz nefreti göz önünde bulunduracak olursak... Katil olmamam için yalnız kalmam en iyisiydi; İclal ile ve güzeller güzeli kızım Ela ile...

Konağın merdivenlerinden yukarıya nasıl tırmandığımı hatırlamıyordum. Ancak üçüncü kattaki odama eriştiğimde soluklarım yetmiyordu ciğerlerimin tümüne. Öyleyse, delicesine acele etmiş olmalıydım.

Parmaklarımı kapalı kapının koluna sardım. Yine benzer bir aceleyle kolu aşağıya indirdim.

Karşıma çıkan, gördüğüm manzara resmen şimşekler indirmişti aklıma. Oda karanlıktı. Hatta kapkaranlıktı. Pembe beşiğinden çıkmamış olan Ela, boğazını yırtmak istercesine ağlıyordu. İclal, onun hemen başındaydı. Lakin kızımıza dokunmuyordu. Başını ellerinin arasına almış, susması için Ela’ya bağırıyordu. Hissizce bağırıyordu.

“İclal,” dedim onun bağırışını bastıracak bir tonlamada. Kızmamaya gayret ediyordum.

Sesimi ayırt edebildiğinde –önce– irkildi. Sonra, beşiği seyreden bakışlarının kadrajına beni yerleştirdi. Güçlükle yutkundu. Güzel yüzünden akan sayısız gözyaşı, karanlığa rağmen belli oluyordu.

Odanın içine girdim ve potansiyel meraklılardan bizi sakınmak emeliyle kapıyı ardımdan kapatmıştım.

“Zevcem,” dedim acı çeker gibi. Ne gibisi, acı içeriyordu kelimemin her bir harfi. “Ne yapıyorsun sen? Bağırma artık ona.”

Ela ağladı. İclal ağladı. Onlar ağladıkça benim tenim dağlandı, yüreğim parçalara ayrıldı.

Ağır adımlarla yaklaşıyordum yanlarına. İkisinde de derhal sarılmayı arzulasam bile fevri isteklerime yenik düşmemek zorundaydım. Zaten korkuyorlardı birbirlerinden. Bir de benden korkamazlardı hepten.

“Berkay susmuyor bu,” dedi İclal çaresizce. Ona ulaşmama çeyrek kalmışken konuşmuştu. Ay-yıldız desenli siyah pijamasının uzun kollarını gözaltlarına bastırdı. “Al, götür şunu başımdan.”

Yüzümü buruşturdum. Yumruklarımı sıktım. Ela’yı odamızdan götürmek adına hiçbir girişimde bulunmamıştım. Ela’nın ait olduğu yer burasıydı, bizim yanımızdı. Buradan da yanımızdan da ayrılmayacaktı. Ne denli zor olursa olsun, İclal’in kızımızı kabul etmesini sağlayacaktım. Bu uğurda aldığımız yaralar da –tıpkı Ela’nın gelişi gibi– en değerli zamansızlık emaremiz olacaktı.

“Susmuyor,” şeklinde, çatlak sesiyle konuşmayı sürdürdü. “Susmuyor işte.” duyduğum hasreti katiyen dindiremediğim sarı saçlarını hırsla çekiştirdi. “Dayanamıyorum. Anlıyor musun?”

Anlıyordum. Onu en iyi ben anlıyordum. Fakat anladıklarıma çare bulamadıkça umutsuzluğa gömülmeme mani olamıyordum.

“Bozuk kaset gibi ağlıyor. Devamlı ağlıyor. Asla yorulmadan ağlıyor. Anlıyorsun, değil mi Berkay?” onu yargılamamam için –adeta– yalvarıyordu bana. Oysa ben, onu yargılayacak son kişi dahi olmayacaktım. “Beni anlıyorsun değil mi? Dayanamıyorum ki.”

Ağır ilerleyen adımlarımın son durağı, İclal’in tam karşısıydı. Ela’nın içli haykırışları yükselmeye devam ederken solan gülüşlerine aralıksız ağıt yakabileceğim sevgili karıma sarıldım. “Anlıyorum,” demiştim onun aksine yumuşakça. “Seni anlıyorum İclal.”

Parmaklarımı uzun, sarı saçlarının arasına daldırdım. Sırtını okşadım. Belini tutmayı bırakamadım. Gözyaşları tişörtümü ıslatırken Ela’nın dinmeyen sesi tarafından hırpalandım. “Sakin ol, tamam mı?”

Yanaklarını tırmalayan ıslaklığı kurulamıştım bir süre. Boynuma çarpan nefeslerinin yatışmasını bekledim. Ben ona sarılmaya devam ettikçe çözülüyordu bir nevi. Kendime engel olamayarak gülümsedim. “Sakin ol...”

Ne yapıyorsun İclal sen bana? Ekseninden kayıyor dünyam, yörüngene tırmanıyorum pervasızca.

Sakinleştiğinden emin olduğumda geri çekildim. Ağlamaktan dolayı kızardığını bildiğim yüzünü avuçlarımın arasına almış, boylarımızı eşitlemek için hafifçe eğilmiştim. “Sakin misin şu an?”

Kirpiklerini kırpıştırdı. Puslanan gözleri, sorumu sözsüzce onaylıyordu.

Ondan uzaklaştım. Kalbimin bir yarısı dinginleşmiş, şimdi sıra kalbimin diğer yarısına gelmişti.

“Gel bakalım prenses,” dedim pembe beşiğinin içinde çaresizce çırpınan kızımı kollarımın arasına alırken. “Duyduğuma göre anneyi üzüyormuşsun sen.” yüzünü omzuma yaslamıştım.

İclal’e sarıldığım gibi, ona da aynı sevgiyle sarıldım. “Anneni üzmeni istemiyorum,” derken hayır, Ela’yı suçlamıyordum. “Anlaştık mı?” yalnızca... İclal’in dağılan moralini bir nebze de olsa yapıştırmak adına Ela ile böyle konuşuyordum.

Ellerimin ve kollarımın arasında kaybolmaya dünden istekli kızımın kokusu, annesinin yüzüme ektiği tebessümü yeşertiyordu. Odaya hükmeden ağlama sesleri, iyiden iyiye durulmuştu.

Ela’nın ufak parmaklarımı boynuma batmaya ve dudaklarıma dokunmaya başladığında içimden geldiği gibi gülmeden edemedim. Kısa ömürlü kahkaham, odaya çöken hüznü çınlatıyorken İclal’in bakışlarını sırtımda hissediyordum.

“Ah...” iç geçirdim. “Beni bu kadar çok özlediğini bilseydim daha erken gelirdim yanına kızım.”

Ben tane tane konuştum, İclal dinledi. Ben tane tane konuştum, Ela dinledi. Dinleyicilerim böylesine güzelken dillendirdiğim cümleler, onların varlığıyla birlikte daha da güzelleşmişti.

“Sen...” dedi İclal, Ela ile girdiğim tekli diyaloğu bölerek. Ona döndüm hafifçe. Bana bakmıyordu. Hipnotize olmuşçasına beşiği seyrediyordu. “Sen ona dokununca susuyor. Seni daha çok seviyor, Berkay.”

“İclal,” diye başladım söze. Merdiven çıkarken bozulan keyfim yerine gelmeye başlıyordu. “Haklısın. Ben de kendimi daha çok seviyorum ama... Ah!” lafımın yarısına gelmemişken susmak zorunda kalmıştım. Zira yatakta duran yastıklardan birini üstüme fırlatmaktan gocunmayan sevgili karım, kendimi övmeme katlanamamıştı.

“Yavaş olsana kızım,” dedim hızla. “Çocuk var kucağımda.”

Annesinin ani saldırısını anlayamayan Ela yeniden huzursuzlaşıyordu ki son ona döndürmüştüm onu ağlama kararından. “Geçti prenses. Tamam, geçti.” işaret parmağımla tombul yanaklarını sevdim hafifçe. “Annenle konuşmama izin ver bakalım.”

Onu beşiğine bırakmak için eğilmiştim ki tişörtümün yakalarına tutundu sıkı sıkıya. “Bırak beni, şimdi.” parmaklarını kendimden uzaklaştırdım. “Bırak Ela.” bırakmasını söylerken onu bırakan ben olmuştum. Beşiğine yatırdığım anda ortamdaki pembelikten hafifçe uzaklaştım. “Birazdan yanına geleceğim ve seni hiç bırakmayacağım tamam mı?”

Kıpırdanmaya devam etti. Güç bela arkamı dönmüştüm ona. Zira kendisiyle mücadele etmem gereken bir yastık savaşçısı vardı; İclal.

İclal, yatağın kenarında oturuyordu. Omuzları çökmüş, sarı saçları dört bir yana dağılmıştı. Epey perişan görünüyordu. Onu gördüğüm ilk anda da, sonrasında da perişandı. Bir perişanlık haliyle taht kurmuştu benliğime, Mardinli Gelinim.

“İclal,” dedim aheste aheste. Ona bakmak ya da dokunmak bir yana... Onu hissetmek bir yana... Adını telaffuz etmek dahi ayrıca bir keyif veriyordu bana. “Hırçın zevcem benim.” bedenimden uzakta kalmasını istemeyerek kendime çektim onu.

“Beni ne kadar severse sevsin...” kolumun tekini omzuna sardığımda benzer durumda bana sarılmıştı çabucak. “Annesinin yerini asla tutamam.” saçlarının uzundan yararlanarak, sarı tutamlarını bileğimin etrafına dolamaktan çekinmedim hiç.

“Sen, onun için çok özelsin. Onun hayatına benim dokunduğumdan daha çok dokunacaksın.” derin bir nefes aldım. Pür dikkat beni dinliyordu. Yanından ayrılmamı istemediğini, tişörtümün üzerinden belime batan tırnaklarından anlayabiliyordum.

“İclal, o senin kızın.” kısaca duraksayıp cümlemi düzelttim. “Bizim kızımız...”

Pembe beşiğin gerisindeki gökyüzünde, ayın önüne bir bulut geçmişti. Karanlık seviyesi artarken ihtiyacım olan iki ışık da benimle olduğu için kıymetimin katlandığına inanmamak elde değildi.

“Daha çok küçük,” diyerek sürdürdüm. “İstediği tek şey şefkat.”

Onun istediği tek şey şefkat iken senin istediğin tek şey neden ona bağırmaktan geçiyor be zevcem?

“Lütfen,” dedim bir duayı yakarırcasına. “Lütfen ona bağırma artık. Beni seviyorsan ona bağırma.” kolumu omzundan çekip aramıza mesafe iliştirdim. Birbirimizden uzakken onun gözlerine bakmak daha kolaydı çünkü. “Ela’nın hiçbir suçu yok.”

“Ben,” dedi alçak perdeden. Başını azıcık eğmiş, parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. Tabii ya... Himayesi altında silah ya da kesici bir alet olmadığında kendisini ifade etmek konusunda zorluk yaşıyordu.

“Onun ihtiyaçlarını karşılayabilecek yeterlilikte değilim, Berkay.” gözyaşları bir defa daha terk etmesinler onu diye, gözlerinin kenarına dokunup hissettiğim sıcaklığı onu tenine aktarmaya çalıştım.

“Daha...” başını kaldırmıştı nihayetinde. “Daha onun yüzüne bakmaya bile tahammül edemiyorum. Erken geldi. Hazır değildim ki. Erken geldi.” hiç düşünmeden uzandı. Kollarını bana dolamıştı. Burnunun yanağıma battığını hissederken onunla birlikte ağlamamak adına savaştım kendimle.

“Berkay,” diye inledi. “O çok çirkin.”

Evet, doktor bunlardan bahsetmişti. Çocuğu kabullenmeme, beğenmeme, istememe... Lakin doktorun da tıbbın da hesaplayamadığı bir gerçek vardı ki; hiçbir depresyon çeşidi, Berkay Karaevren ile boy ölçüşemezdi.

“Kimse kâinat güzeli olarak doğmuyor İclal,” dedim bana sarılmasına son vererek. Yeniden yüzünü saklamasın diye sıkı sıkıya tutmuştum başını. “Özellikle de iki ay önce doğanlar...”

Başparmağım, çenesinin altında duruncaya değin tüm yüzünü yokladım. “Bu kız genlerini bizden aldı, kendine gel.” burnum, burnuna çarptı. İkimiz de aynı anda gözlerimizi kapatmıştık. “İleride o kadar güzel bir genç kız olacak ki ona bakmaya dahi kıyamayacağız.” nefesimi sıkıntıyla dışarı üfledim. “Tabii peşinden koşanlar da çok olacaktır.”

Alnımı alnında dinlendirdim. Uzun zaman sonra, ilk defa, böylesine tatlı bir sessizliğe gömülmüştü odamız. “Örnek bir baba olacağımdan emin olabilirsin. Kızımın peşinden koşan her erkeğin kemiklerini kıracağım.”

Gülümsediğini hissettim. Gözlerimi çatım bu yüzden. Haklı çıkmıştım. Yer yer şiş olsa da mutlak güzelliğini kaybetmeyen dudakları, yukarı doğru kıvrılmışken onun gözleri hâlâ kapalı konumdaydı. “Kırdığın kemikler,” diye hoşnutça mırıldandı. “Seni hapse götürmez mi?”

“Götürür ama kızım için değer.”

Gözlerini araladı. Defalarca kez vurgununa yenik düştüğüm irislerindeki rengi bana sunmuştu. “Beni için hapse girmemiştin Berkay.”

Problem olmadığını belirtircesine kafamı salladım. “Senin için de hapse girerim zevcem. Yeter ki iste. Hemen yarın, parmaklıklar arında olurum.”

Ah, İclal... Sen zaten beni parmaklıklar ardında tıktın be kızım. Hissettiğim aşkın, en kuvvetli gardiyanım.

Tebessümü genişledi. Ve ben, duyduğum gülüşünün sesini hiçbir senfoniye değişemezdim.

“Berkay,” dedi eşsizce. Avucunun içini enseme bastırmıştı.

“Hım?” diye mırıldandım. Bir insan, adını duyduğunda sarhoş olabilir miydi? İclal adımı söylediğinde neden uyuşuyordum ki?

“Çok seviyorum seni.”

İçimde kabaran duygular, son cümlesinden sonra beni hepten alabora ediyorken dudaklarına doğru yaklaşmıştım. “İclal?”

“Hım?”

“Sevgini verdiğin bu adam,” dudaklarımı dudaklarına sürttüm yumuşakça. “Çıldırıyor senin aşkından.”

Ve tam onu öpeceğim esnada, odanın dışında büyükçe bir kıyamet kopmuştu. Yardımcı kızın çığlık atan sesini tanıdım. “Mutfak yanıyor,” diye haykırıyor, konağı ayağa kaldırıyordu.

İclal geriye çekilirken kahkaha atmıştı. Uzun uzun güldü. Uzun uzun bir şaşkınlıkla seyrettim onu. “Sufle mi?” diye sordu. Bu defa da kahkaha atmaktan dolayı yaşaran gözlerle bakıyordu bana.

Sıkıntıyla ensemi ovdum. “Başka bir şey olması mümkün mü sanki?”

Eh, depresyon çeşitleri değil ama basit bir sufle mağlup edebiliyormuş Berkay Karaevren’i.

Loading...
0%