
Yolculuğun boyunca tanıdık yüzlere veda etmeye hazır ol. Seni onları alkışladığın gibi seni alkışlamayan herkese veda etmeye hazır ol.
-Reyna Biddy.
Havuç’un ekibe katılmasının ardından, pazardaki işlerimizi hızlıca tamamladık. Yanımızda yeterince yiyecek ve su stoğu olduğundan emin olduktan sonra, köyden çıkıp Rodos Krallığı’na doğru yola koyulduk. Havuç, sürekli etrafımızda zıplayarak hiç durmadan konuşuyordu. O kadar neşeliydi ki bu durum, en yorucu yolculuklarda bile yüzlerimizi güldürüyordu.
Bir ara, Admeta Havuç’a dönüp, “Peki, sen ne zamandır bu pazardasın?” diye sordu.
Havuç, turuncu kürkünü kabartarak hemen cevap verdi: “Ah, sayılır mı bilemiyorum! Zaman benim için pek anlam ifade etmez ama uzun zamandır oradaydım. İnsanlar beni izlemeyi seviyor, çünkü çok eğlenceliyim!” dedi gülerek. “Şimdi sizlerle olacağım ve bu bana yetmez mi? Macera, yeni dostlar ve her şeyden önemlisi bolca eğlence!”
Anastasia kahkahasını gizleyemeyip, “Bunu sevdim, gerçekten çok eğlencelisin, Havuç,” dedi. “Sana ne zaman ihtiyacımız olsa etrafımızda dolanıyor olacaksın gibi duruyor.”
Havuç keyifli bir şekilde başını salladı, “Evet, evet! Hep yanınızdayım. Ayrıca siz bana çok iyi davranıyorsunuz! Belki ileride sizi sihirli bir şekilde korurum, kim bilir!” dedi ve gözlerini parıldatarak bize doğru baktı.
Yolumuz, ormanın derinliklerine doğru ilerlerken, Havuç etrafta dolaşan kelebekleri kovalamaya başladı. Her zıplayışı, ormanın sessizliğinde yankılanan neşeli kahkahalarına eşlik ediyordu. Etrafı izlerken, onun bu enerjisine hayran kalmamak elde değildi. Ben ise onun adının “Havuç” olduğunu öğrendiğimden beri içimde garip bir huzur hissediyordum. Kafamda binlerce soru vardı. Bu minik yaratığın nasıl bu kadar sevecen ve neşeli olduğunu merak ediyordum.
Anastasia yanımda yürürken, “Biraz düşündüm de, Havuç’u bizimle almakla gerçekten iyi bir şey yaptık,” dedi. “Her şeye bir şekilde anlam katıyor, öyle değil mi?”
“Evet,” diye onayladım. “Bir şekilde, onun enerjisi bize güç veriyor. Umarım bu yolculukta o neşesini hiç kaybetmez.”
Admeta da arkamızdan seslendi, “Endişelenmeyin, Havuç kaybetmez. O, ne olursa olsun etrafına ışık saçan biri.”
Bu sırada Havuç, bir ağacın tepesine tırmanıp oradan aşağıya zıpladı ve enerjik bir ses tonuyla, “Hey, hadi ama, neden bu kadar ciddisiniz? Şimdi Rodos Krallığı’na gidiyoruz, değil mi? Orada kesinlikle inanılmaz şeyler olacak!” diye bağırdı.
Yolculuğumuz böylece, Havuç’un enerjisiyle birlikte devam etti. Orman karanlıklaşırken bile, o hepimize bir şekilde umut ve moral aşılıyordu.
Anastasia ile yan yana yürüyorduk, ormanın kalın ağaçlarının arasından geçerken. Yollar sarmaşıklarla dolu, dallar gökyüzüne uzanmıştı. Her şey sessizdi ama Havuç’un neşeli sesleri bu sessizliği arka planda dengeliyordu. Ne zaman yanında Anastasia olsa, huzur bulduğumu fark ediyordum. O, her zaman hayatımda en güvenebileceğim insan olmuştu. Biz birlikte büyümüştük, güçlerimizi keşfetmeden önce bile hep yan yanaydık.
Bir süre sessizce yürüdük. Onunla konuşmaya başlamak her zaman kolay olmuştur, çünkü sözler olmadan bile birbirimizi anlıyoruz. Birkaç adım daha attıktan sonra, derin bir nefes alıp sessizliği bozdum.
“Anastasia,” dedim, gözlerim yere kayarken, “Sana bir şey soracağım, ama belki saçma bir şey olacak.”
Gülümseyerek bana döndü, “İrene, seni tanıyorum, saçma şeyler söylemezsin. Sor hadi, içindekini dök.”
Bir an duraksadım. Sonra yavaşça konuştum: “Bu yolculuk… Bizim için ne ifade ediyor? Yani, geçmişte olan her şeyden sonra… Sence bu yolculuk bizi değiştirir mi?”
Anastasia hafif bir iç çekti. “Sence,” dedi yavaşça, “Biz zaten değişmedik mi? Şu an buradayız, birbirimizin yanında. Seninle bu yolculukta olmak, benim için her zaman anlamlıydı. Ama tabii ki, ne olacağını bilmiyoruz. Belki de bu yolculuk, en derin korkularımızla yüzleşmemizi sağlayacak.”
Onun bu içten sözleri, içimde bir şeyleri hareket ettirdi. O haklıydı, her zaman haklıydı. Birlikte geçirdiğimiz onca yıl… Gözümün önüne küçüklüğümüz geldi. O zamanlar, her şey ne kadar da basit görünürdü.
“Düşünsene,” dedim, hafif bir gülümsemeyle, “Birlikte ağaca tırmanmaya çalıştığımız o günü? Ben bir türlü çıkamamıştım ve sen aşağı inip bana yardım etmiştin.”
Anastasia kahkaha attı. “Evet! Sen o zamanlar çok korkaktın ama aynı zamanda cesurdun da. Korkmana rağmen tekrar denemiştin, hiç vazgeçmemiştin.”
“Sen de hep yanımdaydın. Bana güç veren sendin,” dedim. “O günden beri yanımda olduğun için minnettarım. Biz hep birlikteydik ve bence bu yolculukta da birlikte olmamızın bir sebebi var.”
Anastasia başını eğip gülümsedi. “Biliyorum, İrene. Sen de bana güç veriyorsun. Hep birbirimize destek olduk. Bu yolculuk da farklı olmayacak.”
Sessizce yan yana yürümeye devam ettik. İçimde bir rahatlama hissettim. Onunla olmak, geçmişteki kaygılarımı unutturuyordu. Hayat ne kadar karmaşık olursa olsun, dostluklarımız bizi ayakta tutuyordu.
Bir an, elim istemsizce onun eline doğru hareket etti ve parmaklarımız kısa bir an için birbirine dokundu. Sadece o anlık temas bile aramızdaki bağı bana hatırlatıyordu. Biz yalnızca dost değil, birbirimizin kalkanıydık. Ne olursa olsun, bu bağın asla kopmayacağını biliyordum.
“Biliyor musun,” dedi Anastasia, gözleri parlak bir şekilde bana bakarken, “Bu yolculuk sadece bizim için değil, tüm dünya için önemli olacak. Ama korkmuyorum. Çünkü yanımda sen varsın.”
Ben de ona aynı samimiyetle baktım. “Ve ben de senin yanındayım, ne olursa olsun.”
Bu sözler, aramızdaki sessiz bir anlaşmanın işareti gibiydi. Yol ne kadar zor olursa olsun, Anastasia ile birlikteyken her şeyin üstesinden gelebileceğimi biliyordum.
Anastasia ile birlikte yürürken, yol yavaş yavaş daha aydınlık bir hal almaya başladı. Ormanın karanlık gölgeleri yerini güneş ışınlarının ince bir hüzme şeklinde yere süzülmesine bırakıyordu. Havuç, ilginç bir şekilde bizden biraz ileride, seke seke yürüyordu. Kuyruğu kıvrılmış, neşeli bir şekilde etrafa bakıyordu. Onun bu enerjisi her ne kadar ortamı yumuşatsa da, içimde hâlâ bir şeyler huzursuzdu. Anastasia’nın yanımda olması rahatlatıcıydı ama yolculuğun getireceği tehlikeleri de göz ardı edemezdim.
“Bu küçük yaratık oldukça sevimli,” dedi Anastasia, Havuç’a gözlerini dikerek. “Ama bir aysi olduğuna inanmak zor. Sanki bu kadar neşeli olmamalıydı.”
Gözlerimi Havuç’a diktim. Evet, onun neşesi garip bir tezat oluşturuyordu. Diğer Aysiler hakkında öğrendiklerim hep daha mesafeli ve mistik yaratıklar oldukları yönündeydi. Havuç ise neredeyse bir çocuğun saflığıyla etrafında zıplıyordu. Ona henüz bir isim vermemiştim, çünkü bir hayvanı almak fikri hâlâ içimde buruk bir his bırakıyordu. Onun doğasına aykırı gibi hissediyordum, ama bu küçük yaratık bir şekilde bizimle yolculuğa devam etmeyi seçmişti.
Birden, Havuç durdu ve arkasını dönüp bize baktı. Sevimli yüzünde anlamlı bir gülümseme belirdi.
“Hadi, acele edin! Rodos Krallığı’na varmamız lazım, yol uzun,” dedi Havuç, ince ve neşeli bir sesle.
Anastasia, Havuç’un konuşmasına alışkın gibi başını salladı. Ancak ben her defasında küçük bir şaşkınlık yaşıyordum. Onun bu kadar rahat bizimle iletişim kurması tuhaf geliyordu, ama bir yandan da içimde bir sıcaklık bırakıyordu.
“Havuç diyorlar sana,” dedim düşüncelerimi dile getirerek, biraz da sesli düşünür gibi. “Satıcı adam öyle dedi ama senin ismini gerçekten bu mu?”
Havuç gülümseyerek kuyruğunu salladı. “Elbette öyle! Ama ismi ne önemi var ki? İstediğiniz gibi seslenebilirsiniz bana. Zaten dostlar arasında isimler pek önemli değildir, değil mi?”
Anastasia kahkaha attı. “Haklısın, Havuç. Bize dostça yaklaşman bizi rahatlatıyor.”
Yürürken Anastasia’yla birkaç adım geride kaldık. Havuç yine önden gidiyordu, bu kez bir dala zıplayıp oradan bir başka dala sıçradı. O minik turuncu yaratığın ormanla bu kadar uyumlu hareket etmesi içimi ısıttı.
Anastasia, omzuma hafifçe dokundu. “İrene, senin bu kadar düşünceli olman beni şaşırtmıyor aslında. Ama bazen biraz rahatlaman gerek. Bu yolculuk kolay olmayacak, biliyorum ama biz yan yanayız. Birbirimize güveniyoruz, değil mi?”
Onun gözlerindeki sıcaklığı görünce, kısa bir süre için bütün endişelerim yok oldu. “Evet, güveniyoruz. Hep güveneceğiz.”
Anastasia, gözleriyle ileriye, Havuç’un peşinden bakarken gülümsedi. “Bak, belki de bu yolculuk bize yalnızca tehlikeler değil, aynı zamanda yeni dostluklar da getirecek. Kim bilir, belki Havuç en başından beri kaderimizin bir parçasıydı.”
Bu düşünceyi sevmiştim. Yeni arkadaşlar, dostluklar, belki de bu uzun yolculuğun getireceği tek zorluk tehlikeler değildi.
“Belki de haklısın,” dedim. “Belki Havuç, bizim için bir işaret. Belki de bu yolculuk, yalnızca gücümüzü değil, kalplerimizi de test edecek.”
Anastasia, omzuma dostça bir vurup hızlandı. “Hadi, dostum. Göreceğiz.”
Gözlerim, tekrar güneş ışınlarının ormandan geçerken yarattığı huzur dolu manzaraya kaydı. Yol ne kadar uzun ve zorlu olursa olsun, yanımda Anastasia ve neşeli Havuç olduğu sürece başa çıkabilirdim.
Yürüyüşümüz devam ederken, yol boyunca aramızda dönen konuşmalar da hafifçe ciddiyet kazanmaya başlamıştı. Zela, Anastasia, ve ben biraz geride kalmıştık ama Acemas, Sam ve Admeta bizden birkaç adım önde ilerliyordu. Havuç, enerjisini hiç kaybetmemiş gibi zıplayarak onların arasında dolanıyordu, ara sıra eğlenceli laflar atıyordu ama bu sefer dikkatimi diğerlerine yönelttim.
Acemas, omzuna dayadığı yayını düzeltti ve Sam’e dönerek konuşmaya başladı. “Bunca yolu kat ettikten sonra hâlâ nereye gittiğimiz hakkında tam bir fikrimiz yok. Rodos Krallığı tehlikeli bir bölge, daha önce defalarca oraya yaklaşanlar geri dönemedi.”
Sam ise bu yoruma aldırmadan elindeki haritaya bakıyordu. “Evet, ama daha önce de böyle zorluklarla karşılaştık. Harita bizi şu ana kadar doğru yola götürdü. Endişelenmeye gerek yok, sonuna yaklaşıyoruz.”
Admeta, ikisinin arasında dikkatlice yürürken, sessizce dinliyordu ama kaşları çatılmıştı. Bir süre sonra dayanamayarak lafa girdi. “Bu kadar güvenmemeliyiz. Harita doğru olabilir, ama karşımıza çıkacak olanlarla ilgili hiçbir fikrimiz yok. Rodos Krallığı’nda neyin beklediğini bilmiyoruz.”
Sam gözlerini haritadan ayırmadan cevap verdi. “Admeta, bu konuda endişelendiğini biliyorum. Ama elimizdeki tek şey bu harita. Başka bir yol bulmamız mümkün değil.”
Admeta derin bir nefes aldı. “Belki de fazladan dikkatli olmalıyız. Haritanın sonuna geldiğimizde neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz.”
Bu arada, Havuç patisiyle Sam’in haritasına dokundu ve enerjik bir ses tonuyla, “Oooo! Haritanın sonu yaklaşıyor mu demek? O zaman maceramızın en heyecanlı kısmına geldik!” dedi, gözleri neşeyle parlayarak.
Acemas hafif bir gülümseme ile Havuç’a baktı. “Evet, sanırım. Ama bu sonun getireceği şeyler konusunda temkinli olmakta fayda var.”
Anastasia yanımda derin bir nefes aldı ve kısık sesle konuştu. “Sanırım herkesin içinde bir gerginlik var, fark ettin mi?”
Başımı salladım. “Evet. Yolculuğun sonuna yaklaşıyoruz. Ve hepimizin aklında bir sürü soru var.”
Hep birlikte yürürken Sam nihayet durdu ve haritayı yere serdi. “Tam burada,” dedi, parmağıyla haritadaki son noktaya işaret ederek. “Bu nokta Rodos Krallığı’na açılan geçidin hemen önündeki sınır olmalı. Çok yaklaştık.”
Herkes bir süre sessiz kaldı, o anın ağırlığını hepimiz hissettik. Zela, Havuç ve diğerleri de konuşmayı bırakmıştı. Önümüzde belirsiz bir yol ve bizi bekleyen tehlikeler vardı, ama aynı zamanda bu maceranın sonuna yaklaştığımızın da farkındaydık.
“Şimdi ne olacak?” diye sordu Acemas sessizce, gözleri ufka dalmıştı.
Anastasia derin bir nefes aldı ve kararlılıkla ileri doğru bir adım attı. “Ne olacaksa olacak. Artık geri dönmek yok.”
Rodos Krallığı’nın sınırlarına girdiğimizde her birimiz yorgun ama bir o kadar da heyecanlıydık. Yolculuk, karanlık ormanlardan geçerek zorlu bir süreç olmuştu, ama nihayet krallığın devasa taş duvarları görünmüştü. Burası, tüm anlatılan hikâyelerden çok daha görkemliydi. Gözlerim, uzakta yükselen büyük kuleye takıldı. Sarayın ihtişamı, gökyüzüne uzanan beyaz taş duvarlarıyla bizi adeta büyülüyordu. Ama oraya varmamız biraz zaman alacaktı, çünkü önce pazarın içinden geçmek zorundaydık.
Pazar alanı, renkli kumaşlar, baharatlar ve meyve tezgâhlarıyla dolup taşıyordu. Satıcıların bağırışları, canlı müzik ve insanların gürültüsü ortamı neşeli kılarken, bir yandan da kalabalığın içinde ilerlemek zorlaşıyordu. Anastasia’yla beraber dikkatle yol almaya çalışırken yanımda yürüyen Zela’nın neşeli konuşmaları kulağımı dolduruyordu. Onat olduğundan hala tam olarak emin değildim ama o kadar kendinden emin ve arkadaş canlısıydı ki içimizdeki en yeni yol arkadaşımız olmuştu.
Bir yandan kalabalıkta yol bulmaya çalışırken bir anlık dalgınlıkla bir kadına çarptım. Çarpmanın etkisiyle hafifçe sendeledim, ama garip olan, o kadının sessizce bana bakışıydı. Esmer tenli, uzun siyah saçları omuzlarından dökülüyordu ve gözleri garip bir ışıltıyla bana dikilmişti. Bir şey söyleyecek gibiydi ama dudaklarından çıkan sözler anlaşılmazdı.
Kadın bana doğru hafifçe yaklaştı ve aniden, zarif bir hareketle boynuma dokundu. Ne olduğunu anlayamadan bir şey yaptı, ama ne olduğunu tam çözemeden geri çekildi. Elini çekerken garip bir gülümseme belirdi yüzünde.
“Senin olacak... Kaderin,” diye fısıldadı kendi kendine.
Sözleri hafif bir rüzgar gibi kulaklarımda yankılanırken, içimde tuhaf bir huzursuzluk hissettim. Daha önce böyle bir şey yaşamamıştım. Kadın bana son bir kez baktı ve kalabalığın içinde kayboldu. O an ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Anastasia, endişeyle yanıma yaklaştı. “İyi misin? Bir şey mi oldu?” diye sordu.
“Sanırım...” dedim, elimle boynuma dokunarak. Bir şey hissetmemiştim ama kadının yaptığı şey aklımı karıştırmıştı. Ona sormak için ağzımı açmıştım, ama kadın çoktan gitmişti.
Anastasia da o tarafa baktı, sonra bana döndü. “İyi olmalısın, hadi, çok bekletmeyelim.”
İçimdeki huzursuzluğa rağmen başımı sallayarak ilerlemeye devam ettim. Kalabalığın arasında ilerledikçe o kadının söyledikleri kafamın içinde yankılanmaya devam ediyordu. Boynumda neler olup bittiğini fark etmemem ise uzun sürmeyecekti.
Yavaşça pazarı geride bırakıp saraya doğru yürümeye başladığımızda, içimde bir şeylerin değiştiğini hissediyordum, ama bunun ne olduğunu henüz anlamıyordum.
Pazarın kargaşasından çıkıp saraya doğru ilerlemeye başladıkça sessizlik tekrar etrafımızı sardı. Artık krallığın ana yolundaydık. Yollar, beyaz taşlarla döşenmiş ve her iki yanına büyük ağaçlar dikilmişti. Ağaçların gölgesinde ilerlerken, içimdeki huzursuzluk bir türlü geçmek bilmiyordu. Boynuma bir kez daha dokundum, hiçbir şey hissetmedim ama kadının sözleri hâlâ zihnimde dönüp duruyordu.
Anastasia, yanımda sessizce yürüyordu, sanki benim içimdeki huzursuzluğu hissetmiş gibi. Genelde konuşkan ve neşeliydi, ama bu sefer sessizliği beni daha da tedirgin etti. Bir an duraksadı, sonra dönüp bana baktı.
“İrene, gerçekten iyi misin? Sanki biraz dalgınsın,” dedi, gözlerini gözlerime dikerek.
Başımı iki yana salladım. “Sanırım sadece yorgunum. O kadın… bir tuhaf geldi. Bana bir şey yaptı ama ne olduğunu anlayamadım.”
Anastasia kaşlarını çattı. “Bunu ciddiye almalıyız belki de. Saraya vardığımızda birileriyle konuşabiliriz, belki bir büyü ya da tılsım uygulamıştır.”
Söyledikleri mantıklıydı ama içimde, bu durumun o kadar basit olmadığına dair bir his vardı. Yine de Anastasia’nın endişesini hafifletmek için gülümsedim ve omzuna hafifçe dokundum. “Merak etme, önemli bir şey olduğunu sanmıyorum. Hem Zela yanımızda. Eğer bir şey olursa, belki onun da bildiği bir şey vardır.”
Zela, bahsi geçince arkamızdan hafif bir kahkaha attı. “Evet, benim gizemli gücümün farkında değildiniz değil mi?” diye şaka yaptı, ve ardından sesi ciddi bir tona büründü. “Ama cidden, endişelenmeyin. Eğer bir tehdit olsaydı, bunu hissederdim.”
Zela’nın güven verici sözlerine rağmen içimdeki huzursuzluk geçmedi. Ama yine de bunu belli etmemeye çalışarak yürümeye devam ettim. Yolun sonunda büyük sarayın kapıları belirdi. Beyaz mermerden yapılmış kapılar, sarayın ihtişamını yansıtan detaylarla süslenmişti. İçeriye girmeden önce son bir kez durup etrafa baktım.
Tam o anda, kalabalığın arasından dikkatimi çeken bir şey oldu. Birkaç metre ötede, pazardan çıkmadan önce dikkatimi çeken kadın tekrar belirdi. Uzaktan gözleri benimkilere kilitlenmiş gibiydi. Bu kez bana bir şey söylemedi, sadece başını eğdi ve gölgeler içinde kayboldu.
Derin bir nefes aldım ve saraya adım attık.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |