Yeni Üyelik
20.
Bölüm

18. BÖLÜM

@hayalzago

Sonunda tüm parçalar yerine oturur... O zamana kadar kafan karıştığında gülümse, anı yaşa ve her şeyin bir nedeni olduğunu unutma.

-Carrie Bradshaw.

 

 

 

Yıldızlar gözlerimin önünde hızla kayarken, etrafımızı saran büyünün kuvvetini hissettim. Ayaklarım yerden kesilmişti ve yolculuk başlamıştı. Yanımda Odeon, Sam, Acamas, Admate, Anastasia, Havuç ve Zela vardı. Arkadaşlarımın varlığı, içimdeki korkuyu bir nebze hafifletse de, yine de kasvetli bir his tüm vücudumu sardı. Onlar benim yanımdaydı, fakat Glorya Krallığı’na vardığımızda, orada nelerle karşılaşacağımı bilemiyordum. Özellikle, gücüm olmadığını öğrenirlerse...

“Bu yolculuk kolay olmayacak,” diye düşündüm, içimdeki endişeyi bastırmaya çalışarak. Anastasia’nın etrafındaki alevler, onun ne kadar güçlü ve kendinden emin olduğunu bir kez daha hatırlattı bana. Onun varlığı bile beni zayıf hissettirmeye yetiyordu. Ama şimdi yanında kalmam gerekiyordu. Kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum.

Sonunda büyü yolculuğu sona erdi. Parlaklık yavaşça kayboldu ve kendimizi Glorya Krallığı’nın devasa taş sokaklarında bulduk. Sokaklar soğuktu, her şey ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü. Buradaki insanların nasıl olduğunu anlatmışlardı, ama hiçbir şey burayı hayal ettiğim gibi kılmıyordu.

Glorya Krallığı’na ait bir görevli yanımıza yaklaşarak alaycı bir gülümsemeyle bana baktı. “Bir öğrenci grubu daha gelmiş. Aranızda çok güçlü olanlar varmış. Ama bu sen misin, emin değilim,” dedi bakışlarını doğrudan bana dikerek.

Sözleri karnıma bir yumruk gibi indi. Cevap veremedim. Bir an için arkadaşlarıma dönüp destek aradım, ama Anastasia’nın güçlü duruşu ve çevresinde alevler gibi parlayan gücü her şeyin önüne geçti. O, Ateş Kralı’nın gözdesiydi. Ama ya ben?

İçimde büyüyen huzursuzlukla yürümeye devam ettim. Diğer krallık mensupları da bizi izliyordu, bazıları sessizce fısıldaşıyor, bazıları ise açıkça küçümseyici bakışlarını üzerimde gezdiriyordu. “O muymuş?” “Hiç gücü yokmuş, öyle diyorlar…” Kulağıma gelen sözler gitgide daha ağırlaşıyordu.

Sam sessizce yanıma geldi ve omzuma hafifçe dokundu. “Sakın umursama Irene. Senin bir yolun var, bulacaksın,” dedi yumuşak bir sesle. Odeon ve Acamas da sessizce başlarını salladı, gözlerinde anlayış vardı. Onlar yanımdaydı, beni destekliyorlardı, ama bu krallık bana hiç dostça yaklaşmayacaktı, biliyordum.

Glorya Krallığı’ndaki bu ilk gün, güçsüzlüğümün herkesin gözünde bir kusur olduğunu hatırlatıyordu. Ama bir şekilde buradan çıkmalıydım.

Sarayın devasa kapıları açıldığında, içeriye adım attığımız an, ihtişam ve gücün büyüsünü hemen hissettik. Glorya Krallığı gerçekten de anlatıldığı kadar göz kamaştırıcıydı. Her duvar altın işlemelerle süslenmiş, her oda lüksün bir örneğiydi. Bizleri karşılayan saray görevlileri, birer birer arkadaşlarımı en güzel odalarına götürmeye başladılar. Anastasia’ya ayrılan odayı görünce neredeyse nefesim kesildi: geniş bir balkon, yumuşacık yataklar, kristal avizeler... Bir Ateş Kralı’nın gözdesine yaraşır şekildeydi.

“Anastasia’ya bunu layık görmeleri şaşırtıcı değil,” diye düşündüm. O her zaman parlayan yıldızdı. Yanımızdaki diğer arkadaşlarım Sam, Acamas, Admate ve Odeon da benzer odalara yerleştirildiler. Her birinin odası, sarayın gösterişli dokusuna uygun şekilde döşenmişti.

Sıra bana geldiğinde, içimde hafif bir kıpırtı hissettim. Gözlerimle sarayın ihtişamını takip ederken, bana nasıl bir oda vereceklerini merak ediyordum. Ancak saray görevlisi soğuk bir bakışla “Siz buradan gelin,” diyerek beni ana koridordan uzak, karanlık bir yola yönlendirdi.

Adımlarım yavaşladı. Diğerlerinden farklı olarak, beni gösterişli ana bölümlerin dışına, arka taraftaki küçük, loş bir koridora yönlendirdiklerinde ne olacağını anlamıştım. Kapısı eski ve paslanmış olan bir odaya geldik. Görevli kapıyı açarken alaycı bir gülümseme yüzünde belirdi. “Burası sizin,” dedi soğuk bir sesle.

İçeri adım attığımda, odaya yayılan rutubet kokusunu fark ettim. Duvardaki taşlar nemle kararmış, yatağın üzerinde ince, sert bir yatak örtüsü vardı. Avize yoktu, sadece küçük bir kandil duvarda asılıydı, o da zar zor yanıyordu. Odanın soğukluğu, sarayın diğer odalarındaki sıcaklığı tamamen zıddıydı.

Bir an için boğazımda bir düğüm hissettim. Diğerleri geniş, rahat odalarında dinlenirken, ben buradaydım. Bana verilen bu oda, sanki burada istenmediğimi açıkça ifade ediyordu.

Kapı yavaşça kapandı ve beni yalnız bıraktı. Sarayın soğuk taşları arasında bir gölge gibiydim. “Burası... işte burası benim yerim,” diye içimden geçirdim.

Yatağa oturdum, odanın karanlığına bakarak içimdeki çaresizliği bastırmaya çalıştım. Herkes en güzel odalarda kalırken, bana verilen bu yerin ne anlama geldiğini biliyordum. Glorya Krallığı, gücü olmayan birini hoş karşılamıyordu.

Odaya yerleşmeye çalışırken, kapının yavaşça aralandığını duydum. İçeri giren Havuç, o sevimli ayıcık haliyle kocaman gözleriyle etrafa bakıyordu. Küçük patileriyle hızlıca yanıma geldi ve hemen kucağıma atladı. Minik gövdesi, huzur verici bir sıcaklık yayıyordu.

“Bu... bu adil değil!” dedi tiz ve sevimli bir ses tonuyla, gözlerinde şaşkınlık ve öfke karışımı bir ifade vardı. “Neden seni böyle bir odaya koyuyorlar, Irene? Diğerlerine verdiği odalar çok daha güzel!”

Gözlerimi Havuç’a diktim ve onun bu duruma bu kadar öfkelenmesi içimde bir sıcaklık yarattı. Sevimli haliyle kucağımda oturuyor, bana sıkıca sarılıyordu. “Havuç, önemli değil. Ben alışığım böyle şeylere,” dedim, ama onun içindeki adalet duygusu susmuyordu.

Tam o sırada Zela içeri girdi, gözlerinde derin bir kararlılık vardı. Zela, güçlü bir Onat’tı ve her zaman sessiz sakin duruşuyla içimde bir güven hissi uyandırıyordu. Havuç’un kızgınlığını fark edince odayı dikkatlice gözden geçirdi. “Böyle olmaz,” dedi sessizce. “Bu odayı hak etmiyorsun.”

Zela’nın etrafında yavaş yavaş büyüsel bir enerji yoğunlaştı. Ellerini hafifçe kaldırdı ve odayı kendi güçleriyle değiştirmeye başladı. Duvarlardaki karanlık lekeler kayboldu, taşlar ışıltılı bir hal aldı. Küçük, kasvetli kandil yerini büyülü bir ışık küresine bıraktı. Yatak, yumuşacık ve sıcak bir örtüyle kaplandı. Oda bir anda, diğerlerinin odalarından farksız hale geldi. Ama bunu sadece biz üçümüz biliyorduk.

“Kimse fark etmez,” dedi Zela hafifçe gülümseyerek. “Ama bu oda artık senin hak ettiğin bir yer olacak.”

Havuç sevinçle patilerini birbirine vurdu. “İşte böyle daha iyi!” diye cıvıldadı.

İçimdeki yalnızlık yavaşça dağılırken, arkadaşlarımın bana olan desteği, bu soğuk sarayın duvarlarını aşarak içime dokundu.

Oda, Zela’nın büyüsünden sonra bambaşka bir hale bürünmüştü. Artık soğuk, kasvetli bir yer değil, bana ait sıcak ve güvenli bir sığınak olmuştu. Havuç hâlâ kucağımda oturuyor, küçük patilerini birbirine vurup mutlu bir şekilde gülümsüyordu.

“Artık daha iyi, değil mi Irene?” dedi sevimli sesiyle.

Başımı sallayıp Havuç’u daha sıkı sardım. “Evet, çok daha iyi,” diye fısıldadım. Ama asıl önemli olan, onların bu küçük ve özel büyüyü sadece benim için yapmış olmalarıydı.

Zela hafifçe arkasına yaslanıp bana baktı. “Bundan sonra güçlerimizi sadece senin yanında kullanacağız, Irene,” dedi kararlı bir sesle. “Başka kimse bu kadar kötü davranıldığını bilmeyecek ama biz yanındayız.”

Havuç, kucağımda sıçrayıp neşeyle ekledi, “Evet, Irene! Seninle her yerde ve her zaman olacağız. Kimse seni üzemez!”

Bu sözler içimde derin bir yankı uyandırdı. Onların bu sadakati, beni olduğum kişi olarak kabul etmeleri ve güçlerini sadece bana saklamaları, sarayın içinde bile yalnız olmadığımı hissettirdi. Dışarıda, Glorya Krallığı’nın ihtişamı ve gücü karşısında küçük ve değersiz gibi hissetsem de Havuç ve Zela’nın varlığı, bana dayanak oldu.

Oda artık yalnızca bir barınak değil, dostluğun, güvenin ve sadakatin sembolü olmuştu. Ve bu sarayda ne kadar süre kalırsak kalalım, biliyordum ki Havuç ve Zela hep yanımda olacaklardı. Kimse, onların gerçek gücünü ve bana sundukları korumayı bilmeyecekti. Bu gizli bir bağdı; sadece biz üçümüzün bildiği bir sır.

Zela, son bir dokunuşla odanın köşesine birkaç çiçek ekledi. “Bu kadar,” dedi gülümseyerek. “Artık burası gerçekten senin yerin oldu.”

Havuç, patileriyle çiçeklere dokunarak, “Burası senin küçük krallığın, Irene,” dedi. Gözlerindeki parıltı, her zaman olduğu gibi içimi ısıttı.

Artık her şey daha farklıydı. Dışarıda ne olursa olsun, ne tür zorluklarla karşılaşırsak karşılaşalım, Havuç ve Zela’nın yanında olduğumu biliyordum. Ve onların güçleri sadece bana aitti—bizim sırlarımızdı.

Havuç kucağımda, Zela ise hemen yanımda uyuyordu. Odanın yumuşacık ortamında gözlerim ağırlaştı ve yavaşça uykuya daldım. Ancak, rüyamda kendimi hiç beklemediğim bir yerde buldum. Etrafımı kalın sisler sarmıştı, ama sisin arasından çıkan karanlık ve derin bir kükreme her şeyden daha gerçekti.

Adımlarım sessizce yankılanıyordu, ne kadar ilerlediğimi bilmiyordum. Kalbim hızla çarparken, birden gökyüzünü kaplayan devasa siyah kanatlar gördüm. Karanlığın içinden çıkan bu yaratık, diyarın en korkulan varlığıydı—Are.

Devasa, siyah kanatlı bir aslan karşımda belirdi. Gözleri, karanlık bir güçle parlıyordu. Her adımı, toprağı titretirken ben yerimden kıpırdayamıyordum. Ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunu biliyordum. Diğerleri ondan korkuyordu, ama içimde tuhaf bir huzur vardı.

“Are...” diye fısıldadım, sesim titreyerek.

Are, devasa gövdesini bana doğru eğdi ve gözlerini derinlerime dikti. “Irene,” dedi tok ve derin bir sesle, “beni nihayet tanıyorsun.”

Onun ruh hayvanım olduğunu hissettim. Bir süre boyunca sadece hikâyelerde duyduğum bu varlık, aslında hep benim bir parçam olmuştu. Ama şimdi, onu gerçekten görüyordum. Siyah kanatları, karanlığın içinde öylesine güçlü görünüyordu ki, bir an için bütün dünyayı kaplayabilecekmiş gibi hissettim. Ama bu güç, benim içimdeydi.

Are, yaklaşarak kanatlarını çevremde açtı. “Senin gücün var, Irene,” dedi. “Sadece farkında değilsin. Seni küçümseyenler, seni küçük görenler yanlış yapıyor. İçindeki gücü uyandırmanın vakti geldi. Ben buradayım, sana yardım etmek için.”

Dudaklarımın arasından bir nefes kaçtı. “Ama nasıl... nasıl yapacağım bunu? Güçlerim yok, ben... ben sıradanım.”

Are’nin gözleri hafifçe parladı, sanki içimdeki korkuyu görüyordu. “Hiçbir şey düşündüğün kadar basit değildir, Irene. Sen sıradan değilsin. İçinde saklı olanı keşfetmen gerek. Seni buraya çağırmamın sebebi de bu. Ben seninle hep buradayım, güçlerini geliştirmen için yanında olacağım. Ama ilk adımı sen atmalısın.”

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordum.

“Öncelikle cesaretini bulmalısın,” dedi Are, kanatlarını biraz daha açarak. “Korkuların seni güçsüz kılar, ama gerçek güç korkunun içinden geçer. Kendi içindeki karanlığı kabul et ve ona sahip çık.”

Bir an için etrafımdaki karanlık daha yoğunlaştı, ama Are’nin varlığı beni koruyordu. Sözleri aklıma kazındı: Korkularını kabullen ve gücünü bul.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Are’nin gücünü içimde hissedebiliyordum. O, bana sadece bir rehberlik sunmuyordu, aynı zamanda kendi yolumu bulmam için bir fırsat veriyordu. “Hazırım,” dedim kendimden emin bir şekilde.

Are gülümsedi, aslan dişleri karanlıkta parladı. “Bana güven, Irene. Seni koruyacağım. Artık yalnız değilsin. Güçlerini geliştireceğiz ve kimsenin seni hafife alamayacağı bir noktaya geleceksin.”

Kanatlarını açarak bir kez daha gökyüzüne yükseldi. Are’nin siyah kanatları beni tamamen sarmıştı, sanki karanlığın derinliklerinde kayboluyordum. Ancak, içimde bir uyanış hissediyordum.

Bu gücü daha önce hiç hissetmemiştim. Kalbim hızla çarpıyordu, fakat bu sefer korkudan değil, heyecandan. Are, bana güveniyordu. Gücümü keşfetmemin zamanı gelmişti.

“Elementleri hisset, Irene,” dedi Are, devasa aslan gözlerini benimkilerle buluştururken. “Onlar senin kontrolün altında. Onlarla bir bütün ol ve akmalarına izin ver.”

Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım ve etrafımı saran havayı hissetmeye başladım. Hava, su, toprak ve ateş... Hepsi çevremdeydi ama ulaşılmaz gibi görünüyordu. Are’nin sözleri zihnimde yankılanırken, ellerimi hafifçe kaldırdım. O an etrafımdaki rüzgârın fısıldadığını fark ettim.

“İlk adım, hissetmek,” dedi Are yavaşça. “Hava, su, toprak ve ateş seninle. Onları çağır.”

Kendimi rüzgârın akışına bıraktım. Etrafımda dönmeye başlayan hafif bir esintiyle birlikte içimdeki gücün uyanmaya başladığını hissettim. Ellerimden çıkan enerjiyi hissedebiliyordum, hafifçe dönen rüzgâr artık benim kontrolümdeydi. Ama daha fazlası vardı.

Are’nin sesini yeniden duydum, daha güçlü ve kararlı bir şekilde. “Şimdi suyu çağır.”

Rüzgârın ardından, önümde dalgalanan küçük bir su damlası belirdi. Su, havada asılı duruyordu, sanki benim komutlarımı bekliyordu. Ellerim titreyerek suya doğru uzandı. Damlalar bir araya toplanıyor, bir akıntıya dönüşüyordu. Sanki suyun ruhunu hissediyordum, onunla bir oluyordum.

Are, karanlıkta gururla izliyordu. “Şimdi toprak, Irene.”

Ayaklarımın altındaki toprak yavaşça hareket etmeye başladı. Yerden çıkan küçük bir çim dalı, aniden önümüze kadar uzandı. Toprakla olan bağım, beni köklerime doğru çekiyordu. Elementleri kontrol edebilmek, onlarla bütünleşmek… Bu, gerçek gücüme ilk adım attığımı gösteriyordu.

“Son olarak ateşi hisset,” diye mırıldandı Are.

Ateşi düşünmek beni biraz ürkütüyordu, ama içimdeki gücü tanıdıkça korkularımı da yavaşça bırakmaya başladım. Ellerimi havada hareket ettirdim, sıcaklık parmak uçlarımda birikmeye başladı. Bir kıvılcım, ardından küçük bir alev belirdi. Alevler, parmaklarımın etrafında dans ederken gücümü hissettim. Ateş benim içimdeydi, kontrolüm altındaydı.

Are, bana doğru eğildi. “İyi iş çıkardın, Irene. Artık elementlerle bağını güçlendirdin. Onları kontrol edebilmek için daha çok çalışman gerekecek, ama içindeki gücün farkına vardın.”

Gözlerimi açtığımda hâlâ rüyadaydım, ama sanki her şey gerçek gibiydi. Elementlerin gücünü hissetmek, beni daha güçlü hissettirmişti. Artık sıradan biri değildim. İçimde saklı olan güçleri keşfetmeye başlamıştım.

Are, kanatlarını açarak bana son bir kez baktı. “Unutma Irene, gerçek güç korkunun üstesinden gelmekle başlar. Senin içinde büyük bir potansiyel var. Benimle çalışmaya devam et, ve asla yalnız olmayacaksın.”

Onun sözleriyle birlikte, etrafımdaki dünya bir kez daha karanlığa büründü. Rüzgâr, su, toprak ve ateş, hepsi geri çekildi. Ancak bu gücü bir kere hissetmiştim, ve asla geri dönüş yoktu.

Are’nin gözlerindeki derin karanlık bana doğru akıyordu, içimde saklı olan bir şeyleri uyandırıyordu. Bu, sadece elementlerle bağ kurmak değildi; bu çok daha güçlü bir şeydi. Are bana bakarken, içimdeki gücün gerçekten ne kadar büyük olduğunu anlamaya başladım.

“Elementleri kontrol etmek senin ilk adımındı,” dedi Are, sesi yankılanarak zihnimde yankılandı. “Ama şimdi onları bükmeyi, yönlendirmeyi öğreneceksin. Benim gücüm, senin gücün olacak.”

Kendimi her zamankinden daha güçlü hissediyordum. Are’nin varlığı bana, korkusuzca güçlerime sahip çıkmam gerektiğini fısıldıyordu. “Hazırım,” dedim. İçimde yükselen o tanıdık kararlılık yeniden belirmişti. Daha önce hissettiğim korku yerini, bükülebilecek bir dünyaya hükmetme arzusuna bırakmıştı.

Are kanatlarını açtı, ve bir anda etrafımda elementler çılgınca dönmeye başladı. Rüzgârın keskinliği yüzümü okşuyor, suyun soğukluğu tenimde hissediliyordu. Ateşin sıcaklığı nefesimi yakarken, toprak ayaklarımın altında titreşiyordu. Ama bu sefer onlar sadece çevremde var olan şeyler değildi. Onlar benim kontrolümdeydi.

“Rüzgâr,” dedi Are. “Onu sadece hissetme. Ona hükmet.”

Derin bir nefes aldım ve ellerimi kaldırdım. Parmaklarımın arasında bir esinti hissettim ve rüzgârın bana boyun eğmesini istedim. O an, etrafımda dönmeye başlayan hafif bir esinti bir kasırgaya dönüştü. Ellerimle yönlendirdim, rüzgâr benim komutlarıma göre şekil alıyordu. Artık sadece bir izleyici değil, bir liderdim.

“Şimdi su,” diye fısıldadı Are. “Onu serbest bırak ve onunla ak.”

Gözlerimi kapadım, suyun sesini duyabiliyordum. Havada asılı duran küçük bir damlacık belirdi, ardından diğerleri. Elleriyle oynamak istercesine bana doğru yaklaşıyorlardı. Onlara hükmettim ve bir anda önümde büyük bir su küresi oluştu. Küreyi havada döndürdüm, büyüttüm, küçülttüm. Su artık sadece bir madde değildi, benim irademdi. Ona şekil vermek, onu yönlendirmek benim elimdeydi.

Are’nin sesi zihnime yeniden doldu. “Toprak… Harekete geçir. Altında titreşen gücü hisset.”

Ayaklarımın altındaki toprak bir an için hareket etti. Parmak uçlarımla zemini yokladım, ve bir anda yerden çıkan bir dal bana doğru uzandı. Toprak, bana bağlıydı, beni hissediyordu. Her dokunuşumda yer altındaki güç harekete geçiyordu.

Ve son olarak ateş… İçimde her zaman korktuğum o güç. Ama Are bana güveniyordu, ateş de öyle.

Ateşin sıcaklığını hissettiğimde ellerimde beliren o küçük kıvılcımı izledim. Daha önce hiç bu kadar net olmamıştı. Kıvılcım, bir ateş topuna dönüştü. Ellerimle ona şekil verdim, alevler benimle dans ediyordu. Ateş artık benim bir parçam gibiydi, onun tehlikesi benim irademde saklıydı.

Are, arkamda gururla dikiliyordu. “İşte böyle, Irene. Gücünü geliştirmeye başladın. Ama bu sadece başlangıç. Seni daha da güçlendireceğim. Şimdi uyan ve öğrendiklerini unutma.”

Bir an için her şey durdu, ve gözlerimi açtım. Hâlâ rüyadaydım ama hissettiğim her şey gerçekti. Elementlerin gücü artık benim içimdeydi ve Are’nin bana gösterdiği bu yolda, korkusuzca ilerlemeye hazırdım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%