Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. BÖLÜM

@hayat_belirtisi34

"Komutanım siz gelmeseydiniz keşke. Hüseyin kötü olduğunuzu söyledi."

 

"Kes sesini Fırat. Öğrencimi bırakmamı mı söylüyorsun."

 

"Hayır tabiki komutanım. Çocuğu sağ salim getirirdik size."

 

"Fırat, o çocuk beni annesi yerine koyarken nasıl oturup beklememi söylersiniz. İlk anında beni görmeli. Yoksa ilerde kimseye güvenemeyecek kadar onu sarsmış olurum."

 

Gece suları...

Mit'ten gelen istihbarat üzerine bulundukları bölgede esir ya da zorla örgüte alınan çocukların olduğu söylendi.

 

Tanıdıklarından kimse bilmiyordu ajanımızı ama haber veren kişiye o kadar minnet doluydu ki.

 

Belki bir umut Ömer'de içlerindedir diye varsaymaktan başka bir şey yapası gelmiyordu. Hiç bir kötü ihtimal düşünmek istemiyordu. Eğer... olursa ömür boyu vicdan azabına dayanamazdı.

 

Kuzgun timi ise yerlerini kalıcı inlerini bulmuştu. Fakat plan gereği bir süre sadece takip edilecekti. Çünkü bu teröristler köylülerin gözlerinde öyle bir irtibar kurmuşlardı ki gerçeği kanıt olmadan, kendi gözleriyle göstermeden söylemek onları haksız durumuna koyardı.

 

Ve Türk askerinin önceliği olan kural çiğnenmiş olurdu.

 

Kaba kuvvet olmadan,sivilleri korurken maddi manevi incitmeden işini yap.

 

Zaten bizim askerimizi dünyada önemli kılan özelliklerden biri de bu değil miydi?

 

Ve şuan kartal timi belirlenen konumda pusuda bekliyordu. Telsizden ses gelene kadar...

 

"Komutanım kalabalık. Şimdi değil. Sağ çıkamazsınız" dedi Yahya elinde sniperi ile.

 

"Katılıyorum. Merak etmeyin komutanım öğrencinizi tanımıyorum ama çocukları kollamak için canımı veririm" dedi İlyas.

 

Bu sesi beklemiyorlardı. Olaylı ama bir o kadar da ifşasından sonra tekrar içlerine sızamayacaklarını düşünmüşlerdi. Şaşkına döndü.

 

"Lan İlyas komutanım siz misiniz?" dedi Mustafa.

 

"Adamdaki profesyonelliğe bak. Tekrar girdi içlerine emi. Lan bir dk! Uğraştığımız kuş beyinlilerine bak. Bunlar mı şimdi köylüyü kandırmış" diye fikirlerini belli etmiş oldu Furkan.

 

"Bizimde kendimize göre yollarımız var koçum."

 

"Helal olsun valla komutanım. Her seferinde sizi tanıyamıyorum. Başka kimlikle giriyorsunuz" dedi Yahya.

 

"Şuan bebeklerim(teçhizatlarım) olmadan kendimi çok yarım hissediyorum. Ne güzel dalardık şimdi" dedi Ece.

 

"Eee indi ne edirik? Dalırıq, yoxsa gedirik?" dedi Göktuğ.

 

"Komutanım?" diye soru sorar tonla hiç konuşmayan Hüseyin'den cevap geldi.

 

İçi yana yana sıkıla sıkıla ne yapması gerektiğini biliyordu. Bu mehmetçikleride tehlikeye atamazdı. Ama çocukları da orada bırakamazdı. Kafası buhrana dönmüştü. Alnında oluşan izlere baktı Hüseyin ilk. Sonra ona.

 

Gözleri yaşadığı bütün o acıyı ve kafa karışıklığını gördü. Hissettiği her şeyi o hissediyordu sanki. Sadece bir cevap bekliyordu.

 

Bir kaç yılın ardından sayılarını unuttuğu leş öldürmüş kaç zorlu karar vermişti. Ama hiç bu kadar onun için zorlayıcı olmamıştı.

 

"İlyas kaç çocuk olduğunu biliyor musun?"

 

"Evet. Otuz çocuk. Çoğu on beşten büyük."

 

Kafasında yankılandı iki kelime.

 

"Otuz çocuk"

 

Hayatlarına mahal olacak otuz çocuk.

 

"Yeni gelip esir tutulanlar kaç tane?"

 

"O konuda bir malumatım yok komutanım. Gördüklerim bu kadardı."

 

"Karargaha bilgi verildi değil mi?"

 

"Evet komutanım."

 

Çıkardı dürbün ünü. Tekrar yokladı inlerini. Kendileriyle gömülecek inlerine. Hiçbirinin gözyaşına, acımasına bakmayacaktı. Önüne inen öfke perdesi daha da hükmediyordu ona. O kendi aleminde çırpınırken İlyas devam etti.

 

"Tabi burada esir ya da terörist gibi yetiştirildiklerini sadece biz biliyoruz. Köylüler yetim öksüz çocukların burada vakıf gibi bakıldığını zannediyor. Gündüzleri halk burayı ziyaret ettiklerinde sadece güllük gülistanlık kısmını görüyorlar. Çocuklara ayrı derslikler odalar onlara özel yemekler vs perdesini görüyorlar. Yine onlar için kullanılsa gam yemeyeceğim anasını satayım. Hepsini p**ler kullanıyor. Ağğğ bir ettiklerini görseler."

 

"Peki buranın kaynağı kimden komutanım?" diye bir soru geliyor Mustafa'dan.

 

"Yurt dışından.

 

İndirmemişti hâlâ dürbünü. En azından görülebilir yerleri hafızasına kazımaya çalışıyordu. O an...

Beynine kurşun yemişte sonunda ölüm görür gibi bir ayrıntı farketti.

 

"Ömer!!"

 

Orada karşılarında terörist kıyafetleri ile odun kırıyordu. Uzaktan bile çektiği acılar yansıyor, bütün azalarının morluğu görülüyordu. Hareketlendi Şeyma, fırlayıverdi. Hezeyanını dizginleyemiyordu bir türlü. Bir yığın düşünce ve sonuç teorisi. Bu Gizem ve korku sisi gittikçe etrafını sarıyordu. Hayatındaki insanlar söz konusu olunca bulunduğu meslekteki sabrı otomatik kapanıyordu kullanıma. Şarteli atıyordu sürekli. İçinden 'neden sevdiklerim olmak zorunda' diye geçirdi.

 

"Komutanım hayır şimdi değil lan tutun çabuk!" olaya girişti Yahya. Bir yandan doğunun o tavanlı binalarından gözetliyor bir yandan da kontrol etmeye çalışıyordu. Göktuğ ile Fırat iki kolundan tutmuş hırçınlaşmış kurdu dizginlemeye çalışıyorlardı.

 

"Bırakın beni yoksa hepinizin çırasını yakarım. Bırak! Benim yüzümden benim yüzümden..."

 

Kurtardı kollarını ikisinden de. Lafı yarım kaldı. Devam edemedi. Sözleri yumru halinden taşa dönüştü. Her dökmek isteyişinde taş kanatıyordu boğazını. Duraksadı bir an.

 

"Komandir, söz verirəm uşaqları xilas edəcəyik, amma indi yox, indi yox."

 

Her baktığında berbat görüntüler ortaya çıkıyordu. Süslü bahçenin içerisine simsiyah bir jip ondan da Fikret denen adi mahlukat çıkmıştı. Hayırlarla sözde iyilikleriyle tanınan pisliğin omzunu sıkmış içeri geçecekken Ömer'e doğru yönelip bir şeyler söyledikten sonra içeri geçmişlerdi.

 

Bu iğrençlikleri kaldıramıyordu. Midesi isyan edercesine gürledi. içindeki kusmaya hazır binlerce küçük yumruyu bir anda serbest bırakıp içindeki öldürdüklerini kanla dışarı öğürüyordu. Tıpkı bir denizin fırtınaya tutulması gibi, o korkunç manzarayı boğar gibi. Kusmuğu, onun içindeki öfke ve iğrençlikle yüklü bir tsunami gibi yükselir ve her şeyi kahramanca temizleyerek geri çekilir.

 

"Komutanım!!!" diye gürleyerek yanında biter Hüseyin.

 

"Rica ediyorum komutanım böyle yapmayın. Nerde görev aşkıyla yeri görü inleten, mantığını konuşturan Yüzbaşı Şeyma nerede?" diyerek destek çıkmaya çalışır Hüseyin.

 

Ardından gök gürültüsünü andıran ses yükselir. Biri Ömer'in saçını tuttu ve kafa derisini soyacak keskin bir şekilde başını kaldırdı. Bir şeyler söyledikten sonra yumruğunu indirip yere fırlattı. Düşüşünden kaburgalarının sesi sanki içine işledi.

 

Gözleri yanan kızgın kömürler gibi yanmaya başladı ve yüreğine saplanmış bir kılıç gibi acı çekmeye devam etti.Öfkesi gittikçe harlanıyordu. En son kanlı dişlerinin sinirden tıkırtısı duyuldu.

 

"İlyas, neredesin!"

 

O kadar yoğun konuştu ki o an kimse yanına yaklaşamadı.

 

"Şuan içerdeyim komutanım."

 

"Ne yaparsan yap bir şekilde Ömer'i bana getir. Villanın üç km arkası savunmasız. 15 dakikan var. Hemen! Geriye kalanlar arkamı kollasın. Çıkan olursa acımayın. Sessizce halledin."

 

"Aklınızdan ne geçiyor?"

 

"SORGULA DEDİM Mİ SANA! İYİ GEVŞEDİNİZ! BELANIZI BENDEN BULMAYIN LAN! ÇABUK!"

 

Bu beklenmedik hareketle yüzbaşı fırtına gibi esti.

 

"Fırat sende şu noktaya geç. Yahya ile birlikte bilgi verin."

 

Hâlâ şaşkınlıkla bekleyen timi'ni görünce daha da gerilen Şeyma şiddetli bakışlarını üzerlerine dikti. Hüseyin ise sadece mahsun bakışlarıyla kabul etmek durumunda kaldı.

 

Yüzbaşı Şeyma, içsel çatışması ve öfkesiyle adeta cehenneme dönmüş bir haldeydi. Vicdan azabıyla yanıp kavrulup içindeki öfkeyle adeta deliye dönmüştü. Artık sadece intikam düşüncesiyle yaşayan yüzbaşı, düşmanlarına karşı öfke dolu bir savaş başlatmıştı. Bu savaşta bir tek amacı vardı: Öğrencisini kaçıran düşmanlarına derin bir acı ve ızdırap yaşatmak!

 

Beş dakikanın ardından olay mahali yerinden biraz uzak yerde koşarak üzerine gelen bir gölge görür zifiri karanlığın içinde. Hayalet biraz daha yaklaşınca gerçek manzara en son görmek isteyeceği şeydi.

 

Gelen Binbaşı ile Burak'tı.

 

Olanlardan sonra nasıl bu denli yüzsüz olup karşıma çıkar diye söylemekten edemedi Şeyma.

 

Şu Arif'e de ayrı gıcık olmaya başlamıştı. İyi savunup duruyor, çocuğunu kollayan baba gibi yanında dolanıyordu.

 

Tek deliren kişi o değildi. Hüseyin'de keza nişanlısıyla o duyguları yaşıyordu. Fakat Şeyma'nın nazaran daha sakin mizacı olduğundan kendini tutabiliyordu. O saniyeler sessiz ve sevdiğinin yanında kalmayı tercih etmişti.

 

Sonunda tiksindirici sesi duyuldu.

 

"Komutanım."

 

Üç adım önünde mahcup bir tavırla duruyordu. Tanımasa çok kolay kandırabileceğini düşündü. Fakat ismini duymak bile midesini kaldırırken şimdi karşısında görmek başındaki ağrılara gayet iyi bir sebepti.

 

Yaklaşır Şeyma. Bir karış mesafe vardır aralarında. Namı değer ponçik ise her an tetikte elleri yumruklu fışkıran lav haliyle gözetliyordu hâlâ.

 

Bakışlarını dikti üzerine. Dikti, dikti. Dayanamadı. Tutamadı kendini. Yılların birikmişliği çıktı yeraltından. Bu sefer de öfkeden yanan yumruğunu açtı ve sol elini yüzüne indirdi. Vuruşun şiddetinden burnu kanayıp, yüzü ay ışığında bile kırpkırmızı olduğu görüldü.

 

Tepki gelmedi. Ses de çıkmadı.

 

Bekledi Şeyma. Eskisi gibi üzerine yürümesini, bu sefer odun gibi durmayacağını göstermek istedi. Canlanmasını istedi. Ama hiçbir şey yapmıyordu.

 

Sessiz kaldıkça lisedeki anları flaş gibi gözünde patlıyor sönüyordu.

 

Düzleştiricinin çıkardığı yanık sesi.

 

Sigara külünün çıkardığı yanık sesi.

 

Çekilen saçlarının kopuşunun hissi.

 

Sırf görülmesin diye dizlerinin üzerine döktüktükleri phenolün sıvı sıcak yakış sesi.

 

Üzerinde kırdıkları tahtaların kırılma sesleri.

 

Vurulan tekmeler, kanatılan burun, moraran yerler...

 

Hepsi hepsi gözünün önünden geçer. Bu tek tokat onu kesmez. Daha perçinlenir hışımı. Babası yerine de atar bu sefer sağdan soldan.

 

Bir tane daha bir tane daha.

 

Peş peşe gelir hepsi.

 

Ne Binbaşı ne Hüseyin karışır. Biliyorlardır kimin haklı olduğunu. Sonuna kadar hemde...

 

Bağırmak ister. Seneler süren boşvermişliğini, babasının yokluğunu, onca yılı haykırmak ister. Dikkat çekeceği için onu bile yapamaz. Batmaya başlar yaşları, o içerde kalması için zorladıkça daha da dikenleşirler.

 

Kan revan içinde kalan Burak sendeler ama çökmez. Timin geri kalanı gözetlerken bir yandan da bu ızdırap dolu manzarayı izlerler. Zaten izlemekten başka şuan da yapılabilecek bir şey yoktur. Kaldırır başını Burak yeşil pişmanlık dolu gözleriyle. Kısık bir ses çıkar.

 

"Özür dilerim... Her şey için... Sebep olduğum her şey için özür dilerim...

 

Nefesi inmez boğazından aşağıya. Her şey vücudunda dolup dolup geri tepiyordur. Ritmini düzenlemeye çalışır. Kalbinin kendi kanında boğulduğunu hissetmektedir. Nefesini bir türlü toplayamaz, ne zaman geçmişten söz olunsa kapatamadığı yaraları pençelenip daha da kuyulaşır. Kafasını gökyüzüne kaldırır. Gözlerini kapatır. Yıldızlara bakar. Ciddi ciddi göğsünde bir ağrı hissetmektedir. Sancıları kaburgasına vuruyor nefes bile aldırmıyordu. Bulunduğu mevki yüzünden ise Hüseyin mesafeli kalmak durumundaydı. Görüyor fakat müdahale edemiyordu. Böyle boş durmak yıllarca beklemesinden daha beterdi. O da derin nefesini verip başını eğdi, tekrar kaldırdı.

 

Burak ise başta neden sessiz kalıp şimdi köpürdüdüğüne anlam veremiyordu. Şuan bulunduğu hali bekliyordu zaten.

 

"Komutanım iyi misiniz?" dedi Hüseyin.

 

Acısına rağmen baş sallamakla yetindi. Söze Arif girdi.

 

"Babanız gönderdi."

 

Şu bir kaç ay zaten onu bulmuş bulalı babasını anlamıyordu. Neden halen daha bunlara iltimas gösteriyordu ki.

 

'Ahğ baba benim görmediğim ne? Neden ısrarcısın bu kadar.'

 

"Şimdi değil. Ama o sürtükle sana doldurduklarım patlak verecek Burak efendi. Burnunuzdan getirmezsem bana da Şeyma demesinler" dedi parmağını sallayarak.

 

Sonraki dakikalar ölüm sessizliğinde geçti.

 

14dk 57sn

 

"57, 58, 59,60. Kapattı gözlerini. Üniformasını ve duruşunu düzeltti. Ve görmek istediği şey karşısındaydı.

 

Kendine çeki düzen verse ne fayda idi. Ömer'i o halde görünce içi geçti zaten. Gözlerinin kömürleri durmuyordu bir türlü. Onu görünce gençliği aklına geldi. Aynı hal, aynı görüntü.

 

~ 𝙾̈𝙼𝙴𝚁'𝙸̇𝙽 𝙰𝙽𝙻𝙰𝚃𝙸𝙼𝙸𝚈𝙻𝙰~

 

"𝙱𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞𝚖, 𝚋𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞𝚖 𝚐𝚎𝚕𝚎𝚌𝚎𝚐̆𝚒𝚗𝚒 𝚋𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞𝚖. 𝙰𝚕𝚕𝚊𝚑'ı𝚖 𝚜𝚎𝚜𝚒𝚖𝚒 𝚍𝚞𝚢𝚍𝚞𝚐̆𝚞𝚗 𝚒𝚌̧𝚒𝚗 𝚜𝚊𝚗𝚊 𝚝𝚎𝚜̧𝚎𝚔𝚔𝚞̈𝚛 𝚎𝚍𝚎𝚛𝚒𝚖. 𝙾 𝚍𝚊 𝚗𝚎. 𝙱𝚎𝚗 𝚖𝚒 𝚍𝚊𝚢𝚊𝚔 𝚢𝚎𝚍𝚒𝚖 𝚘 𝚖𝚞 𝚋𝚎𝚕𝚕𝚒 𝚍𝚎𝚐̆𝚒𝚕.𝙽𝚎𝚍𝚎𝚗 𝚋𝚞 𝚔𝚊𝚍𝚊𝚛 𝚜𝚘𝚕𝚐𝚞𝚗 𝚔𝚒. 𝚈𝚘𝚔𝚜𝚊...𝚝𝚎𝚔𝚛𝚊𝚛 𝚑𝚊𝚜𝚝𝚊 𝚖ı 𝚘𝚕𝚍𝚞.𝙱𝚞 𝚑𝚊𝚕𝚒𝚗𝚎 𝚛𝚊𝚐̆𝚖𝚎𝚗 𝚋𝚊𝚗𝚊 𝚖ı 𝚐𝚎𝚕𝚍𝚒 𝚢𝚒𝚗𝚎.

 

𝚃ı𝚙𝚔ı 𝚊𝚗𝚗𝚎𝚖 𝚐𝚒𝚋𝚒...

 

𝙴𝚕𝚒 𝚔𝚊𝚗𝚍𝚊 𝚘𝚕𝚜𝚊 𝚋𝚒𝚕𝚎, 𝚌𝚊𝚗ı 𝚌̧ı𝚔𝚜𝚊 𝚋𝚒𝚕𝚎...

 

𝙶𝚞̈𝚌̧𝚕𝚞̈ 𝚍𝚞𝚛𝚖𝚊𝚔 𝚣𝚘𝚛𝚞𝚗𝚍𝚊𝚜ı𝚗 𝚘𝚐̆𝚕𝚞𝚖, 𝚍𝚊𝚑𝚊 𝚏𝚊𝚣𝚕𝚊 𝚞̈𝚣𝚞̈𝚕𝚖𝚎𝚜𝚒𝚗𝚎 𝚐𝚎𝚛𝚎𝚔 𝚢𝚘𝚔."

 

𝙼𝚘𝚛𝚊𝚛𝚖ı𝚜̧ 𝚢𝚞̈𝚣𝚞̈𝚖𝚎 𝚐𝚞̈𝚕𝚞̈𝚖𝚜𝚎𝚖𝚎𝚖𝚒 𝚝𝚊𝚔ı𝚗𝚍ı𝚖.

 

"𝚄̈𝚗𝚒𝚏𝚘𝚛𝚖𝚊 𝚜𝚒𝚣𝚎 𝚌̧𝚘𝚔 𝚢𝚊𝚔ı𝚜̧ı𝚢𝚘𝚛 𝚔𝚘𝚖𝚞𝚝𝚊𝚗ı𝚖. 𝙴𝚗𝚍𝚊𝚖ı𝚗ı𝚣 𝚐𝚘̈𝚣𝚞̈𝚖𝚞̈ 𝚔𝚊𝚖𝚊𝚜̧𝚝ı𝚛ı𝚢𝚘𝚛."

 

𝙷𝚊𝚏𝚒𝚏 𝚔ı𝚟𝚛ı𝚕𝚍ı 𝚍𝚞𝚍𝚊𝚔𝚕𝚊𝚛ı. 𝙶𝚞̈𝚕𝚖𝚎𝚔 𝚜𝚒𝚣𝚎 𝚗𝚎 𝚔𝚊𝚍𝚊𝚛 𝚢𝚊𝚔ı𝚜̧ı𝚢𝚘𝚛 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚖. 𝙱𝚞 𝚍𝚞̈𝚗𝚢𝚊𝚍𝚊 𝚊𝚌ı 𝚌̧𝚎𝚔𝚎𝚌𝚎𝚔 𝚔𝚒𝚜̧𝚒 𝚜𝚒𝚣 𝚍𝚎𝚐̆𝚒𝚕𝚜𝚒𝚗𝚒𝚣.

 

𝙽𝚎𝚍𝚎𝚗 𝚑𝚎𝚙 𝚒𝚢𝚒𝚕𝚎𝚛 𝚎𝚗 𝚏𝚊𝚣𝚕𝚊 𝚣𝚊𝚛𝚊𝚛 𝚐𝚘̈𝚛𝚎𝚗 𝚔𝚒𝚜̧𝚒 𝚘𝚕𝚞𝚛 𝚔𝚒... 𝚂𝚘𝚗𝚛𝚊 𝚢𝚘𝚛𝚐𝚞𝚗 𝚊𝚖𝚊 𝚋𝚒𝚛 𝚘 𝚔𝚊𝚍𝚊𝚛 𝚍𝚊 𝚐𝚞̈𝚌̧𝚕𝚞̈ 𝚔𝚘𝚕𝚕𝚊𝚛ı𝚗ı 𝚞̈𝚣𝚎𝚛𝚒𝚖𝚍𝚎 𝚑𝚒𝚜𝚜𝚎𝚝𝚝𝚒𝚖.

 

𝚃ı𝚙𝚔ı 𝚊𝚗𝚗𝚎𝚖 𝚐𝚒𝚋𝚒...

 

"𝙾̈𝚣𝚞̈𝚛 𝚍𝚒𝚕𝚎𝚛𝚒𝚖 𝚘𝚐̆𝚕𝚞𝚖. 𝙶𝚎𝚌̧ 𝚏𝚊𝚛𝚔𝚎𝚝𝚝𝚒𝚐̆𝚒𝚖 𝚒𝚌̧𝚒𝚗 𝚘̈𝚣𝚞̈𝚛 𝚍𝚒𝚕𝚎𝚛𝚒𝚖..."

 

𝙾𝚐̆𝚕𝚞𝚖...

 

𝙿𝚒𝚜̧𝚖𝚊𝚗𝚕ı𝚐̆ı 𝚑𝚎𝚛 𝚔𝚎𝚕𝚒𝚖𝚎𝚢𝚕𝚎 𝚐𝚘̈𝚣𝚢𝚊𝚜̧ı 𝚘𝚕𝚞𝚙 𝚍𝚘̈𝚔𝚞̈𝚕𝚍𝚞̈ 𝚘𝚖𝚞𝚣𝚕𝚊𝚛ı𝚖𝚊. 𝙷𝚎𝚖𝚎𝚗 𝚗𝚒𝚜̧𝚊𝚗𝚕ı𝚜ı𝚗𝚊 𝚞̈𝚌̧ 𝚊𝚍ı𝚖𝚍𝚊 𝚘𝚕𝚊𝚗 𝙷𝚞̈𝚜𝚎𝚢𝚒𝚗 𝚊𝚋𝚒𝚢𝚕𝚎 𝚋𝚊𝚔ı𝚜̧𝚕𝚊𝚛 𝚍𝚎𝚗𝚔 𝚐𝚎𝚕𝚍𝚒. 𝙱𝚞𝚛𝚞𝚔 𝚐𝚞̈𝚕𝚞̈𝚖𝚜𝚎𝚖𝚎𝚜𝚒𝚢𝚕𝚎 𝚋𝚊𝚗𝚊 𝚋𝚊𝚔𝚊𝚛𝚊𝚔 𝚋𝚊𝚜̧ı𝚗ı 𝚜𝚊𝚕𝚕𝚊𝚍ı. 𝙱𝚊𝚛𝚞𝚝 𝚔𝚘𝚔𝚞𝚜𝚞 𝚒𝚕𝚎 𝚔𝚊𝚛ı𝚜̧ı𝚔 𝚢𝚊𝚜𝚎𝚖𝚒𝚗 𝚔𝚘𝚔𝚞𝚜𝚞 𝚊𝚕ı𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞𝚖 𝚑𝚊̂𝚕𝚊̂...

 

𝚃ı𝚙𝚔ı 𝚊𝚗𝚗𝚎𝚖 𝚐𝚒𝚋𝚒...

 

"𝙱𝚎𝚗𝚒 𝚐𝚎𝚝𝚒𝚛𝚎𝚗 𝚊𝚜𝚔𝚎𝚛 𝚊𝚋𝚒 𝚊𝚍𝚎𝚝𝚊 𝚟𝚊𝚑𝚜̧𝚒 𝚑𝚊𝚢𝚟𝚊𝚗 𝚐𝚒𝚋𝚒. 𝚂𝚒𝚗𝚜𝚒𝚌𝚎 𝚐𝚎𝚕𝚍𝚒. 𝙱𝚘𝚛𝚍𝚘 𝚋𝚎𝚛𝚎𝚗𝚒𝚗 𝚎𝚗 𝚘̈𝚟𝚞̈𝚕𝚞̈𝚛 𝚘̈𝚣𝚎𝚕𝚕𝚒𝚐̆𝚒.𝚉𝚘𝚛 𝚏𝚊𝚛𝚔𝚎𝚝𝚝𝚒𝚖."

 

𝙷𝚎𝚖𝚎𝚗 𝚜ı𝚛ı𝚝𝚝ı 𝚝𝚊𝚋𝚒 𝚔𝚎𝚗𝚍𝚒𝚜𝚒.

 

"𝙾̈𝚢𝚕𝚎𝚢𝚒𝚖𝚍𝚒𝚛" 𝚍𝚎𝚍𝚒 𝙸̇𝚕𝚢𝚊𝚜.

 

"𝚃𝚊𝚋𝚒 𝚒𝚕𝚔 𝚋𝚊𝚜̧𝚝𝚊 𝚘𝚗𝚕𝚊 𝚐𝚎𝚕𝚖𝚎𝚔 𝚒𝚜𝚝𝚎𝚖𝚎𝚍𝚒𝚖. 𝙸̇𝚌̧𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚍𝚎 𝚝ı𝚙𝚔ı 𝚝𝚎𝚛𝚘̈𝚛𝚒𝚜𝚝 𝚐𝚒𝚋𝚒 𝚍𝚊𝚟𝚛𝚊𝚗ı𝚢𝚘𝚛. 𝚂𝚘𝚗𝚛𝚊 𝚂̧𝚎𝚢𝚖𝚊 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚗 𝚋𝚎𝚗𝚒 𝚘̈𝚕𝚍𝚞̈𝚛𝚞̈𝚛 𝚍𝚎𝚢𝚒𝚗𝚌𝚎 𝚘 𝚣𝚊𝚖𝚊𝚗 𝚊𝚗𝚕𝚊𝚍ı𝚖 𝚐𝚎𝚕𝚍𝚒𝚐̆𝚒𝚗𝚒𝚣𝚒."

 

𝙶𝚞̈𝚕𝚞̈𝚖𝚜𝚎𝚖𝚎𝚜𝚒 𝚜𝚘𝚕𝚍𝚞. 𝙱𝚘𝚐̆𝚊𝚣ı𝚗ı 𝚝𝚎𝚖𝚒𝚣𝚕𝚎𝚍𝚒. 𝙱𝚒𝚕𝚎𝚛𝚎𝚔 𝚜𝚘̈𝚢𝚕𝚎𝚍𝚒𝚖. 𝚂̧𝚞𝚊𝚗 𝚜𝚞𝚛𝚊𝚝ı 𝚌̧𝚘𝚔 𝚔𝚘𝚖𝚒𝚔𝚝𝚒. 𝙰𝚔𝚜𝚒𝚗𝚎 𝙷𝚞̈𝚜𝚎𝚢𝚒𝚗 𝚒𝚕𝚎 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚖 𝚜ı𝚛ı𝚝𝚝ı 𝚋𝚒𝚕𝚎. 𝙾𝚖𝚣𝚞𝚖𝚍𝚊𝚗 𝚊𝚢𝚛ı𝚕𝚖ı𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞. 𝙺𝚘𝚕𝚞 𝚑𝚎𝚙 𝚞̈𝚣𝚎𝚛𝚒𝚗𝚍𝚎𝚢𝚍𝚒. 𝙷𝚎𝚛𝚑𝚊𝚗𝚐𝚒 𝚋𝚒𝚛 𝚜̧𝚎𝚢 𝚘𝚕𝚊𝚌𝚊𝚔𝚖ı𝚜̧ 𝚐𝚒𝚋𝚒. 𝙷𝚎𝚛 𝚊𝚗 𝚝𝚎𝚝𝚒𝚔𝚝𝚎𝚢𝚖𝚒𝚜̧ 𝚐𝚒𝚋𝚒. 𝚂𝚘𝚗𝚛𝚊 𝚝𝚊𝚗ı𝚖𝚊𝚍ı𝚐̆ı𝚖 𝚋𝚒𝚛𝚒 𝚋𝚊𝚗𝚊 𝚢𝚘̈𝚗𝚎𝚕𝚍𝚒.

 

"𝙳𝚎𝚖𝚎𝚔 𝚘 𝚖𝚎𝚜̧𝚑𝚞𝚛 𝙾̈𝚖𝚎𝚛 𝚜𝚎𝚗𝚜𝚒𝚗. 𝚄𝚐̆𝚛𝚞𝚗𝚊 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚗 𝚋𝚞𝚛𝚗𝚞𝚖𝚞𝚣𝚍𝚊𝚗 𝚐𝚎𝚝𝚒𝚛𝚍𝚒 𝚋𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛 𝚖𝚞𝚜𝚞𝚗?" 𝚍𝚎𝚍𝚒 𝙴𝚌𝚎.

 

𝙷𝚘𝚌𝚊𝚖ı𝚗 𝚑𝚘𝚜̧𝚗𝚞𝚝𝚜𝚞𝚣 𝚋𝚊𝚔ı𝚜̧𝚕𝚊𝚛ı𝚗ı 𝚐𝚘̈𝚛𝚞̈𝚗𝚌𝚎 𝚌𝚞̈𝚖𝚕𝚎𝚜𝚒𝚗𝚒𝚗 𝚍𝚎𝚟𝚊𝚖 𝚎𝚝𝚝𝚒𝚛𝚖𝚎𝚍𝚒.

 

𝙳𝚒𝚐̆𝚎𝚛 𝚊𝚜𝚔𝚎𝚛𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚍𝚎 𝚐𝚘̈𝚣𝚞̈ 𝚞̈𝚣𝚎𝚛𝚒𝚖𝚍𝚎𝚢𝚍𝚒. 𝙷𝚎𝚙𝚜𝚒𝚗𝚒𝚗 𝚋𝚊𝚔ı𝚜̧𝚕𝚊𝚛ı𝚗𝚍𝚊 𝚋𝚒𝚛 𝚗𝚎𝚋𝚣𝚎 𝚘𝚕𝚜𝚞𝚗 𝚛𝚊𝚑𝚊𝚝𝚕𝚊𝚖ı𝚜̧ 𝚑𝚒𝚜𝚜𝚒 𝚐𝚘̈𝚛𝚍𝚞̈𝚖. 𝙱𝚞𝚛𝚗𝚞𝚗𝚞 𝚌̧𝚎𝚔𝚒𝚙 𝚔𝚘𝚗𝚞𝚜̧𝚖𝚊𝚢𝚊 𝚋𝚊𝚜̧𝚕𝚊𝚍ı.

 

"𝚂̧𝚞 𝚑𝚊𝚕𝚒𝚗𝚎 𝚋𝚊𝚔. 𝙷𝚎𝚙𝚜𝚒𝚗𝚒 𝚝𝚎𝚛𝚜𝚝𝚎𝚗 𝚍𝚘̈𝚗𝚍𝚞̈𝚛𝚞̈𝚙 𝚔𝚎𝚜𝚖𝚎𝚣𝚜𝚎𝚖 𝚋𝚊𝚗𝚊 𝚍𝚊 𝚢𝚞̈𝚣𝚋𝚊𝚜̧ı 𝚍𝚎𝚖𝚎𝚜𝚒𝚗𝚕𝚎𝚛. 𝙱𝚞𝚗𝚕𝚊𝚛 𝚗𝚊𝚖ı 𝚍𝚎𝚐̆𝚎𝚛 𝙺𝚊𝚛𝚝𝚊𝚕 𝚝𝚒𝚖𝚒 𝙾̈𝚖𝚎𝚛. 𝙷𝚎𝚙𝚜𝚒𝚗𝚎 𝚐𝚞̈𝚟𝚎𝚗𝚎𝚋𝚒𝚕𝚒𝚛𝚜𝚒𝚗 𝚝𝚊𝚖𝚊𝚖 𝚖ı?"

 

𝙾𝚗𝚊𝚢𝚕𝚊𝚛𝚌𝚊𝚜ı𝚗𝚊 𝚋𝚊𝚜̧ı𝚖ı 𝚜𝚊𝚕𝚕𝚊𝚍ı𝚖.

 

"𝚂̧𝚒𝚖𝚍𝚒𝚜𝚎𝚗𝚒 𝚑𝚎𝚖𝚎𝚗 𝚋𝚞𝚛𝚊𝚍𝚊𝚗 𝚐𝚘̈𝚝𝚞̈𝚛𝚎𝚋𝚒𝚕𝚒𝚛𝚒𝚖. 𝙱𝚞𝚛𝚊𝚢ı 𝚑𝚊𝚕𝚕𝚎𝚍𝚎𝚗𝚎 𝚔𝚊𝚍𝚊𝚛 𝚋𝚎𝚗𝚒 𝚋𝚊𝚜̧𝚔𝚊 𝚋𝚒𝚛 𝚢𝚎𝚛𝚍𝚎 𝚋𝚎𝚔𝚕𝚎𝚢𝚎𝚋𝚒𝚕𝚒𝚛 𝚖𝚒𝚜𝚒𝚗? 𝙼𝚎𝚛𝚊𝚔 𝚎𝚝𝚖𝚎 𝚋𝚊𝚋𝚊𝚗ı𝚗 𝚢𝚊𝚗ı𝚗𝚊 𝚐𝚒𝚝𝚖𝚎𝚢𝚎𝚌𝚎𝚔𝚜𝚒𝚗. 𝙺𝚊𝚕ı𝚌𝚊𝚔 𝚢𝚎𝚛𝚒𝚗𝚒 𝚘𝚔𝚞𝚕𝚞𝚗𝚞 𝚑𝚎𝚙 𝚊𝚢𝚊𝚛𝚕ı𝚢ı𝚌𝚊𝚖. 𝙸̇𝚜𝚝𝚎𝚍𝚒𝚐̆𝚒𝚗 𝚣𝚊𝚖𝚊𝚗 𝚋𝚊𝚗𝚊 𝚑𝚎𝚛 𝚜̧𝚎𝚢𝚒 𝚊𝚗𝚕𝚊𝚝𝚊𝚋𝚒𝚕𝚒𝚛𝚜𝚒𝚗. 𝙱𝚞𝚗𝚍𝚊𝚗 𝚋𝚘̈𝚢𝚕𝚎 𝚑𝚎𝚛 𝚣𝚊𝚖𝚊𝚗 𝚢𝚊𝚗ı 𝚋𝚊𝚜̧ı𝚗𝚍𝚊 𝚘𝚕𝚞𝚌𝚊𝚖."

 

𝙱𝚞𝚕𝚞𝚗𝚍𝚞𝚐̆𝚞𝚖 𝚌̧𝚞𝚔𝚞𝚛𝚍𝚊𝚗 𝚌̧ı𝚔𝚊𝚛𝚖𝚊𝚢𝚊 𝚌̧𝚊𝚕ı𝚜̧ı𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞 𝚋𝚎𝚗𝚒. 𝙰𝚖𝚊 𝚋𝚎𝚗 𝚘̈𝚢𝚕𝚎 𝚔𝚘𝚛𝚔𝚊𝚔 𝚐𝚒𝚋𝚒 𝚔𝚊𝚌̧𝚖𝚊𝚢𝚊𝚌𝚊𝚔𝚝ı𝚖. 𝙾𝚕𝚞𝚖𝚜𝚞𝚣𝚌𝚊 𝚋𝚊𝚜̧ı𝚖ı 𝚜𝚊𝚕𝚕𝚊𝚍ı𝚖.

 

"𝙾𝚕𝚖𝚊𝚣 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚖 𝚜𝚒𝚣𝚒𝚗𝚕𝚎 𝚐𝚎𝚕𝚎𝚖𝚎𝚖."

 

"𝙽𝚎 𝚍𝚎𝚖𝚎𝚔 𝚐𝚎𝚕𝚎𝚖𝚎𝚖. 𝙾𝚐̆𝚕𝚞𝚖 𝚌𝚊𝚗ı𝚗𝚍𝚊𝚗 𝚖ı 𝚘𝚕𝚖𝚊𝚔 𝚒𝚜𝚝𝚒𝚢𝚘𝚛𝚜𝚞𝚗. 𝙷𝚎𝚙𝚜𝚒𝚗𝚒𝚗 𝚐𝚎𝚛𝚌̧𝚎𝚔 𝚢𝚞̈𝚣𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚒 𝚊𝚜ı𝚕 𝚜𝚎𝚗 𝚐𝚘̈𝚛𝚍𝚞̈𝚗."

 

"𝙴𝚟𝚎𝚝 𝚊𝚖𝚊 𝚔𝚊𝚌̧𝚖𝚊𝚢𝚊𝚌𝚊𝚐̆ı𝚖. 𝙱𝚞𝚛𝚊𝚍𝚊 𝚋𝚎𝚗𝚒𝚖 𝚐𝚒𝚋𝚒 𝚒𝚜𝚝𝚎𝚖𝚎𝚢𝚎𝚛𝚎𝚔 𝚔𝚊𝚕𝚊𝚗 𝚋𝚒𝚛 𝚜𝚞̈𝚛𝚞̈ 𝚌̧𝚘𝚌𝚞𝚔 𝚟𝚊𝚛. 𝙾𝚗𝚕𝚊𝚛𝚊 𝚜𝚎𝚗𝚒𝚗 𝚐𝚎𝚕𝚒𝚙 𝚋𝚒𝚣𝚒 𝚔𝚞𝚛𝚝𝚊𝚛𝚊𝚌𝚊𝚐̆ı𝚗𝚊 𝚜𝚘̈𝚣 𝚟𝚎𝚛𝚍𝚒𝚖. 𝚃𝚎𝚔 𝚐𝚒𝚍𝚎𝚛𝚜𝚎𝚖 𝚘𝚗𝚕𝚊𝚛𝚊 𝚊𝚛𝚍ı𝚖ı 𝚍𝚘̈𝚗𝚖𝚞̈𝚜̧ 𝚘𝚕𝚞𝚛𝚞𝚖. 𝙸̇𝚢𝚒𝚢𝚒𝚖 𝚋𝚎𝚗 𝚖𝚎𝚛𝚊𝚔 𝚎𝚝𝚖𝚎𝚢𝚒𝚗 𝚕𝚞̈𝚝𝚏𝚎𝚗. 𝚂𝚊𝚍𝚎𝚌𝚎 𝚋𝚊𝚗𝚊 𝚐𝚘̈𝚛𝚎𝚟 𝚟𝚎𝚛𝚒𝚗. 𝚂𝚒𝚣𝚒𝚗𝚕𝚎 𝚋𝚒𝚛𝚕𝚒𝚔𝚝𝚎 𝚑𝚊𝚛𝚎𝚔𝚎𝚝 𝚎𝚝𝚖𝚎𝚔 𝚒𝚜𝚝𝚒𝚢𝚘𝚛𝚞𝚖. 𝙻𝚞̈𝚝𝚏𝚎𝚗 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚖..."

 

𝙾̈𝚢𝚕𝚎 𝚋𝚒𝚛 𝚋𝚊𝚔𝚝ı 𝚔𝚒 𝚑𝚎𝚖𝚎𝚗 𝚛𝚎𝚍𝚍𝚎𝚝𝚖𝚒𝚜̧𝚝𝚒.

 

"𝙷𝚊𝚢ı𝚛 𝚘𝚕𝚖𝚊𝚣. 𝙲̧𝚘𝚌𝚞𝚔𝚕𝚊𝚛ı 𝚊𝚜𝚕𝚊 𝚋𝚞𝚛𝚊𝚍𝚊 𝚋ı𝚛𝚊𝚔𝚖𝚊𝚢ı𝚣 𝚜𝚎𝚗 𝚜𝚊𝚍𝚎𝚌𝚎 𝚍𝚎𝚍𝚒𝚐̆𝚒𝚖𝚒 𝚢𝚊𝚙."

 

"𝙷𝚘𝚌𝚊𝚗 𝚑𝚊𝚔𝚕ı 𝚍𝚎𝚕𝚒𝚔𝚊𝚗𝚕ı. 𝙱𝚒𝚣𝚒𝚖 𝚐𝚘̈𝚛𝚎𝚟𝚕𝚎𝚛𝚒𝚖𝚒𝚣𝚍𝚎𝚗 𝚋𝚒𝚛𝚒 𝚍𝚎 𝚜𝚒𝚟𝚒𝚕𝚕𝚎𝚛𝚒 𝚔𝚘𝚛𝚞𝚖𝚊𝚔𝚝ı𝚛, 𝚘𝚗𝚕𝚊𝚛ı 𝚝𝚎𝚑𝚕𝚒𝚔𝚎𝚢𝚎 𝚊𝚝𝚖𝚊𝚔 𝚍𝚎𝚐̆𝚒𝚕" 𝚍𝚒𝚢𝚎 𝚍𝚎𝚜𝚝𝚎𝚔𝚕𝚎𝚍𝚒 𝙶𝚘̈𝚔𝚝𝚞𝚐̆. 𝙺𝚊𝚛𝚝𝚊𝚕 𝚐𝚘̈𝚣𝚕𝚎𝚛𝚒 𝚒𝚜𝚎 𝚑𝚊𝚕𝚊 𝚊𝚟𝚕𝚊𝚢𝚊𝚌𝚊𝚔 𝚝𝚎𝚛𝚘̈𝚛𝚒𝚜𝚝 𝚊𝚛ı𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞.

 

𝙰𝚗𝚕𝚊𝚜̧ı𝚕𝚍ı 𝚒𝚜̧𝚒𝚖𝚒𝚣 𝚣𝚘𝚛𝚕𝚊𝚜̧ı𝚌𝚊𝚔. 𝙱𝚒𝚕𝚍𝚒𝚐̆𝚒𝚗 𝚢𝚘𝚕𝚍𝚊𝚗 𝚘𝚐̆𝚕𝚞𝚖...

 

"𝙷𝚘𝚌𝚊𝚖𝚖! 𝙱𝚎𝚗 𝚋𝚎𝚜̧ 𝚢𝚊𝚜̧ı𝚗𝚍𝚊 𝚍𝚎𝚐̆𝚒𝚕𝚒𝚖 𝚘𝚗 𝚋𝚎𝚜̧ 𝚢𝚊𝚜̧ı𝚗𝚍𝚊𝚢ı𝚖. 𝙽𝚎 𝚢𝚊𝚙𝚊𝚌𝚊𝚐̆ı𝚖ı𝚣ı 𝚔𝚎𝚜𝚝𝚒𝚛𝚒𝚢𝚘𝚛𝚞𝚣 𝚌̧𝚘𝚔 𝚜̧𝚞̈𝚔𝚞̈𝚛. 𝙷𝚒𝚌̧𝚋𝚒𝚛 𝚢𝚎𝚛𝚎 𝚐𝚒𝚝𝚖𝚒𝚢𝚘𝚛𝚞𝚖. 𝙱𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛𝚞𝚖 𝚋𝚎𝚗𝚒𝚖 𝚒𝚌̧𝚒𝚗 𝚎𝚗𝚍𝚒𝚜̧𝚎𝚕𝚎𝚗𝚒𝚢𝚘𝚛𝚜𝚞𝚗𝚞𝚣 𝚊𝚖𝚊 𝚋𝚎𝚗𝚒𝚖 𝚍𝚎 𝚗𝚎 𝚔𝚊𝚍𝚊𝚛 𝚍𝚒𝚔 𝚔𝚊𝚏𝚊𝚕ı 𝚘𝚕𝚍𝚞𝚐̆𝚞𝚖𝚞 𝚋𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛𝚜𝚞𝚗𝚞𝚣."

 

"𝙷𝚊𝚑 𝚝𝚎𝚗𝚌𝚎𝚛𝚎 𝚔𝚊𝚙𝚊𝚔 𝚋𝚒𝚛𝚋𝚒𝚛𝚒𝚗𝚒 𝚋𝚞𝚕𝚍𝚞" 𝚍𝚒𝚢𝚎 𝚜𝚒𝚝𝚎𝚖𝚒𝚗𝚒 𝚍𝚎 𝚎𝚔𝚕𝚎𝚖𝚎𝚢𝚒 𝚞𝚗𝚞𝚝𝚖𝚊𝚍ı 𝙷𝚞̈𝚜𝚎𝚢𝚒𝚗 𝚊𝚋𝚒.

 

𝚃𝚊𝚋𝚒 𝚘̈𝚕𝚍𝚞̈𝚛𝚞̈𝚌𝚞̈ 𝚋𝚊𝚔ı𝚜̧𝚕𝚊𝚛 𝚍𝚊 𝚘𝚗𝚞 𝚍𝚞𝚛𝚍𝚞𝚛𝚖𝚊𝚍ı. 𝙺𝚘𝚛𝚔𝚖𝚊𝚍ı. 𝙽𝚒𝚜̧𝚊𝚗𝚕ı𝚜ı𝚗ı𝚗 𝚑𝚎𝚛 𝚣𝚎𝚛𝚛𝚎𝚜𝚒𝚗𝚒 𝚎𝚣𝚋𝚎𝚛𝚎 𝚋𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞 𝚜𝚊𝚗𝚔𝚒. 𝚄𝚖𝚞𝚛𝚜𝚊𝚖𝚊𝚍𝚊𝚗 𝚋𝚊𝚜̧ı𝚗ı 𝚜𝚊𝚕𝚕𝚊𝚍ı.

 

"𝙽𝚎 𝚑𝚊𝚔𝚜ı𝚣 𝚖ı𝚢ı𝚖? 𝙱𝚊𝚔𝚖𝚊 𝚘̈𝚢𝚕𝚎."

 

𝙺𝚘𝚗𝚞𝚜̧𝚖𝚊𝚢𝚊 𝚍𝚎𝚟𝚊𝚖 𝚎𝚝𝚝𝚒𝚖.

 

"𝙷𝚎𝚖 𝚣𝚊𝚝𝚎𝚗 𝚖𝚎𝚛𝚊𝚔 𝚎𝚝𝚖𝚎𝚢𝚒𝚗. 𝙳𝚊𝚐̆𝚊 𝚜̧𝚞𝚊𝚗 𝚌̧ı𝚔𝚖ı𝚢𝚘𝚛𝚞𝚣 𝚣𝚊𝚝𝚎𝚗. 𝚈𝚎𝚗𝚒 𝚐𝚎𝚕𝚎𝚗𝚕𝚎𝚛𝚎 𝚞𝚏𝚊𝚔 𝚋𝚒𝚛 𝚜̧𝚎𝚢𝚕𝚎𝚛 𝚘̈𝚐̆𝚛𝚎𝚝𝚝𝚒𝚔𝚝𝚎𝚗 𝚜𝚘𝚗𝚛𝚊 𝚊𝚛𝚊𝚢𝚊 𝚔𝚊𝚝ı𝚕ı𝚢𝚘𝚛. 𝙷𝚘𝚜̧ 𝚋𝚎𝚌𝚎𝚛𝚒𝚔𝚜𝚒𝚣 𝚘𝚕𝚍𝚞𝚔𝚕𝚊𝚛ı 𝚔𝚎𝚜𝚒𝚗𝚍𝚎. 𝚂𝚊𝚕𝚊𝚔𝚕𝚊𝚛 𝚃𝚂𝙺 𝚒𝚕𝚎 𝚋𝚒𝚛 𝚍𝚘̈𝚟𝚞̈𝚜̧𝚕𝚎 𝚢𝚎𝚗𝚎𝚌𝚎𝚔𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚒 𝚍𝚞̈𝚜̧𝚞̈𝚗𝚞̈𝚢𝚘𝚛𝚕𝚊𝚛. 𝚄𝚕𝚊𝚗 𝚋𝚞 𝚑𝚊𝚕𝚒𝚖𝚕𝚎 𝚊𝚗𝚍𝚊𝚟𝚊𝚕 𝚘𝚕𝚍𝚞𝚐̆𝚞𝚗𝚞𝚣𝚞 𝚐𝚘̈𝚛𝚖𝚞̈𝚜̧𝚞̈𝚖. 𝚃𝚎𝚛𝚘̈𝚛𝚒𝚜𝚝 𝚘𝚕𝚖𝚊𝚢ı 𝚋𝚒𝚕𝚎 𝚋𝚎𝚌𝚎𝚛𝚎𝚖𝚒𝚢𝚘𝚛𝚕𝚊𝚛. 𝙷𝚎𝚖 𝚋𝚒𝚛 𝚍𝚎 𝚜̧𝚘̈𝚢𝚕𝚎 𝚍𝚞̈𝚜̧𝚞̈𝚗𝚞̈𝚗. 𝙶𝚎𝚕𝚎𝚌𝚎𝚐̆𝚒𝚗 𝚋𝚒𝚛 𝚃𝚂𝙺 𝚊𝚜𝚔𝚎𝚛𝚒 𝚘𝚕𝚊𝚛𝚊𝚔 𝚔𝚊𝚛𝚒𝚢𝚎𝚛𝚒𝚖𝚎 𝚊𝚝ı𝚕𝚊𝚌𝚊𝚔 𝚎𝚗 𝚘̈𝚗𝚎𝚖𝚕𝚒 𝚊𝚍ı𝚖ı 𝚊𝚝ı𝚢𝚘𝚛𝚞𝚣 𝚜̧𝚞𝚊𝚗. 𝙽𝚞̈𝚕𝚞̈𝚞̈𝚞̈𝚛𝚛𝚛 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚖𝚖𝚖! 𝙱𝚞 𝚏ı𝚛𝚜𝚊𝚝 𝚋𝚒𝚛 𝚍𝚊𝚑𝚊 𝚔𝚊𝚛𝚜̧ı𝚖𝚊 𝚌̧ı𝚔𝚖𝚊𝚣𝚣𝚣. 𝙰𝚕𝚕𝚊𝚑 𝚔𝚒𝚝𝚊𝚙 𝚊𝚜̧𝚔ı𝚗𝚊𝚊𝚊."

 

"𝙷𝚊𝚑 𝙴𝚍𝚊 𝚐𝚒𝚋𝚒 𝚍𝚎 𝚢𝚊𝚕𝚟𝚊𝚛𝚖𝚊𝚢𝚊 𝚋𝚊𝚜̧𝚕𝚊𝚍ı. 𝙷𝚊𝚣ı𝚛 𝚘𝚕𝚞𝚗 𝚜̧𝚒𝚖𝚍𝚒. 𝙻𝚊𝚗 𝚘𝚐̆𝚕𝚞𝚖 𝚜𝚎𝚗 𝚗𝚊𝚜ı𝚕 𝚌̧𝚘𝚌𝚞𝚔𝚜𝚞𝚗 𝚕𝚊𝚗. 𝚂𝚎𝚗𝚒𝚗 𝚢𝚎𝚛𝚒𝚗𝚍𝚎 𝚋𝚊𝚜̧𝚔𝚊𝚕𝚊𝚛ı𝚗ı 𝚔𝚞𝚛𝚝𝚊𝚔𝚍ı𝚔𝚕𝚊𝚛ı𝚖ı𝚣 𝚐𝚞̈𝚗𝚕𝚎𝚛𝚌𝚎 𝚊𝚢𝚕𝚊𝚛𝚌𝚊 𝚔𝚘𝚗𝚞𝚜̧𝚊𝚖ı𝚢𝚘𝚛𝚕𝚊𝚛. 𝚂𝚎𝚗 𝚐𝚎𝚕𝚖𝚒𝚜̧ 𝚢𝚊𝚛𝚍ı𝚖 𝚎𝚍𝚒𝚌𝚎𝚖 𝚍𝚒𝚢𝚘𝚛𝚜𝚞𝚗" 𝚍𝚎𝚍𝚒 𝙷𝚞̈𝚜𝚎𝚢𝚒𝚗.

 

"𝙴𝚍𝚊 𝚔𝚒𝚖?"

 

"𝙺𝚊𝚛𝚍𝚎𝚜̧𝚒. 𝚂𝚎𝚗𝚕𝚎 𝚊𝚢𝚗ı 𝚢𝚊𝚜̧𝚝𝚊."

 

"𝙾 𝚍𝚊 𝚖ı 𝚗𝚞̈𝚕𝚞̈𝚛 𝚍𝚒𝚢𝚘𝚛?"

 

"𝙴𝚟𝚎𝚝."

 

"𝙱𝚒𝚛 𝚍𝚎 𝚔𝚊𝚌̧ı𝚛ı𝚕𝚖𝚊𝚢𝚊 𝚏ı𝚛𝚜𝚊𝚝 𝚍𝚒𝚢𝚘𝚛" 𝚍𝚒𝚢𝚎 𝚍𝚎𝚜𝚝𝚎𝚔𝚕𝚎𝚍𝚒 𝙼𝚞𝚜𝚝𝚊𝚏𝚊.

 

"𝙰𝚖𝚊 𝚐𝚘̈𝚛𝚖𝚎𝚗𝚒𝚣 𝚕𝚊𝚣ı𝚖 𝚏𝚒𝚣𝚒𝚔𝚜𝚎𝚕 𝚌̧𝚘𝚔 𝚋𝚎𝚌𝚎𝚛𝚒𝚔𝚜𝚒𝚣𝚕𝚎𝚛 𝚊𝚖𝚊 𝚜̧𝚎𝚢𝚝𝚊𝚗𝚕ı𝚔𝚝𝚊 𝚟𝚎 𝚊𝚜̧𝚊𝚐̆ı𝚕ı𝚔𝚝𝚊 𝚜ı𝚗ı𝚛𝚕𝚊𝚛ı 𝚢𝚘𝚔."

 

"𝚂𝙾𝙷𝙱𝙴𝚃𝙸̇𝙽𝙸̇𝚉 𝙱𝙾𝙻 𝙾𝙻𝚂𝚄𝙽 𝙷𝙰! 𝚂𝙴𝚁𝙸̇𝙽 𝚂̧𝚄𝚁𝙰𝚈𝙰 𝙱𝙴𝚉 𝙰𝙽𝙻𝙰𝚃𝙸𝙽 𝙷𝙰𝙳𝙸̇!"

 

𝙾 𝚎𝚗d𝚒𝚜̧𝚎𝚍𝚎𝚗 𝚔𝚎𝚖𝚒𝚔𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚍𝚎𝚔𝚒 𝚒𝚕𝚒𝚔𝚕𝚎𝚛𝚒 𝚍𝚊𝚑𝚒 𝚌̧𝚎𝚔𝚒𝚕𝚒𝚛𝚔𝚎𝚗 𝚋𝚞𝚗𝚕𝚊𝚛ı𝚗 𝚔𝚘𝚗𝚞𝚜̧𝚖𝚊𝚜ı 𝚊𝚋𝚜𝚞̈𝚛𝚝 𝚔𝚊𝚕ı𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞.

 

"𝙺𝚘𝚖𝚞𝚝𝚊𝚗ı𝚖 𝚜𝚘𝚑𝚋𝚎𝚝𝚒𝚗𝚒𝚣𝚒 𝚋𝚘̈𝚕𝚖𝚎𝚔 𝚒𝚜𝚝𝚎𝚖𝚎𝚖 𝚊𝚖𝚊 𝚌̧𝚘𝚌𝚞𝚐̆𝚞 𝚊𝚛𝚊𝚖𝚊𝚢𝚊 𝚋𝚊𝚜̧𝚕ı𝚢𝚘𝚛𝚕𝚊𝚛" 𝚍𝚒𝚢𝚎 𝚔𝚞𝚕𝚊𝚔𝚕ı𝚔𝚕𝚊 𝚑𝚊𝚋𝚎𝚛 𝚟𝚎𝚛𝚍𝚒 𝚈𝚊𝚑𝚢𝚊 𝚒𝚕𝚎 𝙵ı𝚛𝚊𝚝.

 

"𝙶𝚒𝚝𝚖𝚎𝚖𝚒𝚣 𝚕𝚊𝚣ı𝚖. 𝚂̧𝚞𝚊𝚗 𝚏𝚊𝚛𝚔𝚎𝚍𝚒𝚕𝚖𝚎𝚔 𝚒𝚢𝚒 𝚘𝚕𝚖𝚊𝚣" 𝚍𝚎𝚜𝚝𝚎𝚔𝚕𝚎𝚍𝚒 𝙸̇𝚕𝚢𝚊𝚜.

 

"𝙺𝚊𝚛𝚊𝚛 𝚟𝚎𝚛𝚒𝚗 𝚑𝚘𝚌𝚊𝚖. 𝙺𝚊𝚕ı𝚢𝚘𝚛 𝚖𝚞𝚢𝚞𝚖 𝚐𝚒𝚍𝚒𝚢𝚘𝚛 𝚖𝚞𝚢𝚞𝚖? 𝚂̧𝚞𝚊𝚗 𝚜𝚒𝚣 𝚋𝚒𝚕𝚒𝚛𝚜𝚒𝚗𝚒𝚣. 𝚈𝚊𝚔𝚊𝚕𝚊𝚗𝚖𝚊𝚔 𝚒𝚜𝚝𝚎𝚖𝚎𝚢𝚒𝚣."

 

𝙱𝚒𝚛 𝚌̧𝚘𝚌𝚞𝚔 𝚗𝚊𝚜ı𝚕 𝚋𝚞 𝚍𝚎𝚗𝚕𝚒 𝚒𝚕𝚎𝚛𝚒𝚢𝚎 𝚐𝚒𝚍𝚎𝚋𝚒𝚕𝚒𝚛. 𝙺𝚊𝚛𝚜̧ı𝚕𝚊𝚜̧𝚝ı𝚐̆ı 𝚗𝚊𝚍𝚒𝚛 𝚌̧𝚘𝚌𝚞𝚔𝚕𝚊𝚛𝚍𝚊𝚗 𝚋𝚒𝚛𝚒𝚢𝚍𝚒 𝙾̈𝚖𝚎𝚛.𝙸̇𝚣ı𝚗 𝚟𝚎𝚛𝚖𝚎𝚜𝚎 𝚍𝚎 𝚢𝚒𝚗𝚎 𝚍𝚎 𝚔𝚎𝚗𝚍𝚒 𝚍𝚘𝚐̆𝚛𝚞𝚕𝚊𝚛ı𝚗ı 𝚒𝚗𝚊𝚗𝚍ı𝚐̆ı𝚗ı 𝚘𝚔𝚞𝚢𝚊𝚌𝚊𝚔𝚝ı. 𝙽𝚊𝚍𝚒𝚛 𝚒𝚗𝚜𝚊𝚗𝚕𝚊𝚛𝚊 𝚍𝚊𝚗ı𝚜̧ı𝚛𝚍ı. 𝙵𝚒𝚔𝚛𝚒𝚗𝚒 𝚊𝚕𝚍ı𝚐̆ı 𝚙𝚊𝚛𝚌̧𝚊𝚕𝚊𝚛𝚕𝚊 𝚘𝚕𝚞𝚜̧𝚝𝚞𝚛𝚍𝚞𝚔𝚝𝚊𝚗 𝚜𝚘𝚗𝚛𝚊 𝚎𝚗 𝚜𝚘𝚗 𝚔𝚊𝚛𝚊𝚛ı𝚗ı 𝚟𝚎𝚛𝚒𝚛 𝚍𝚊𝚑𝚊 𝚍𝚊 𝚍𝚎𝚐̆𝚒𝚜̧𝚝𝚒𝚛𝚖𝚎𝚣𝚍𝚒. 𝙲̧𝚘𝚐̆𝚞 𝚒𝚗𝚜𝚊𝚗ı𝚗 𝚢𝚊𝚙𝚊𝚖𝚊𝚍ı𝚐̆ı𝚗ı 𝚋𝚞 𝚣𝚊𝚖𝚊𝚗𝚍𝚊 𝚛𝚊𝚢ı𝚗𝚊 𝚘𝚝𝚞𝚛𝚝𝚖𝚞𝚜̧𝚝𝚞. 𝚂̧𝚞𝚊𝚗 𝚔𝚊𝚛𝚜̧ı 𝚌̧ı𝚔𝚜𝚊 𝚍𝚊 𝚙𝚎𝚔 𝚋𝚒𝚛 𝚊𝚗𝚕𝚊𝚖 𝚒𝚏𝚊𝚍𝚎 𝚎𝚝𝚖𝚎𝚢𝚎𝚌𝚎𝚐̆𝚒𝚗𝚒 𝚋𝚒𝚕𝚒𝚢𝚘𝚛𝚍𝚞. 𝙳𝚞𝚛𝚞𝚖𝚞 𝚔𝚊𝚋𝚞𝚕 𝚎𝚍𝚒𝚙 𝚌𝚎𝚋𝚒𝚗𝚍𝚎𝚗 𝚔𝚞̈𝚌̧𝚞̈𝚔 𝚋𝚒𝚛 𝚐𝚋𝚜, 𝚖𝚒𝚗𝚒 𝚔𝚊𝚖𝚎𝚛𝚊 𝚟𝚎 𝚔𝚊𝚕𝚎𝚖 𝚟𝚎𝚛𝚒𝚛.

 

"𝙰𝚕 𝚋𝚞𝚗𝚕𝚊𝚛ı. 𝚂𝚊𝚔ı𝚗 𝚢𝚊𝚗ı𝚗𝚍𝚊𝚗 𝚊𝚢ı𝚛𝚖𝚊."

 

"𝙷𝚘𝚌𝚊𝚖, 𝚍𝚒𝚐̆𝚎𝚛𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚒 𝚊𝚗𝚕𝚊𝚍ı𝚖 𝚍𝚊 𝚔𝚊𝚕𝚎𝚖 𝚗𝚎 𝚒𝚌̧𝚒𝚗?"

 

"𝙺𝚞𝚕𝚕𝚊𝚗ı𝚗𝚌𝚊 𝚊𝚗𝚕𝚊𝚛𝚜ı𝚗. 𝙷𝚊𝚍𝚒 𝚐𝚒𝚝. 𝙳𝚒𝚔𝚔𝚊𝚝𝚕𝚒 𝚘𝚕. 𝙱𝚊𝚗𝚊 𝚋𝚊𝚔! (𝙾𝚖𝚞𝚣𝚕𝚊𝚛ı𝚗ı 𝚝𝚞𝚝𝚊𝚛) 𝚣𝚘𝚛𝚕𝚊𝚗𝚍ı𝚐̆ı𝚗 𝚣𝚊𝚖𝚊𝚗 𝚋𝚊𝚗𝚊 𝚜𝚘̈𝚢𝚕𝚎𝚖𝚎𝚗 𝚢𝚎𝚝𝚎𝚛𝚕𝚒. 𝚂𝚊𝚗𝚊 𝚐𝚘̈𝚛𝚎𝚟𝚒𝚗𝚒 𝚟𝚎𝚛𝚒𝚢𝚘𝚛𝚞𝚖 𝚘 𝚑𝚊𝚕𝚍𝚎. 𝙸̇𝚕𝚢𝚊𝚜 𝚒𝚕𝚎 𝚋𝚒𝚛𝚕𝚒𝚔𝚝𝚎 𝚌̧𝚊𝚕ı𝚜̧𝚊𝚌𝚊𝚔𝚜ı𝚗. 𝙾̈𝚐̆𝚛𝚎𝚗𝚍𝚒𝚔𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚒 𝚋𝚒𝚣𝚎 𝚊𝚗𝚕𝚊𝚝𝚊𝚌𝚊𝚔𝚜ı𝚗 𝚊𝚗𝚕𝚊𝚜̧ı𝚕𝚍ı 𝚖ı?"

 

"𝙰𝙽𝙻𝙰𝚂̧𝙸𝙻𝙳𝙸 𝙺𝙾𝙼𝚄𝚃𝙰𝙽𝙸𝙼! 𝙰𝙰𝙰𝙰! 𝚂𝙰𝙶̆𝙾𝙻𝚄𝙽 𝙷𝙾𝙲𝙰𝙼. 𝙷𝙴𝚁 𝚂̧𝙴𝚈𝙸̇ 𝚂𝙸̇𝚉𝙴 𝙰𝙽𝙻𝙰𝚃𝙸𝙲𝙰𝙼. 𝙷𝙰𝙳𝙸̇ 𝙶𝙸̇𝙳𝙴𝙻𝙸̇𝙼 𝙷𝙰𝙳𝙸̇𝙸̇." deyip İlyas'ın kolunu çekiştirmeye başlar.

 

𝙰𝚏𝚎𝚛𝚒𝚗 𝚘𝚐̆𝚕𝚞𝚖 𝚒𝚜̧𝚝𝚎 𝚋𝚞. 𝙸̇𝚔𝚗𝚊 𝚎𝚝𝚝𝚒𝚖 𝚒𝚜̧𝚝𝚎.𝚂𝚎𝚗 𝚍𝚎 𝚗𝚎 𝚌𝚎𝚟𝚑𝚎𝚛𝚕𝚎𝚛 𝚟𝚊𝚛 𝚋𝚎.

 

"𝚂̧𝚜̧𝚜̧ 𝚌̧𝚘̈𝚖𝚎𝚣 𝚊𝚜𝚔𝚎𝚛."

 

𝙷𝚊𝚢ı𝚛𝚛𝚛! 𝚅𝚊𝚣𝚐𝚎𝚌̧𝚖𝚎 𝚕𝚞̈𝚝𝚏𝚎𝚗𝚗!

 

"𝙲𝚒𝚑𝚊𝚣𝚕𝚊𝚛ı𝚗 𝚑𝚒𝚌̧ 𝚋𝚒𝚛𝚒𝚗𝚒𝚗 𝚔𝚊𝚙𝚊𝚕ı 𝚘𝚕𝚖𝚊𝚜ı𝚗ı 𝚒𝚜𝚝𝚎𝚖𝚒𝚢𝚘𝚛𝚞𝚖. 𝙰𝚔𝚜𝚒 𝚑𝚊𝚕𝚍𝚎 𝚐𝚘̈𝚛𝚎𝚟𝚒𝚗 𝚍𝚞̈𝚜̧𝚎𝚛."

 

"𝙴𝚖𝚛𝚎𝚍𝚎𝚛𝚜𝚒𝚗𝚒𝚣, 𝚔𝚘𝚖𝚞𝚝𝚊𝚗ı𝚖."

 

~~~~~~~~~~

 

Doğu tarafındaki gökyüzü yaklaşan şafağı işaret ederek leylak rengine dönüşmeye başladı. Ömer'i istemeyerek te bıraktıktan sonra civarı iyice ezberledik ten sonra, nihayet kaçtıklarımla yüzleşmem gerekti.

 

Burakla...

 

Sabah namazından sonra üç saat uykunun ardından öğleden önce tim tekrar eve geldi. Timini de ne olur olmaz köyde bırakıp sadece binbaşı Kerim ve Burak ile gelmişti. Kahvaltı esnadında sorumlu komutan Haluk Çelikkol'a rapor vermeye başladık.

 

"Evett sorumlu komutanlarımız eklemek istediğiniz var mı?"

 

"Var komutanım. Köylüyü ikna etme işi çok uzayacağa benziyor. Alternatif olarak Kunguz timinin yerlerine baskın için ufaktan saldırı planlarına başlamalarını öneriyorum. Bu süre zarfında ise yapacaklarını kısıtlamış oluruz. Okul denen ya da yatılı yetimhane her neyse otomatikman hal olmuş olur. Baskını yaptıklarında diğer köylülerden duyduklarından en azından şüphe duyma aşamasına gelebilirler. Yoksa biz, buradan çıkamayız. Çocukların da hayatları garanti değil. Planlı ama bir o kadar da acele etmeliyiz" diyerek fikrini ortaya atmış bulundu Burak. İstemesem de haklıydı. Fikrini devam ettirdim.

 

"O köyü temizledikten sonra sivilleri korumak adına köylüleri oraya aktarırız. Çünkü burada yapacağımız baskında kıyamet kopucak. İlla ki biri yaralanabilir. Bu riski alamayız. Hatta hava kuvvetlerine de ihtiyacımız olacağını da söylemiştiniz. Ek kuvvet gerekebilir."

 

Derin bir nefes çekti. Bıkmış gibi. Masaya bir kaç sn baktıktan sonra;

 

"Ahhh kavgasız gürültüsüz bitsin istiyorum fakat kaçınılmaz durumu durduramazsın. Peki. Binbaşı orada durumlar ne?" dedi Haluk.

 

"Köyün muhtarını ikna ettik. Mühimmat depoları yerin dibinde komutanım. Bulmamıza az kaldı."

 

"Şimdi gelelim diğer konuya. Bu Ömer denen çocuk! Neden orada bıraktınız!"

 

Vücudu ve bakışları bana döndü. Ahh be baba ben de ister miydim?! Zaten içim içimi yiyor. İç geçirmekten başka bir şey yapamadım. Alnımı ovuşturdum. Yarınlar yokmuşçasına bedenim ölüm alarmları veriyordu sanki. Zaten uykusuzum.

 

"Biz de istemezdik komutanım fakat kendisi istedi. Hiçbirimizi dinlemedi" dedi Furkan.

 

"Dur ne dedi? Askerlik kariyerinde önemli bir adımmış, bu fırsat bir daha eline gelmezmiş" dedi Ece.

 

"On beş yaşındaki çocuk mu dedi bunu?" Hayretini, belli etmiş oldu Kerim.

 

"Evet. Hatta teröristleri bile beğenmedi siz düşünün." dedi Hüseyin.

 

"Bu yüzden kısıtlı vakitte bırakmak durumunda kaldım komutanım" diyerek babama son açıklamayı da yapmış bulundum. "Merak etmeyin. Sürekli haberdar olucam. İlyas ile aynı pozisyondasın dedim. O yanında en azından. Bir nebze olsun... ahh tek başına orada kalmasından iyidir diye düşündüm."

 

"İnsan terör kampına görev için koşa koşa gider mi ya?" dedi Mustafa.

 

Yaşlı kurdun bir an buhranlı düşünceli mimikleri gitti. Göz altları kırıştı, küçük kahkası duyuldu.

 

"Bakk sen!"

 

Bu saçma olay biraz, da olsa moralleri yükseltmişti. Sonra bir cızırtı duyuldu.

 

"Bozkurttan Kartal timine! Bozkurttan kartal timine! Hocaaammm! Aman! Komutanımmm!"

 

Babamın kahkası timle birlikte daha büyüdü. Hey Allahım sen nasıl bir çocuksun!

 

"Evet dinlemedesin!"

 

"İki gün sonra saat gece iki buçuk sularında buradan iki genç götürülücek. Gölgesiz dağından geçecekmiş yolları. Hatırlıyor musunuz?"

 

"Evet. Ne için nereye götürülecekler?" diyerek test ettim kendisini. Ne yapıyorum ben ya! İyice kafa gitti benim.

 

"Bu iki abiyi şu avukatın yanına götürecekler miş? Onun yanında yardımcı lazımmış. Kirli işleri halletmek içinmiş."

 

"Şşş çömez asker. İlyas komutanın daha önce söyledi geç kaldın?" dedi Göktuğ.

 

"Yapma ya!"

 

"Valla öyle?"

 

Babam araya girmeyi tercih etti.

 

"Delikanlı, seni bir adım ileri götürecek bir soru sorucam. Eğer bilirsen İlyas'tan öndesin."

 

"Siz kimsiniz, sesinin diğer asker abilerimden farklı. Tamam peki."

 

"Ben hocanın babasıyım."

 

"Aaa o yıllar boyu olmayan göreve gidip öldü sanılan Albay Haluk Çelikkol mu?"

 

"Evet."

 

"Aaaaaaa. Emredin komutanımmm"

 

Gülmemek elde değildi. Hayır sen bunu nereden biliyorsun. Ah be çocuk sen bu kaderi hak edecek ne yaptın?

 

"Bu gölgesiz dağın neden ismi takma?"

 

"Çünkü geceleyin o dağa hiçbir gölge düşmez, kurtların uluması duyulur. Sessizlik hakimdir. Türk askeri sanki kurtlarla bir bütün olmuş gibi orada yüzlerce teröristi sessiz ve sinsice öldürdüğü için bu ismi teröristler takmış. Gerçi pek işe yaradığı söylenemez. Yine aptalın önde gidenleri. Bu yüzden ismi bu şekilde."

 

"Hm. Aferin. Bir sıfır öndesin."

 

"Hehehe."

 

"Yalnız! Hiç ajan gibi değilsin. Sesin çok yüksek çıkıyor."

 

"Ooo komutanım. Merak etmeyin. Şuan odun toplamaya çıkıldı, ormanın ortasındayım kimse yok."

 

"Olabilir, sen fark etmemişte olabilirsin. Ya varsa?"

 

Bu cümlenin ardından etrafını tekrar yokladı. Emin oldu kimse yoktu. Tam bir şey söyleyecekti ki sustu.

 

"A-a haklısınız. Dikkat ederim. Ee gelecek misiniz? Gösteriyi kaçırmak istemiyorum."

 

Allah'ım gülmekten şimdi kaçırıcam. Berbat günü nasıl da tam tersine çevirdi. Timin de benden farkı yoktu.

 

"Tabi ki oğlum. Ama o kısım senin görevin değil. Hatırlatırım" dedi Yahya abi.

 

"Üfff.Gelemem zaten. O saatte çıkamam gibi görünüyor."

 

"Delikanlı işin sonunda bizle de tanış. Merak ettik seni?" dedi Binbaşı.

 

"Onur duyarım. Hocam aman şey komutanım kalemi öğrendim benim hiç aklıma gelmezdi. Hiç farketmedi kerizler. Neyse. Bir kaç saat önce ee avukatın eşi de geldi. Kim biliyor musunuz? Burcu hocaymış. Ondan hiç beklemezdim. Ama beni buradan çıkaracağını söyledi. Bir de sürekli benden fırsat buldukça özür diliyor. Anlamadım. Neden bana sürekli pişmanlığını söylediğini anlamadım. Bilmediğim bir şey mi var?"

 

Hah bende diyordum ki nerede kaldı içimi sıkan ruh. Bu hayatta ki gülme kotan beş on dk kızım. Biliyorum oğlum biliyorum. Sana söylesem kaldırmazsın ki! Yaptıklarını ben bile kaldıramıyorum.

 

"Biliyorum Ömer. Sonra konuşuruz. Hadi geri dön sen. Tekrar ediyorum zor durumda anında haber veriyorsun. Anlaşıldı mıı?"

 

"Anlaşıldı komutanım."

 

Ses kesildi. Bu sefer acayip bir şekilde öfke duymuyordum. Müthiş bir şekilde yorgun kırgınlık. Yoksa affetmeye mi başladım? Haberim olmadan. Bakışlarımı Burak'a çevirdim.

 

"Senin şu pişman olmuş kızdan haber yok. Sen mi yanlış anladın?"

 

"O kendini göstermeyi sevmez Şeyma biliyorsun. Başka şekilde belli eder. Ama eminim ki hiç normal yolla olmayacak."

 

"Zorla evlendirildi diye duydum doğru mu? Hatta seni istiyormuş."

 

Hayır yani sanane Hüseyin.

 

"Hı evet. Zorla. Zaten tek çocuktu. Annesi vefat ettikten sonra babası verdi işte. Şuan, babası ise orda burda dolanıyor."

 

"Ne zaman vefat etti? Ne zaman oldu?"

 

Bunları yaşadı mı gerçekten? Bana neden söylemedi? Sebeplerini bilsem nefretim azalır mıydı? Bir çözüm yolu illaki bulurdum.

 

"Liseden mezun olduktan sonra. Üç yıl ardından ise evlendi. Tabi adamın bozuk olduğunu sonradan öğrendik. Şuan bir oğlu var küçük."

 

Hiddetlendi Hüseyin. Diğerleri ise sohbete dikkatlerini verip yemeklerini yemekle meşguldü. Babamın yine bilmiş tavırları belli oluyordu. Kolları göğsünde bağlı bildiklerini tekrar dinliyormuş gibi bir tavrı vardı. Gerçi bende öğrenmek istesem bulurdum. Belasını Allah'tan bulsun dercesine hiç te merak etmemiştim.

 

"Oğlum manyak mısın? Madem kızı seviyordun neden hayatını karartmasına sebep oldun?

 

İçinde söylemek istediği çok şey vardı sanki. Çok büyük şeyler. İfade etmenin yolunu bulamıyor gibiydi. Fırtına kopuyor, hissediyor dün gibi ama anlatamıyordu. Döndü geçmiş hayallere. Elindeki çatal elinden düşmek üzereydi. Uyandı daldığı yerlerden. Buruk gülümsedi.

 

"Herkes senin gibi cesur olamıyor Hüseyin? Kendi benliğimi bile bulamamışken onu sevdiğimi... düğününden sonra farkettim. Bana sinyal verdi ama göremedim. Fark edemedim. Acı gerçek, var olmayan kırılgan duvarını yıkarak ortaya çıktı."

 

Sanki onu yenip bir çığ gibi boğdular başka hiç bir yere bırakmadılar. Uzun zamandır illetine yakalanmış zincirleri takırdamışta boğazındaki ilmek daha da boğuyordu.

 

Ortama derin bir sessizlik çöktü. Anılarının arasında Burak tekrar dolaşırken gelen birisi odağı dağıttı.

 

"Şeymaa, aa bölüyor muyum?"

 

Gelen Arif'ti. Duvar gibi adamları görünce şaşırdı.

 

"Kusura bakmayın. Misafiriniz var sanırım. Ben gideyim."

 

"Dur dur. Konuşmamız bitmek üzereydi zaten ne oldu?"

 

"Ee ben bugün okulda değilim. Geziye çıkacaklar. Öğrencilerle Yağmur tek kaldı. Seni çağırmamı rica etti?"

 

"Tamam sen git hazırlanıp geliyorum."

 

"Beklerim sorun değil. Birlikte gidelim."

 

Yani ne gerek var şimdi. Git desem olmaz kal desem olmaz. Nişanlıyım ben arkadaşım. Bir öteye git. Tim ise o sırada ayaklandı.

 

"Biz gidelim Haluk amca. Sohbet ve yemek için sağol" dedi Fırat gayet ustaca bir tavırla. Şuan rütbe ortada konuşulmamalıydı.

 

"Yine gelin oğlum. Hadi Allah'a emanet." diyerek ustaca tamamladı babam.

 

Nasıl gidiyorsunuz siz. Salına salına. Mustafa bir şeyini düşürmüşte eğile eğile yürüyordu. Ece kolundan çekiştirdi. Hayır yani çıkacak kıvılcım ne gibi bir eğlence sizin için anlamış değilim.

 

"Gelsenee beni söyletme şimdi. Yürüü." Kulağına eğilip"Fazla merak iyi değil anladın sen" deyip onu da, bahçeden çıkardı.

 

Ahaaa kaldık dördünüz bahçede.

 

"Hani senin işin vardı lan. Ben götürürüm okula." dedi ponçiğim. Babamın yanına kurulup izlesem mi acaba?

 

"Baba gel biz senle içeri geçelim. Şurayı toplayıp öyle çıkayım."

 

Elini dizlerine tutup kalktı. Benle birlikte bir kaç kap alarak içeri girdi.

Odaya çıkıp siyah kot pantolonumu, üzerine ise dize kadar uzanan lila eşofmanımı geçirdim. Siyah şalımı da örttükten sonra aşağıya indim. Geldiğimde Arif yoktu.

 

"Nereye gitti?"

"Cehennemin dibine. Hadi gidelim."

"Ne yaptın boğdun mu adamı?"

"Öldürmediğime dua etsin. Sakın bana o adamı savunma."

"Savunmuyorum ki. Ne yaptıysan iyi yaptın."

"Şeyma bak! Ne? Gerçekten mi?"

"Evet. Nişanlı olmama rağmen konuşması saygısızlık. Uğraşmak istemedim."

 

Yüzünde memnuniyet hali belirdi. Sonra jeton düşmüş gibi oldu. Saat öğleni geçiyordu ve üç saatlik uykuyla bu havayla ayakta durmak çok büyük bir başarıydı. Dışarısı çok sıcaktı ve sanki tüm güneş erimiş ve gökyüzünden kızgın damlacıklar halinde damlıyordu. Bir an serapta sandım kendimi. Sonra hayatımın en önemli değerli parçası, dağım, güvencem huzur sesi duydum.

 

"Ay parçasıı değerli hanımefendi."

 

"Buyrun pedercim."

 

"Bir çok geç kalınmayacak. İki hastaneye kontrole gidiyorsun. Üç gelirken ilçenin tatlıcısından pişmaniye alın. Niyeyse canım çekti."

 

"Pişmaniye nereden çıktı baba?" dedi Hüseyin.

 

"Sanana lan. Sana mı sorucam. Kızımı en geç saat akşam dokuza kadar oyalarsın. Bir dk geç getir. Bak bakalım ne yapıyorum?"

 

"Oo saygıdeğer kayınpederime ne oldu? Hani oğlundum senin. Kızına gelince ay parçası bize de azar. Allah Allah."

 

Hıh. Kusıra bakma Hüseyin. Ben onun kızıyım. Asla benden vazgeçmez.

 

"O benim biricik kızım. Kusura bakma ama sen ondan sonrasın. Ama yine de şuan sana emanet ediyorum. Hadi hadi. Gidin" deyip pencereden uzattığı kafasını içeri çekti.

 

~~~~~~~~

 

"𝙰𝚊𝚊𝚊𝚊 𝚋𝚊𝚋𝚊𝚊𝚊 𝚘 𝚗𝚎𝚎𝚎?"

 

𝙱𝚒𝚛𝚕𝚒𝚔𝚝𝚎 𝚖𝚊𝚛𝚔𝚎𝚝𝚝𝚎𝚗 𝚌̧ı𝚔𝚊𝚗 𝚒𝚔𝚒𝚜𝚒𝚍𝚎 𝚙𝚒𝚓𝚊𝚖𝚊𝚕ı 𝚎𝚔𝚖𝚎𝚐̆𝚎 𝚢𝚘𝚕𝚕𝚊𝚗𝚊𝚗 𝚋𝚊𝚋𝚊 𝚔ı𝚣 𝚢𝚘̈𝚗𝚎𝚕𝚝𝚒𝚕𝚎𝚗 𝚜𝚘𝚛𝚞 𝚞̈𝚣𝚎𝚛𝚒𝚗𝚎 𝚝𝚊𝚝𝚕ı𝚌ı𝚗ı𝚗 𝚘̈𝚗𝚞̈𝚗𝚍𝚎 𝚍𝚞𝚛𝚍𝚞𝚕𝚊𝚛. 𝙺𝚞̈𝚌̧𝚞̈𝚔 𝚍𝚞̈𝚔𝚔𝚊𝚗ı𝚗 𝚒𝚌̧𝚒𝚗𝚍𝚎 𝚔𝚎𝚗𝚍𝚒𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚌𝚎 𝚌̧𝚎𝚟𝚒𝚛𝚍𝚒𝚔𝚕𝚎𝚛𝚒 𝚜̧𝚎𝚢𝚒 𝚐𝚘̈𝚛𝚞̈𝚗𝚌𝚎 𝚋𝚞̈𝚌𝚞̈𝚛 𝚔ı𝚣 𝚜̧𝚊𝚜̧ı𝚛ı𝚛.

 

"𝙾 𝚙𝚒𝚜̧𝚖𝚊𝚗𝚒𝚢𝚎 𝚔ı𝚣ı𝚖. 𝚂̧𝚎𝚔𝚎𝚛𝚒 𝚢𝚊𝚐̆𝚍𝚊 𝚎𝚛𝚒𝚝𝚝𝚒𝚔𝚝𝚎𝚗 𝚜𝚘𝚗𝚛𝚊 𝚋𝚘̈𝚢𝚕𝚎 𝚎𝚕𝚕𝚎𝚛𝚒𝚗𝚍𝚎 𝚞𝚣𝚊𝚝ı𝚢𝚘𝚛𝚕𝚊𝚛 𝚒𝚙 𝚒𝚙 𝚘𝚕𝚞𝚢𝚘𝚛."

 

"𝚂𝚎𝚗ı𝚗 𝚐𝚎𝚝𝚒𝚛𝚍𝚒𝚐̆𝚒𝚗 𝚑𝚊𝚗𝚒 𝚊𝚐̆𝚣ı𝚖𝚍𝚊 𝚋𝚞̈𝚕𝚞̈𝚌𝚞̈𝚔𝚕𝚎𝚛 𝚔𝚒𝚋𝚒 𝚍𝚊𝚐̆ı𝚕𝚊𝚗 𝚝𝚊𝚝𝚕ı 𝚖ı 𝚌̧𝚘𝚔𝚜𝚊."

 

"𝙷𝚊𝚑𝚊𝚑𝚊 𝚎𝚟𝚎𝚝 𝚘. 𝙽𝚎 𝚍𝚎𝚍𝚒𝚗 𝚋𝚒𝚛 𝚍𝚊𝚑𝚊 𝚜𝚘̈𝚢𝚕𝚎 𝚋𝚊𝚔𝚊𝚢ı𝚖. 𝙱𝚞̈𝚕𝚞̈𝚌𝚞̈𝚔?"

 

"𝙷ı 𝚎𝚟𝚎𝚝 𝚋𝚞̈𝚕𝚞̈𝚌𝚞̈𝚔."

 

"𝙷𝚊𝚑𝚊𝚑𝚊 𝚋𝚞̈𝚕𝚞̈𝚌𝚞̈𝚔 𝚍𝚎𝚐̆𝚒𝚕 𝚋𝚊𝚕𝚘𝚗𝚌𝚞𝚔."

 

"𝙿𝚞̈𝚕𝚘𝚗𝚌𝚞̈𝚔, 𝚊𝚢𝚢 𝚙𝚞̈𝚕𝚎𝚗𝚌̧𝚒𝚔. 𝙾̈𝚏𝚏 𝚋𝚊𝚗𝚊𝚗𝚎 𝚋𝚞̈𝚕𝚞̈𝚗𝚌𝚞̈𝚔."

 

𝙷𝚊𝚑𝚊𝚑𝚊𝚑𝚊. 𝙾𝚐̆𝚐̆𝚐̆. 𝙶𝚎𝚕 𝚋𝚊𝚔𝚊𝚕ı𝚖 𝚋𝚊𝚋𝚊𝚢𝚊."

 

𝚉𝚊𝚝𝚎𝚗 𝚝𝚞̈𝚢 𝚔𝚊𝚍𝚊𝚛 𝚑𝚊𝚏𝚒𝚏 𝚋𝚎𝚍𝚎𝚗𝚒𝚗𝚒 𝚔𝚘𝚕𝚊𝚢𝚕ı𝚔𝚕𝚊 𝚝𝚎𝚔 𝚔𝚘𝚕𝚞𝚢𝚕𝚊, 𝚔𝚊𝚕𝚍ı𝚛ı𝚛. 𝚈𝚊𝚗𝚊𝚐̆ı𝚗𝚊 𝚋𝚞𝚜𝚎 𝚔𝚘𝚗 𝚍𝚞𝚛𝚍𝚞𝚔𝚝𝚊𝚗, 𝚜𝚘𝚗𝚛𝚊 𝚋𝚘𝚢𝚗𝚞𝚗𝚞𝚗 𝚊𝚛𝚊𝚜ı𝚗𝚍𝚊 𝚘𝚝𝚞𝚝𝚝𝚞𝚛𝚞𝚛.

 

"𝙱𝚊𝚋𝚊𝚊𝚊 𝚑ııııı."

 

"𝙺𝚘𝚛𝚔𝚖𝚊 𝚋𝚎𝚗 𝚝𝚞𝚝𝚞𝚢𝚘𝚛𝚞𝚖."

 

"𝙷𝚒𝚌̧ 𝚋ı𝚛𝚊𝚔𝚖𝚊 𝚝𝚊𝚖𝚊𝚖 𝚖ı?"

 

"𝙰𝚜𝚕𝚊."

 

"𝙱𝚞̈𝚕𝚞̈𝚌𝚞̈𝚔𝚝𝚎𝚗 𝚒𝚜𝚝𝚒𝚢𝚘𝚖."

 

"𝚃𝚊𝚖𝚊𝚖 𝚖𝚒𝚗𝚒𝚔 𝚙𝚒𝚜̧𝚖𝚊𝚗𝚒𝚢𝚎𝚖. 𝙷𝚊𝚍𝚒 𝚐𝚒𝚍𝚒𝚙 𝚊𝚕𝚊𝚕ı𝚖. 𝙺𝚊𝚙ı𝚍𝚊 𝚋𝚊𝚜̧ı𝚗ı 𝚎𝚐̆."

 

~~~~~~~~~~~~~~~~~

 

"Canım, nereye daldın?"

 

Bazen en küçük detaylar, en basit anılar bile en anlamlı ve değerli olanlardır. Yine daldık anılara. Onun sevgisi, öğretileri ve hatıraları, benim için sonsuza kadar yaşayacak olan en kıymetli mirasımı oluşturacak. Babamın sesini, gülüşünü, kokusunu hala hatırlarım. O anlar, benim için birer hazine gibi.

 

"Hı, e şey pişmaniye deyince küçüklüğüm aklıma geldi."

 

"Hmm. Ne güzel."

 

Bakma öyle mahzun mahzun.

 

"Hüseyin?"

 

"Senle bugün gezelim mi?"

 

"Vallaha mı?"

 

"Vallaha."

 

"E şimdi okula gitmeyecek miydik?"

 

Doğru ya. Romantikliği arasında telefonum çalar. Tam da zamanıydı.

 

"Efendim Yağmur."

 

Hiç konuşmadan dinledim. Peki yine de ihityacın olursa gelirim dedim ve çağrıyı sonlandırdım.

 

"Ne oldu?"

 

"Kaynanan seviyormuş, etkinliği iptal etmişler çocuklar evlerine dağılmış." Bilmiş tavırla güldü. Bu havasının bende nelerden yan etki yaptığını bilse yine devam eder miydi acaba? :-)

 

"E hadi gidelim o zaman?"

 

Yalnız şehre inersek verilen süreyi aşmış oluruz? En fazla nereye gideriz ki doğuda?"

 

"Merak etme. Seni çok havalı bir yere götürücem."

 

"E hadi bakalım."

 

(Yarım saat sonra)

 

"Pişmaniyeli ponçiğim. Bura neresi tam olarak."

 

Etrafıma bakmaktan dört dönüyordum. Etrafımızda pek te bir şey olduğu söylenemezdi. Sadece bir kaç dükkan ve topraklı yolda bir mahalle vardı. Ve gürültülü mekanları sevmediğimi biliyordu. Yine de kırmamak için bir şey söylemedim..

 

"Gel biraz daha sabret."

 

Yaklaşık beş dakikalık yürümenin ardından büyük bir handa çarşıya geldik. Gürültüye bak. Gerçi çocuğa da kızamam. En iyi buraya getirebilirdi. Gözleri derinliklerde umutla bekleyen çiçek gibiydi. Utangaç halde bakıyordu. Ama öyle dikilirsen nasıl cevap verebilirim.

 

O bakışlara karşı nasıl sert olabilirim.

Sessizce gözlerinin içine bakıp sözcükler hava bulamadan dilime dolanıyordu.

 

"Ee ne bakıyorsun öyle? Hadiii."

 

Elini tuttum. Sanırım bu hareketim yeterli olacak ki gamzeleri yine ortaya çıktı. Bir saatin geçmesinin anılarının birikmesi nin ardından karşıda bir şey vardı.

 

"Aaaa bak. Tatlıcı dükkanı gidelüm mi?"

 

"Pişmaniyeye ne dersin? Babmın siparişini de almış oluruz. :-)"

 

"Hahaha."

 

Gözünde parlayan mutluluk beni de içine çekiyordu.Çarşıdaki renkli tezgahlardan aldığımız hediyeler, birer anı olarak kalacak bize. Geçen dakikalar, güzellikleriyle dolu, sevgiyle sarılmış bir anıya dönüştü.Geçen dakikaları düşündükçe, kalbim bir kez daha ona sevgisini haykırıyordu.

 

Dükkandan çıktıktan sonra burada hiç karşılaşmayacağımı umduğum bir müzik gurubu gördük. Gülerek birbirimize baktık. Her ne kadar beklemesem de içimdeki çocuğun zıpladığını duydum. Gözlerim parladı. Arkamdan bir ses duydum.

 

"Komutanım."

 

Mustafa ile Ece de burada mıymış? Uzaktan el sallayıp yaklaştılar. Noluyor lan! Yoksa siz...

 

"Siz de mi dolaşıyorsunuz?" dedi Mustafa.

 

"Evet. Çarşıda işlerimiz, vardı hem de kafa dağıtalım dedik."

 

"Oo iyi iyi. Hüseyin!"

 

Yanına hevesle bir şey söylemeye gitti. Ben ise Ece'ye yaklaştım. Bilmiş, dalgalı bakışlarımı diktim üzerime.

 

"Bakmayın öyle komutanım."

 

"Bırak rütbeyi şimdi. Hayırdır ne iş. Sen ölsen çarşıya gezmeye falan çıkmazsın."

 

"A-as..."

 

"Sakın bana görev için falan deme her hangi birimizden öyle bir talimat gelmedi, sen de zaten önceden taramıştın buraları."

 

Herhangi bir bahane nin kabul görmeyeceğini anlayınca pes etti. Elindeki dondurmayı diğer eline aldı.

 

"Haklısın. Gezmeye çıktık."

 

"Ve sende kabul ettin öyle mi?"

 

"Evet. Son günlerimiz çok meşgul geçiyor. Belki bir daha fırsatım olmayacak. Diğerleri camış gibi yatmayı tercih etti, seni de rahatsız etmek istemedim tam kendi başıma çıkıcaktım ki o da gelmek istedi."

 

"Bak bu çocuk boş değil ha! Demedi deme."

 

"Üff Şeyma abart. Abart."

 

Tam laf söyleyecektim ki bizimkilerin grubun yanına geçtiğini gördüm. Mustafa gitara, Hüseyin mikrofona geçmişti. Göz kırptı göz kırparak. Şimdiden etrafımıza insan toplanmaya başlamıştı bile. Gruptaki bir arkadaş konuştu.

 

"Evet sıradaki şarkımıza bu arkadaşlarla devam ediyoruz. İstek parçalarını kendileriyle birlikte destek oluyoruz. Hadi bakalım. Haydiiii coşkunuzu görelim. Sizinde eğlenmeye ihtiyacınız var.

 

Akorlar gitardan dökülmeye başladı.

 

" GECELER BOYU SESİNE UYANDIM. "

"SEN SANDIM ELLERE UZANDIM."

"SANA DEĞİL KENDİME KIZARDIM BENN"

"SEN GİDERKEN."

 

"SAYDIMMM KAÇ GÜN OLDU"

" SAYDIMMM KAÇ GECE DOLDU"

"SAYDIMMM HER GÜN AYNII"

" DÖÖNN DÖN İSTERSENNN."

 

Eh be ponçiğim. Sen hangi duamın kabulüsün. Seni haketmek için ne yaptım ben.

 

Sende ne marifetler varmış yaa! Bir ses bir gülüş insana bu kadar mı sevinç verir. Her gülüşü benliğimi hatırlatıyor,içimdeki çocukla gülüp kahkaha atıyoruz be adam. Şuan dünyanın en mutlu insanıyım benn

 

Eyyy dünyaaaa duy sesimi. Sana inat pes etmeyeceğim, etmeyeceğiz. Kendin için değilse bile ponçiğin için kızım kendini topla.

 

Daha fazla dayanamayacağım. Koşarak boynuna sarıldım. Bir yandan elinde mikrofon diğer yanda kolu belime dolandı. Kahkalarım başardığını hissettirince ona da bulaştı gülücükler. Dayanamadım. Bende ona eşlik ettim. Bağıra bağıra aynı mısraları söyledik.

 

"SAYDIMMM KAÇ GÜN OLDUU!"

"SAYDIMMM KAÇ GECE DOLDUUU!"

"SAYDIMMM HER GÜN AYNII!"

"DÖÖÖNN! BEEENN İSTERKENN!"

"DÖNN!"

 

Notalar sustu. Geriye hemen peşinden alkış tufanı yerini aldı. Ama bizim umrumuzda olan sesler değildi. Gözlerimiz buluştuğu anda herkes sessizleşmişti sanki. Bakışları, yıldızların bile kıskanacağı bir parıltıyla parlıyordu ve ırmakların kıyısında açan çiçekler gibi benim kalbime dokundu. Bu sevincini görmek o kadar iyi geldi ki... Kollarım hala boynunda kalmıştı. Farkında bile değildik. Önümüze pembe perde indi sanki.

 

"Ooo neydii beee! Lan Hüseyin, komutanım harikaydınız! Böyle olcaksa Allah'ım beni tutukla aşka vallahi billahi ya."

 

Tabi bunu derken bir yandan da, Ece'ye kitlenmişti. Fakat onun odağı Mustafa hariç her yerdeydi.

 

Sesiyle hiç istemediğimiz halde ayrıldık. Halen daha sırıtıyorduk. Gruptaki konuşmayı yapan arkadaş ve diğerlerinin kısa alkışından sonra uzaklaştık oradan.

 

Bütün heyecanımı, coşkulu, sevincimi ona yönelttim.

 

"O neydi öyle. Sesinin bu kadar muhteşem olduğunu bilmiyordum."

 

"Ee bizimde kendimize göre yöntemlerimiz var. Bilseydim böyle çekirge gibi zıplayacağını daha önceden yapardım."

 

Ece Mustafa'nın kolunu çimdikledi yine. Saklı yaptı ama farkettim. Birkaç kaş işaretinden sonra;

 

"Komutanım biz gidelim yarın için dinlenmemiz gerek size şimdiden iyi geceler."

 

Olumsuz ve baya isteksizce iki yana sallladı başını Mustafa. Ama Ece'nin dediğinden jetonu anlayıp kabul etmek zorunda kaldı.

 

Ece'nin bu huyunu seviyorum.

 

Bazı anların önemini biliyor ve ne yapması gerektiğini geçiriyordu uygulamaya.

 

Ama Mustafa için bunu söyleyemeyeceğim.

 

Tabi ki burada amaç bizi baş başa bırakmaktı.

 

Verilen saati geçmemeye çalışarak eğlenmekle saatlerimizi geçirdik.

 

 

Loading...
0%