Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. BÖLÜM

@hayat_belirtisi34

"Evveet. Saygıdeğer Kartal timi. Paketlemeyi ilk kim yaparsa meşhur su böreğimden yapıcam."

 

Timin kıkırdağını temin edebilirim. Böyle yumuşak huylu komutan olduğum için şükretmeliler. Şimdi nasıl canlarından akıtıcaz ruhlarını görün.

 

Allah'tan bu mesleğin içindeyim. Yoksa kimden öfkemi çıkartıcam. Hazır safoşlar girmiş sıraya komutan bizi harca diyorlar işte.

 

Hay hay. İşime gelir. TSK gururla ve iftiharla sunacak şimdi.

 

"Komutanım! Ben bir tepsi gömerim ona göre!" dedi Göktuğ.

 

Ardından bir şaplak sesi duydum.

 

"Çüş lan. Tek kişilik beygir misin? Açgözlü köpek. Biz de canız burda" dedi Yahya abi.

 

"Ahğ komutanım men indi ne dedim yav!" kısık sesi ve darılan sesi duyuldu Göktuğ'un.

 

Zaten yumuşak huylu olan Yahya bu hareketine kendi de şaşırmıştı. Özleminden olsa gerek, börek ailesini hatırlatmış olmalıydı. Kaç aydır görevdeydiler. Neredeyse bir yıl olacaktı. Kokuları burnunda tütüyordu.

 

"Kusura bakma koçum. Öyle denk geldi" dedi vurduğu enseye eli gitti. Yavaşça dokunduktan sonra tekrar silahını kavradı.

 

"Ohoo kusura bakmayın komutanım. Siz evlisiniz. Yengem yapar size. Biz burda ne nişanlı ne de evliyiz. E anamız da yanımızda değil. Öncelik bekarların hakkı bence" dedi Mustafa.

 

"Mustafa getirtme beni şimdi yanına. Ne derdin var lan bizimle. İyi ki nişanlıyız arkadaş. Hadi bir tarafların yiyorsa Fırat komutanıma da söylesene!" dedi Furkan.

 

"Katılıyorum kardeşim. Hayır yani kız bulamaman bizim suçumuz mu? Seni bu huysuzluk, munzurlukla kimse almaz zaten" dedi Hüseyin. Bu söze darılan Mustafa hemen atladı ortaya.

 

"Nerden biliyorsunuz lan kız yok! Var var da şimdi şöyle ki..."

 

"Kes sesini Mustafa! Şükredin Fırat komutanım yok. Nasıl keserdi sesinizi" dedi Ece.

 

Bir dk burda ben yok sayılıyorum. Yine cıvıdılar ha! Yani illa zıvanadan çıkaracaksınız insanı ha! İlla binbaşı gibi burnunuzdan mı getireyim.

 

"Ben görevi bırakayım tim! Ne dersiniz ha! Fırat komutanınız başa geçsin. Harcınıza karıştırtmayın şimdi beni! Nasıl askerisiniz lan! Bir şeyin de suyunu çıkarmayın. Ders vermeyeli çok olmuş size. Zıkkım yiyin. Kesin sesinizi!"

 

Çıt yoktu. Mikrofonlar bir iki sn sessiz kaldıktan sonra tek bir ses duydum koro halinde.

 

"EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!"

 

Öfkeli derin bir nefes verdikten sonra kulaklığıma uzandım.

 

"Fırat..."

 

Açıldı ve sonunda sesi geldi.

 

"Dinlemede."

 

"Ne durumdasın?"

 

"Güney cephesi sakin henüz hareketlilik yok."

 

Gece suları...

Konum Gölgesiz dağı...

Efsaneler gerçekten hakkını veriyor, dağda hiç bir çıt sesi dahi yok, sadece gece hayvanlarının ve kurtların uluması duyuluyor.

 

"Komutanım avcı olalım derken kurtlara av olmayalım şimdi. Burda hareketimiz de müsait değil şimdi. Nişancı olurken tekrar mı düşünseydim acep" dedi Furkan.

 

Delice bakışlarım ayın ışığında gayet net şekilde göründüğünü düşünüyorum.

 

"Yabancısı değiliz Furkan! Kanında var koçum! Kendine gel!"

 

Hüseyin için ise fırsattı. Ufak kahkası duyuldu kulaklıklardan. Hazır ona da fırsat doğmuştu.

 

"Seni nasıl asker yaptılar anlamış değilim, bu pısırıklık nerden geliyor birader?"

 

Dişleri sıkılı dostunun sesini duydum sonra. Bunlar hiç değişmeyecek.

 

"Hüseyin... Kes sesini!" diye çıkıştı.

 

Ama şimdi gerçekten dalıcam.

 

"Ayrılın lan! İkinizi bir araya koyanda kabahat! Ece Furkan'ın yanına geç. Hüseyin Yahya komutanıma ikiliyorsun hadi! Göktuğ. Tek kişilik ordum benim. Boş olan kuzey cepheye geç"

 

Emir demiri keser misali çıt çıkmadan yerlere geçildi. On dk sonrası nihayet sesler duyulmaya başlandı.

 

Dağın yamacındaki toprak yoldan iki araç geçmeye başlamıştı bile. Öndeki jeepin geçen sefer gördüğü plakayla aynıydı.

 

"Başlıyoruz. Geriye kalanlar dört taraftan sarıyoruz. Furkan, Yahya şimdi..."

 

İki dakıkalık kısa bir zamanda duyduğumuz tek ses araçların patlayan, tekerleriydi.

 

"Sniper olmak için doğmuşuz be Yahya komutanım!" dedi Furkan.

 

Kısık beğenmiş gülüşleri duyuldu. Bu şekilde kendilerini motive ediyorlardı. Saniye farkıyla araçların etrafını sarmıştık bile. Hiç aceleye gerek yok be arkadaşlar... Fikret ve yandaşları araçtan çıkmışlardı, halen daha gençleri görememiştim. Ne olur ne olmaz diğer araca yakın mesafeye geçip Fırat ile yer değiştim. Bakışlarıyla onayladı.

 

O an doğa bize yardım etmek istercesine ışığını çekti yüzeyinden. Zifiri karanlıkta sadece araçların yaydığı ışık vardı.

 

Her birimizin fit bir vücudu olsada Göktuğ hepimizi teklerdi. Sırtından iki köprü geçer, pazularının arasına sıkışan ezilirdi.

 

Yine sessiz bir şekilde etraflarını sarmıştık.

 

Türk askerinin şanındandır, taşıdığı asil kandadır bu heybeti.

 

Avukat bozuntusunun aracından kendisiyle birlikte dört terörist daha çıktı, arkadaki aracı incelediğimde tahminen 19 yaşlarında olan iki erkek genç baygın, yüzlerinde kanla içerisindeydiler. Bir anlık korku dalgası yayıldı her zerreme, acaba öldüler mi diye. Kapılar kitliydi. Peçeli iyice yüzüme yerleştirdim. Zaten açık olan sürücü camından kafayı tutup ağzına mühürledim elimi. Yan camdakini ise Hüseyin halletmişti.Sonra tak! Boynundan işlem tamamlanarak bir komaya koyacak uyku işlemi de tamamladım.

 

"Noluyor lan! Böyle talihi... Niye patladı bunlar! Dağın başında. Zaten hazetmiyorum buradan" dedi Fikret.

 

Etmezsin tabi. Bu sözünü doğrulamak isteyen uzaklarda bir ulumada duyuldu. Şuan içimde parti veriyorum a dostlar. Halen daha fark etmediler. Sonra Fikret'in karşışında Göktuğ'un bedeni ay ışığında belirdi ve heybetli duruşu ay ışığında önüne düşüp gölge oluşturdu.

 

Bu manzarayı beklemeyen Fikret'in nutku tutuldu.

 

"Haass.. Aaa... Kahretsin..."

 

Alttan güldü Göktuğ.

 

"Selamünaleyküm. Gerçi size Allah'ın selamı da verilmez...

 

O şokunu atlatana kadar biz arkada hepsini paketlemiştik bile.

 

Alttan gülümseme attı bizimki. Ve tek vuruş. Tak... O da baygın halde... Şimdi neden bitirmediniz diyeceksiniz.

 

Bunlar lazım arkadaşlar bize. Var mı öyle ölümle mükâfatlandırmak. Daha bitmedi... Ha sonra tabi ki tahtalı köye yollanacaklar.

 

Ay ışığı daha da doğruldu bize. Diğerleri onları araçlara teperken, Hüseyin, ben Fırat çocuklara yöneldik.

 

Sesimin çatallı çıktığını duyduktan sonra anladım.

 

"Hüseyin!"

 

Ufak bir kontrolünün ardından bana döndü. Ufak ve yatıştırıcı gülümsemesini yerleştirdi.

 

"Merak etme iyiler. Baygınlar sadece."

 

"Ohh şükür" dedi Fırat.

 

"Tamamdır komutanım" dedi Mustafa bagajın kapısını kapatırken.

 

Başımla onay verdikten sonra;

"Götürün biz de arkanızdan geliyoruz. Hata istemiyorum..."

 

"Anlaşıldı."

 

İlk araçla onlar giderken gençler ve üçümüz kaldık. Daha ne kadar bekleyecektik. Hayatlarına mahal olacak bu durumun içindeki çocukları ne zaman kurtaracaktık.

 

Beklemek benim için artık zulümden başka bir şey değildi.

 

Sabır...

 

Çoğu kapıyı açan bu ızdıraplı yola tahammülüm yoktu. Yıllar benliğimi zor kurtarırken çoğunu alıp onu da götürmüştü bende. Hemen bitmesini istiyordum, sonrası...

 

Sonrası sessiz sedasız kafa dinlemek.

 

"Hadi gidelim"

 

Tam hareket edicez müthiş insanın bütün benliğini sağır edecek kadın çığlığı duyuldu. Yankılandı dağlarda. Onun sesiyle hayvanlarda şaha kalktı. Hüseyin refleksle önüme geçti.

 

"Noluyor?" dedi Fırat.

 

Sonra da tanıdık bir adamın sesi duyuldu.

 

"Burcuuu! Sakın dur!"

 

"Oğlumm!!"

 

Hüseyin ile birbirimize baktık. İçimize ağır bir yük düştü.

 

"Bu sesler... Hayır"dedi ağzının içinde. Zar zor duydum.

 

Gözüm arabaya gitti. Çocukları burada bırakamazdık. Bagajdaki teçhizatlı neredeyse elli kiloluk çantamı sırtıma geçirdim. Diğerleri de meyletti ki müdahale ettim.

 

"Fırat sen gençleri hemen hastaneye götürüyorsun!"

 

Telsizime uzandım.

 

"Kartal timi ne durumdasınız?"

 

"Yolu yarıladık komutanım"

 

Ardından peşpeşe gelen silah sesleri.

 

"Biri glock tabanca"

Sesim korkudan çok endişeden kısılmıştı artık.

 

Bağlantıdan Yahya yükseldi.

 

"Komutanım! Seslerden biri uzun menzil. MPT-76 nerde olsa tanırım. Ne oluyor?"

 

"Yahya komutanım haklı. Sesi buradan duydum" dedi Furkan.

 

"Sakın! Önceliğiniz görevi tamamlamak. Konumu açık bırakıcam. Hallettikten sonra baktınız ses çıkmadı gelirsiniz. Çabuk olun! Fırat hadiii."

 

"Emredersiniz."

 

Araca binip uzaklaşmaya başladı. Odağımı çevirip sese doğru ilerlemeye gidecekken kolum büyük bir el tarafından kavranmıştı. Baktığımda Hüseyin'in kızgın cam gibi bakışlarını gördüm. Beni tekrar arkasına çekti.

 

Bu yoğun tonunu hiç görmemiştim ve herhalde tekrar görmek istemezdim. Zira öfke ile endişenin karışık kombinasyonu onda hiç iyi tavır yaratmıyordu. Nedense o an yüzünü daha da inceleme fırsatı buldum, kemerli burnu ateş dolu nefes alışverişinden şişip iniyor, kestane gözleri gece ışığıyla derinlemesine bir çukurun karanlığına açılıyor, çenesi gardından dolayı kasılıyor ve garip olan şey ise bu manzara beni kendine çekiyordu. Sanki o an bir asker değilimde bir kız çocuğuymuş gibi korunmaya ihtiyaç duydum. Öyle hissettiriyordu.

 

"Hey buna gerek..."

 

"Tek kelime dahi itiraz etme hakkın yok." Tek komut! Tek söz! Başka bir kelime söyleyemedim. O kadar netti ki.

 

Sesin olduğu yere yönelmeye başladık. Her adımımız sinsice ve sessizceydi. Şuan hafif mühimmat kullanmak daha avantajlıydı. Puskalarımızı iyi bir konumda tuttuk. Çantamı ise yakın bir ağacın uzun eğik dallarının arasına küçük göçüğünün içine koydum. Şuan hareket daha önemliydi.

 

"Nişancıyı görebiliyor musun?"

 

Termal dürbünü gezdirdi Hüseyin.

 

"Kimse yok?"

 

"Nasıl olur? Yahya haklı, olması gerek."

 

Biraz daha ilerledik. Artık iniltili ağlamalar gelmeye başlıyordu. Bunun yanında yumruk,dövüş sesleri de ayırt edilebiliyordu. Az önce yarınlar yokmuşçasına bağıran sesin gücü sönmüştü. Çok kısık çıkıyordu.

 

Sonra... Bir şey hissettim.

 

Yıllar önce bunu tanımıştım. Göğsümde bir düğümün kalbimi arasına alıp sıkıştırdığını hissettim.

 

Hayır şimdi değil. Sırası değil.

 

Anımsadığım şey geçmişte de garip bir duyguydu şimdi de.

 

Kaybetme korkusu... Değer verdiğin birini kaybetme korkusu...

 

Ölülerin temizlendiği yerde sahte babamın gördüğüm cesetin karşısında da rüyalarımda debelendiğim de şey buydu. O an gözüm karardı. Umursamadım.

 

Daha da yaklaştıkça çevresi kısa bitkilerle çevrili orta alana çıktık. Önümdeki perde kalktığında sınırsız bir gökyüzü kanlı bir ay vardı.

 

Hayır...

 

Çocuk, bir erkek çocuğu kanlar içinde yerde yatıyordu. Göğüs boşluğundan vurulmuştu. Başında ise Burcu elini vücuduna bastırmış ağlamakla meşgul, Burak ise tahminen on kişiyi öldürmekle meşguldü. Bir kaç leşte yerdeydi.

 

Bütün zerremi ateş bastı, adrenalini her yerimde hissettim. Hemen harekete geçtik.

 

Hüseyin Burak'ın yanına koştu.

 

"Yettim kardeşim!"

 

Koşarken aldığı teröristin bir kolunu tutup ters takla attırdı ve yere çakıldı. Kalkmasına müsade etmeden alnının çatından vurarak birini temizlemiş oldu. Onlar orada cebelleşirken ben çocuğun yanına koştum.

 

İşte o an Burcu ile uzun zaman sonra göz göze geldik. İlk kez çaresizlik gördüm bakışlarında.

 

Ve sonunda beter olsun diye ettiğim beddua tutmuş olan zavallı günahsız sabiye olmuştu.

 

"Şeyma nolur oğlumu kurtar başka bir şey istemiyorum. Lütfen!"

 

Boğazımda sivri uçlu tasma geçirdiler sanki. O an konuşamadım. Kaldı ki konuşmaya fırsat ta yoktu. Aralarından biri Burcu'ya arkasından koşup avantaj sağlamak istedi ki fırsat vermedim. Tabancamla direk sıktım kafasına.

 

"Aaaaaağğ"

 

Kız bağırıp oğluna siper oldu. Şuan çok büyük bir travma yaşıyordu. Diğerlerinden çok ta ağır hemde. Bu böyle devam edemezdi. Yanına geçip omuzlarını sıkıp, salladım.

 

"Burcuuu! Kendine gel. Biz buradayken bir şey olmayacak. Anladın mı?"

 

Sadece korkuyla başını sallamakla yetindi. Sonra kafası vurduğum adama çevrildi. Tekrar bana döndü.

 

"Şeyma! İyi misin?"

 

"Önüne bak Hüseyin! Hem senin nerde rütben asker!"

 

Önünde olan teröriste yan tekme atıp düşüşüne izin vermeden bir mermi daha sıktı.Sağında ki adamın kolunu sırtına dolayıp arkasından sıkıştırdı.

 

"Bari şimdi yapma be kızım!"

 

Aman bana da laf sokmayı ihmal etmedi. Boğazından öyle bir sıktı ki, boynu pazusunun arasında kırıldı, şah damarını kesti, o da gitti.

 

Burak ise neredeyse bitirmek üzereydi. Ben ise uzaktan belalarını azaltmakla yardımcı oldum.

 

Çocuğa döndüm, Hüseyin kadar iyi olmasamda ilk şah damarını yokladım, nabız vardı ama zayıftı. Çantaya ulaşmak için yerde emek lemek durumunda kaldım, zira ayağı kalksam her ne kadar teçhizatlı olsam da riske değmezdi. Kurşunlar havada uçuşuyordu. İçerisinden steril gazlı bezleri çıkardım, bölgeye bastırdım, ilk yardım setini de yanıma getirdim. Zira şuan yapılabilecek şey buydu. Ön cebimden telsizimi çıkardım.

 

"Kartal beni duyuyor musun?"

 

"Dinlemedeyiz komutanım."

 

"Buraya acil sağlık ekibi gerek. Bir erkek çocuğu yaralı hemen!"

 

"Anlaşıldı. İntikal ediyoruz."

 

"Hüseyin benle yer değiş çabuk! Çocuk daha önemlii!"

 

Birinin kaburgalarını kırınca yer değiştik. Gerisini ben devraldım. Geriye kaldı üç tane. Burak'ı ilk defa böyle görüyordum. Hiç te fena değildi. Gözü dönmüştü her birine acımıyor, kaldırıyordu ortadan. Son kalanı ise nefes yolunu kesip evet vahşice ama gırtlağına kurşunu sıktım. Ve böylece bitmiş oldu.

 

Soluklanan Burak ilk iş Burcu'nun yanına koştu. O an elini kavradı burdayım dercesine.

 

"Fikret senin ölümün benim elimden olucak. Yemin ederim!"

 

Bakışlarında mutlak bir karanlık gördüm. Hiç acımayacağı belliydi.

 

"Yakalandı bile Burcu. Emin ol cezası hafif olmayacak" diyerek temkinlemeye çalıştım. Faydası olduğunu sanmıyorum.

 

Havada helikopterin sesi duyuldu. Yakınlarda iniş yaptı ve havadan inen sağlık ekipleri gerekeni yapıp taşıdılar çocuğu, Burcu'yu ise oğlunun yanına gönderdim.

 

"Hadi çabuk. Detayları sonra konuşuruz. Gelicez. Burak!"

 

Anladı. Minnetle baktıktan sonra peşine takıldı hemen.

 

İkimiz derin bir nefes verdik. Hüseyin başımı okşayarak beni kendisine doğru çekti. Sol elı başımın üstünde, sağ elı belime sarılıydı. Yüzüm ise göğsündeydi.

 

"Ohhh. Çok korktum."

 

"Yine de dilin durmadı ama."

 

Kaşları çatıldı.

 

"Ne! Susmamı mı bekliyorsun!"

 

Hafif gülüp koluna girdim.

 

"Sence buna sebep olan neydi? Fikret'i öldürücem dedi. Bu adam kendi çocuğunu öldürmek istememiştir değil mi? O radde değildir?"

 

"Ahhh bilmiyorum. Geçen gün ikisi konuşurken Fikret yanlarına gelmiş. Baya gergin geçmiş. Furkan anlattı. Buluşmak istemişler. Şu yavrucak kurtulsun da konuşuruz sonra."

 

Ağacın yanındaki çantayı alıp tekrar yola çıktık. Gelen araçla birlikte hastaneye yol aldık.

 

************

 

04:30

Gün doğumunun görünür ışıkları ve altı morlukla dolu gözler...

Aşırı yorgun halde hastane koridorunda...

Herkes bitap bir halde...

Ameliyattan çıkan çocuğun odasının önünde.

Durumu öğrenen Furkan hastaneye gelmiş, geriye kalan tim ise karakolda bizi bekliyordu babamla birlikte.

 

Hüseyin başka bir doktorun arkasında birlikte çıktılar. Hocasıydı galiba.

 

"Merak etmeyin durumu iyi. Ama her ihtimale karşı kontrolde tutucaz. Hüseyin takibi sende."

 

"Peki hocam."

 

O rahatlamış haliyle birlikte duvarla aşağı kaydı. Bizden durumu daha kötüydü. İkisinin de pişmanlıklarının arttığını gördüm ikisinin de.

 

Bütün bu yaşanmışlıkları bir kenara bırakıp yanına gitmeye karar verdim. Fakat hiç beklemediğim bir tepki ile karşılaştım.

 

Vahşet, kanlı gözlerle okkalı bir tokat indirdi Burak'a.

Çocuk buna şaşırmamıştı bile, hatta benden alışmışa görünüyordu. Keşke o kadar burnundan getirmeseydim. Sonra ayağı fırladı Burcu.

 

Aşırı derecede yıpranmış, bitkindi.

 

Bir dk...

 

İlk Hüseyin geldiği zamanda bende deliye dönmüştüm. Kanım o kadar delice akıyordu ki onu orada denizde boğup öldürebilirdim.

 

Ah be Burcu!

 

Ne kadar senle ters düşsek te birbirimize ne kadar çok benziyoruz.

 

"Burcu sakin ol!" deyip omuzlarını sıktım. Engellemeye çalıştım. Fakat izin vermedi. Kurtuldu kollarımdan.

Bağırmaya başladı.

 

"Neden izin verdin sana inanmama!"

 

Burak'ın göğsüne iki eliyle yumruklar savurdu.

 

"Geç kaldığım için özür dilerim."

 

"Sen benim inancımı,(tekrar göğsüne bir yumruk) güvenimi(tekrar), aşkımı(tekrar)kalbimi(tekrar) herşeyimi( tekrar ama daha sert) benden aldın! Neden izin verdin!!"

 

Dizlerinin üstüne düştü. Hıçkıra hıçkıra ağlayıp, umudunu kaybetti sanki. Burak ise onun karşısında çöküp sımsıkı sarıldı, akıtılan yaşları ile destek olmaya çalıştı. Şuan görünmüyordu ama kendi içini yediğinden emindim. Pişmanlığından emindim.

 

Çünkü her ne kadar karakterler farklı olursa olsun insanoğlu aynıdır. Yaşanılan her kötü olay seviyesi ne olursa olsun herkeste acı verir...

 

Gerçekten insan yaşattığını yaşamadan ölmezmiş o an ben bunu gördüm. Boşuna yıllarca birbirimize acı çektirmek ten başka hiç bir şey yapmamışız.

 

Bir zamanlar aynı pozisyonda, yıllarca hastanede yatırılıp kendime gelirken, ilaçlardan uyuşan, ezilmiş ot parçaları gibi olan beynim ile kendimi toparlarken bu ahvaldeydim işte.

 

Burcu'nun bu hali beni maziye götürdü. Acılarım ne kadar derin olursa olsun gömdüğüm yerden çıktı. Alıştığım sıcaklığı hissettim sonra. Hayatımın en ümitsiz anında yetişen nişanlım yine desteğini eksik etmedi. Kolları bedenime dolandı.

 

Burcu ağladı, ben ağladım.

 

Tek yapabildiğim sonsuz hıçkırıklar arasında kesik kesik nefes almaktı.

 

En sonunda bıraktı vücudu onu. Bilinci kapandı. Sevdiğinin kollarına düştü. Onu da götürdüler.

 

Yukarıya doğru bir şey çıkıyordu bende. Bütün solunum yollarımı tahriş edecek şekilde. Tutamadım içimde. En son bıraktığım siyaha yakın kanlı peçeteydi. Midem, bedenim ve ruhum artık kaldıracak durumda değildik. Bu genç yaşta elli yaşındaki beyazlıklara, kalbe sahiptim.

 

"Şeymaa! Hemen sedye getirin buraya çabuk!"

 

"İyiyim Hüseyin... Sadece... ilaçlarıma ihtiyacım var."

 

(Bir kaç saat sonra)

 

Üç saat uyku, bir saat serum aldıktan sonra ponçiğimin ısrarlarını dinlemeyerek tekrar işimizdeyiz.

 

İlter Jandarma Komutanlığı...

 

Geçtiğim masada cesetlerin incelenen adlı tıp raporlarına bakıyorduk.

 

Karargâha patlama düzenleyenlerle aynı kişilerdi.

 

Anlam vermek zordu. Bu kadar tesadüfün bir arada olması normal değildi. İki tim de beraber oturmuş olayı değerlendiriyorduk.

 

"Şöyle bir yandan bakalım, gebertmiş oldunuz komutanım" dedi Kerim.

 

Arif iki elini birden açtı.

 

"Nasıl bile bile bu p** şimdi sizin önünüze mi attı bilerek mi yaptı, tutuklayınca tavrı nasıldı şimdi bunun. Uzun menzil atan nereye kayboldu."

 

"Beklemiyordu komutanım" dedi Göktuğ.

 

Gebertmediğime şükretsin" dedi Burak.

 

Sol bacağını yerleştiği tekli siyah koltukta sallayarak siniri köpürüyordu yine. Oturduğu yer ona batıyordu sanki. Görevi olmasa şuan duracak halde değildi.

 

"Sorguladınız mı?"

Aklımda bir sürü işaret kaldı. Patlamayı düzenleyen Burcu ise kocasının mutlak haberi vardır onu parçalayacağından söz etti. Bu da demektir ki kendi ailesine zarar verecek kadar ileriye gittiğini gösterir. Çok fazla, zaman aralığı yoktu, onların yanından mı geldi yoksa. Kuklanın iplerini tutan kim kim olabilir? Uraz şerefsizinin de aniden ölümü çok şüpheler bırakıyor.

 

Kırıntı kırıntı bilgi topluyoruz. Nereye düştük arkadaş.

 

"Hayır komutanım" dedi Fırat.

 

"Artık anlatacak mısın?" dedim Burak'a. Susup oturması beni cinnetin eşiğine getiriyordu.

 

Ağzını açtı tam kelimeleri çıkacak, içeriye babam ile Yahya girdi. Bakışlarından korkmuyordum değildi. Hemen ayağa fırladık. O denli Keskin bakıyordu ki... Hepimizi bir gözden geçirdi. Herkezin içinden yutkunup küfürler attığına yemin edebilirim. En sonunda bana kitlendi.

 

"Yüzbaşı Şeyma!"

 

Vallahi yandık bu sefer.

 

"Emredin komutanım."

 

Vahşetle Burak'a baktıktan sonra tekrar bana döndü.

 

"Fikret'in sorgusunu sen yapacaksın. Arif paketleri de sen. Furkan da Burcu'yu. Hemen çabuk!"

 

Odadan bir hücumla çıktı. Bizde peşinden. Sonunda sorgu odasına geldiğimizde Ece saydam odanın içindeydi. Ayağa kalktı.

 

"Vaziyet?" dedi babam.

 

"Hâlen aynı, konuşmuyor komutanım."

 

Odağı bana döndüğünde girdim odaya. Masanın başında dalgın bakışlarla döndü. Bu nasıl bir alem. Ne içirdiler sana!

Oturduğumda ilk dk konuşmayıp bakışlarımı diktim.

 

"Boşuna uğraşmayın!"

 

"Hadi canım! Benimkiler ne kadar mütevazi olduğundan bahsetti. İyiliklerin taktire şayan. Köye ve halkına yaptığın yardımlar herkesin dilinde. Senin gibi mütevazi bir avukata yakışıyor mu?"

 

Sesimin tonu gayet te imamı anlatıyordu. Sinir olmuş vaziyette hafifçe sandalyeden kalkıp bana eğilip bakışlarını dikti.

 

"Baskını yapan sizdiniz değil mi? Böyle vahşeti nasıl yaparsınız? Köyü kandıran da sizsiniz demek."

 

Sırıtmadan edemedim.

 

"O kadar belli oluyor mu ya! Tüh işe bak sen! Alındım şimdi bak avukat. Ya arkadaki iki genci nasıl açıklayacaksın gecenin yarısında!"

 

"Durumları kötüleşince hastaneye götürüyorduk bunda garipseyecek ne var?"

 

"Dağın yolundan, tam tersi istikametten öyle mi?"

 

"Hıh biliyorsunuz ki giden yol çalışma altında mecburen dolaşmak zorunda kaldık."

 

Sinir katsayılarım artıyordu artık. Dalga geçiyor şerefsiz. Ayağı fırlayıverdim. O an tek duyulan masaya geçirdiğim yumruğun gürültüsüydü. Üzerine doğru yürüdüm. Hiç istifini bozmadı. Önemli değil. Gerekirse buraya da gömerim. Bu sefer sırıtan oydu.

 

"Oysaki nasıl nahif olduğunuzu bütün köy anlatmıştı. Tam tersiymiş şimdi. Tüh."

 

Önüne eğilip kravatını sıktım, boğarak. Aniden de tutup kendime çektim. Her cümlemi söylerken bir milim daha da sıkıyordum boğazını.

 

"Asla beni bu pozisyona sokma. Nasıl zalim ve acımasız olduğumu rahatlıkla gösteririm. Sabrımı test etme. Tanıdğın en nezaketli ve sevimli insan olabilirim. Bir kez daha sınırlarımı zorlarsan kimsenin bile aklına gelemeyeceği şeyleri yapmak konusunda oldukça yetenekliyimdir."

 

Hemen bırakmadım yakasını. Göz kontağımı ayırmadım. Anlamıştır diye düşünüyorum. Birden yere fırlattım. İki seksen yerde tıkınmakla meşgüldü şimdi. Yerime kuruldum. Öksürdüğü sesini bastırdım. Desibeli yükselttim.

 

"Şimdi ben soruları sorucam sende paşaa paşaa cevap vereceksin. Avukatları pek sevmediğimi söylemişmiydim. Karaktersiz olunca yalan makinesine dönüşüyorlar. Sakın!"

 

Deriiin deriin nefes aldıktan sonra doğruldu. Başını salladı.

 

"Hah şöyle. Şimdi o götüreceğin çocukları hangi pisliğinde kullanacaktın?"

 

"Benim öyle işlerle alakam yok."

 

"Hı yok öyle mi?" Sağ cebimden ufak bir çakı çıkartıp eline sapladım.

 

"Aaaağğğğğ."

 

"Şimdi var mı pekii" daha da ileri ittim.

 

"Aaaağğğğğ dur dur! İstanbul'da kumarhanede ki kadınları kaldırmak için adam lazımdıı. Kaçırılan her kız orada kullanılıp öldürülüyorrr."

 

"Köye ne zaman yerleştiniz,karagahı patlama emri veren,sizin ele başınız kim!!! Uraz p**** kime bağlıydı, kim öldürttü? Çocukları kaçırtan, albay Haluk'u kaçırtan kim? Bunların arkasında kim varr?"

 

Bu sorulardan sonra beti benzi attı. Gözlerinde anlatılmaz bir şey parladı. Dudaklar hareket ediyordu ama kenetlenmişti, kelimelere çıkış vermiyordu. Ses çıkmayınca çakıyı daha da derine ittim.

 

"Aaaağğğğğ!!!"

 

"Konuuşş!"

 

"Söyleyemem. Öldürür benii."

 

"Eğer anlatmazsan ondan önce ben gebertirim seni! Konuş korunacaksın!"

 

"A-albay Metin!!! O o var. Bıraakk! Elimm!

 

"Ne!"

 

 

Loading...
0%