Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. BÖLÜM

@hayat_belirtisi34

"Ne yapıyorsun sen?"

 

Kendine gelmeye başlayan Burcu bütün hiddetini çıkarmak ister.

 

"Ne ne yapıyorum? Sen şuan kimi savunduğunun farkında mısın?" der Fikret.

 

"Ölüyordun az daha manyak!"

 

"Olsun. Yine o adamı senin etrafında görmek istemiyorum. Geldiğinden beri bir şeyler oldu sana."

 

"Ne saçmalıyorsun yine?"

 

"Haksız mıyım? Burcu her ne kadar aramız soğuk olsa da ben senin kocanım farkında mısın?"

 

"Değilsin."

 

Bu kelimenin ağırlığını kaldırmaya çalıştı Fikret. Bazen eşini tanıyamadığını düşünüyordu. Bu kadar nankörlüğü, merhametsizliği olmasını hiç beklemiyordu.

 

"Benim gözümde hiç bir zaman kocam olmadın, olmayacaksın da. Hem sen hangi yüzle geliyorsun buraya. Zaferine bakmak için mi?"

 

"Ben yapmadım. Benimle alakası yok lütfen önce dinle beni. Sizi neden öldürmek isteyeyim!"

 

"Ne haltlar karıştırıyorsun sen? Karşında aptal mı var senin. Bu kadar cani olduğunu bilmiyordum. Hıh gözüme perde inmiş resmen. Hadi kendimi geçtim, insan kendi çocuğunu öldürmek ister mi ya? Ömer... Ondan ne istedin. Niye öldürdün?"

 

"Bak izin ver açıklayayım. Ben bir şey yapmadım.

 

"Tek kelimeni bile duymak istemiyorum" deyip elini havaya kaldırdı Burcu. "Çık git burdan."

 

O sırada kısık bir ses duyuldu.

 

"Anne, baba."

 

"Oğlum" diye önüne atladı Fikret. Fikret'in gözleri oğluna bakarken sevinçle parladı. Kan çanağına dönmüş gözleriyle titreyerek annesi ve babasına bakıyordu. Yatakta güçlükle doğrulmaya çalıştı, ama yaralarının acısıyla inledi ve geri düştü.

 

Burcu, oğlunun sesini duyduğunda tüm hiddeti bir anda uçup gitmişti. Hızla onun yanına koştu ve ellerini oğlunun yüzünde gezdirerek kontrol etmeye başladı.

 

"Canım oğlum, nasılsın? Bir yerin acıyor mu?"

 

Fikret de Burcu'nun hemen arkasından geldi ve elini sıkıca tuttu. "Oğlum, korkma, biz buradayız. Her şey geçecek."

 

Çocuk anne ve babasının yüzlerinde beliren endişeyi gördüğünde gözleri doldu. "Ne oldu bana? Her şey neden böyle...bulanık?" dedi zorlukla.

 

Burcu, gözyaşlarını tutamayarak oğluna sarıldı. "Dinlenir sen geçicek annem. Ben yanındayım."

Saçlarının arasına derin bir buse kondurur. "Annenin kollarında uyumak ister misin?"

 

Kürşad hafif bir tebessümle dolar annesine kendini. Omzuna yaslanır, tekrar yarı açık bilinci kapanıp uyuyakalır.

 

Fikret, karısının gözyaşlarını görünce onun da içi burkuldu. Ancak şimdi, kimin suçlu olduğunu düşünmenin sırası değildi. Şu an önemli olan tek şey, oğullarının hayatta olmasıydı.

 

Burcu, Fikret'e dönüp acı dolu bir bakış attı. "Bu işin peşini bırakmayacağım, Fikret. Oğlumuza kim ne yaptıysa cezasını çekecek. Sen olsan bile..."

Fikret, gözlerinde karısının öfkesini gördü, ama şimdilik sessiz kalmayı tercih etti. "Evet, Burcu. Bu işin peşini bırakmayacağım" diye ekledi, yavaşça.

 

Şuan ne yeri ne de zamanı olmadığının farkında olan Fikret sadece şunu söyledi.

 

"Gerçekleri öğrendiğinde ne yapacağını çok merak ediyorum. Sabırla bekliyicem."

 

(O sırada hastane bahçesinde)

 

Şeyma, Furkan ve Hüseyin hastanenin bahçesinde Burak'ı sakinleştirmeye çalışırken, içlerinde hâlâ çözülmesi gereken büyük bir sorun olduğunu biliyorlardı. Burcu, oğlunu Fikret'ten ayırmak istemiyordu, ama Burak'ın öfkesi ve kırgınlığı da göz ardı edilemezdi. Oturduğu bankta sol bacağını hızlı hızlı hiddetle sallıyor, yüzü kıpkırmızı kesiliyordu. Şeyma, bu durumu Burak'a anlatmanın zamanı geldiğine karar verdi.

 

"Burak, şu an duyguların karışık, ama senin için önemli olan çocuğun iyiliği. Burcu'nun da bir karara varması gerek, ama bu kararı kendi başına vermesi gerektiğini anlamalısın."

 

Burak derin bir nefes alarak Şeyma'ya baktı. "Ama Şeyma, Burcu bu durumda nasıl güvende olabilir? Fikret'e güvenmiyorum."

 

Şeyma, Burak'ın omzuna elini koyarak konuşmaya devam etti: "Anlıyorum, Burak. Ama unutma ki Kürşad'ı eş geçerek hareket edemeyiz. Burcu da onun bu bağı koparmak istemiyor. Bu yüzden dikkatli ve düşünceli olmalısın."

 

Burak'ın yüzünde bir ifade değişikliği oldu. Şeyma'nın söyledikleri, ona düşünme fırsatı veriyordu. Ancak içinde hâlâ bir mücadele vardı. Furkan, Burak'ın yanında durarak ona destek olmaya çalıştı:

 

"Burak, belki de en iyisi Burcu'ya bu kararı kendi başına vermesi için biraz zaman tanımak. En iyi kararı verecektir."

 

Hiddetle ayağı kalktı, kendi etrafında bir tür attı. Ellerini saçlarına geçirdi.

 

"Kafayı yiyicem. E o zaman bu kız niye çocuğa benim bakmamı istedi. Yemin ediyorum kendinde değil."

 

Şeyma anlam veremeyince hepsinde gezindi bakışları. Araya Hüseyin girdi. Tekrar emin olmak için sordu.

 

"Ne istedi ne istedi?"

 

"Haklı. Bende oradaydım. Hiç iyi değildi. Daha fazla dayanamayacağını oğlunu bize emanet etmek istediğini söyledi" dedi Furkan.

 

Hüseyin'in bakışları nişanlısını buldu. Bu sefer gerçekten kınayarak baktı.

 

"Kız gözümüzün önünde eriyor haberimiz olmamış."

 

Derin bıkkınlık bıraktı orataya Şeyma. Gözlerini kapadı bir anlığına.

 

"İkisi de yarım yamalak ya da yanlış anlatıyor. Gerçekten bu da sabır hani... Fikret te karısını dövüyor babası da orası aşikâr. Sorguda kesin reddetti. Darp raporu yok."

 

"E o zaman hangi sebeple uzaklaştırma kararı çıkardı?" dedi Furkan.

 

"Dilekçesinde aile içi çatışma, oğlunun korunmasını ayrıca yaşa dışı yaptığı suçları delilleriyle birlikte mahkemeyle birlikte de sunmuş. Biliyordu demek."

 

"Koymadınız ki öldüreyim!" diye hiddetlendi Burak.

 

Bu sefer hınçla bakmadı, öfkesini gördü Şeyma. Sakince odağını ona dikip;

 

"O zaman delil yetersizliğinden adli kontrol kararı çıkmış ama yine de mahkeme anne için geçici uzaklaştırma çıkarmış. İşin tuhafı...

 

"Ne?" dedi Hüseyin. Hepsi devamını getirmesini beklercesine diktiler gözlerini.

 

"Avukatıyla da görüştüm, anlatmak istemesede ısrar edince sadece vasiyetname bıraktığını söyledi."

 

"Sezgim bu günlerin daha iyi olduğunu söylüyor. Felaket tellahı yaklaşacak diyim size" dedi Furkan.

 

Bir kaç dk sessizlik çöker etraflarına. O sırada hastaneye getirilen Fikret'in olaylı vukuatından sonra jandarmanın tekrar tutuklayarak araca bindirdiğini sıranın Burak'a gelmesini, komutanın çekilmesini beklerler. Burak yüzbaşı ile göz göze gelir. Hem hayal kırıklığı, pişmanlık hem de ümitle başını eğer.

 

"Hiç bakma bunca şahidin içinde sana kıyak geçemem. Sivile saldırdın sonuçta" dedi Şeyma.

 

"Peki komutanım" dedi ve kısa kesti Burak. Uzatmanın manası yoktu.

 

Zaten olayların bağlantısını birleştirmeye çalışmaktan allak bullak olan kafasını sakinleştirmesi gerekiyordu. Fakat son olanlardan sonra bile onu yalnız bırakmayacaktı. Elini omzuna atar askerinin.

 

"Merak etme bırakmam seni" diyerek destekler. Bu hafif dokunuş ve cümle bile bir nebze olsun adamın yüreğine su serper.

 

"Hıh baş belan senle gelecek dostum. Biraz hücrende kafanın etini kemiricem" dedi Hüseyin.

 

Bunu uyuzluğuna değil de moral amaçlı söylediği apaçık belliydi ses tonundan. Bu sefer sinirlenmedi Burak. Sırıttı dostuna. Galiba bu sefer aralarındaki buzlar eriyordu.

 

"Yalnız babam hepimizi haşlayacak haberiniz olsun. Allah'tan konuşmak için gönderdi. Bir günüm de adrenalin olmadan geçsin be! Şuan senin komutanın değilim, git babama hesabını ver."

 

Hepsi alttan gülerler. Şeyma'nın bu mesleki mesafeyi kaldırıp onlarla eski dostluklarında olduğu gibi konuştuğu için sevinirler. Hoşnutsuz gülünç cümle gelir Furkan'dan.

 

"Allah sana sabır versin Şeyma."

 

"Bana niye veriyor oğlum. Asıl size versin. Babam bana pamuk gibidir. Siz kendinize korkun. Allah Allah."

 

"Doğru asıl tırsacak kişi ben olmam lazım" dedi Burak.

 

Ardından jandarmayı eliyle çağırır. Gelenler Burak'ın koluna girer.

 

"Götürün bakalım" diye kollarını da uzatır Burak. Yalnız takmaya gerek duymazlar.

 

"Neden?" der Hüseyin.

 

"Kimin asıl suçlu olduğu ortada. Buna gerek yok" der sağındaki. Diğer jandarma subayı tereddütte kalır.

 

"Ya da taksak mı? Malum az önce biz özel kuvvetlere karşı koyulamayacağını deneyimledim."

 

Sıfat-ü eşgali Burak'ın beğenmiş bir tavır alır.

 

"Muhsin hadi koçum prosedürü yerine getirin. Kimseye ayrıcalık yok hadi hadi."

 

Şeyma'nın bu uyarısından sonra kelepçeleri de takıp yola çıkarlar. Araçlar uzaklaşana kadar sessizlik hakimdi. Bozan tek şey telefon çağrısıydı.

 

"Aa Dilara beni arıyor." dedi Şeyma.

 

Furkan canlandı hemen. Bütün odağını, bedenini kitledi. Hüseyin güldü bu haline.

 

"SENİİ HAYIRSIIZZZ.! NE DİYE AÇILMIYOR TELEFONLARIMM!NASIL DOSTSUN SEN BE! ÖLSEK RUHU DUYMAYACAK! "

 

Bu tiz sesi hoparlör açık değilken bile duydu erkekler. Şeyma dudaklarını gererek hafif uzaklaştırdı telefonu.

 

"KİME DİYORUM BEN!"

 

"Dilara... ben..."

 

"Sus cevap verme bana..."

 

Susar. Çağrıdan derin bir soluk verir geriye. O sırada Furkan kolunu dürtükleyerek hoparlöre almasını söyler. Bu komik diyalog biraz da olsa moralleri yerine getirecekti.

 

"Niye susuyorsun!"

 

"E karar ver sende konuşayım mı konuşmayayım mı?"

 

"Çabuk işini gücünü bırakıp benim yanıma geliyorsun."

 

"Niye ne oldu ki!"

 

"Ne oldu diyor ya? Yeter bunaldım tek başıma dolanmaktan. Bu gidişle evini Hacer teyze düzecek. Kızım sen nişanlı değil misin? Çeyiz düzüyoruz ya hani. Bir hazırlığımız var... Elif denen arkadaşın da hiç anlamıyor bu işten. Sıkıldım, patladım. Birlikte gezip yapıcaz bu işi."

 

Bu tuhaf serzenişin ardından karanlıkta parıldar dişler. Erkekler güler lakin kısa kalır. Zira tek düşünecekleri şey cüzdanları olacak. Hüseyin şu anlık dua etsin ki görevdeler. Furkan Hüseyin'in hizasına eğilip

 

"Valla kız beni soydu soğana çevirdi devrem. Cebimde delik, iflah ettim yav. Kesmemiş bir de seninkisini destek istiyor."

 

"Yapma yav. Dilara bu kadar cellat mıydı?"

 

"Dalga geçme lan! Seni de görcem."

 

"Bunu beni özledin diye yorumladım zira Eda ile nasıl gezdiğiniz geliyor kulağıma."

 

"Evet gıcık. Kaç aydır görevdesiniz. Yalnız kaldık burada. Geçirdiğimiz vakitleri özledim. Ne zaman döneceksiniz?"

 

Bu cümle her birinin yarasına kamçı koydu evirdi çevirdi. Asker olmanın zorluklarından sadece biri fakat en külfeti olanıydı bu. Sevdiklerinizden aylarca ayrı kalıyorsunuz.

 

"Hıh az kaldı merak etme. Biraz daha dişini sık. Gelir gelmez söz ilk senle birlikte eskisi gibi paranın dibine vurcaz."

 

"Söz mü?"

 

"Söz."

 

(Akşamın ilerleyen saatleri)

 

Dolunay tepemizde yükseliyor gecenin yarısına geldiğini bildiriyordu. Apar topar alındığım kamptan İlyas abi tarafından hiç bir açıklama yapılmadan çıkarıldım. Okuldan çıkmış, ormana açılan tek yoldan ilerliyorduk. Ne oluyor ya!

 

"Nereye gidiyoruz?"

 

"Hocanı özlemedin mi?"

 

İyi de söylesen gelirdim zaten. Ne bu fevrilik. Yoksa bu saatte bir şey mi oldu?

 

"Merak etme. Seni çağırdı sadece."

 

Daha da ilerleyerek köye yaklaşıyorduk. Hızına yetişemiyordum.

 

"Ne bu acele İlyas abi? Düzgün anlatacak mısın?"

 

Tarzan gibi yürüdüğü yolda durdu aniden. Nefes nefese gökdelen boyuyla arkasında dizlerim üstüne kaldım. Koca cüssesi bana döndü. Yaklaştı, nizama çöküp yüzüme baktı.

 

"Şu andan itibaren görevine son verilmiş olup gereken emirleri yapmakla mükellefsin."

 

Belliydi zaten böyle olacağı. Kabul etmesi bile mucizeydi.

 

"E daha bir şey yapamadım ki."

 

"Oğlum sen tam olarak ne istiyorsun? En son çocuklardan birini korumak için az daha ölüyordun. Ben sana demedim mi kendi kafana göre hareket etme."

 

"S.. Sen... Hocam biliyor mu peki!

 

" Ya ne sanıyorsun! Her alınan nefesten haberi vardır onun. Ben olmasam bile bilir."

 

"Vaayy hepinizde otomatik mi oluyor bu!"

 

"Ne sandın!"

 

"Şey kızdı mı!"

 

"Evet."

 

Derin bir nefes vermek durumunda kaldım. Haklılardı. Diyecek bir sözüm de olamazdı. Ama ne yapabilirim. Onlar da kurtulmayı iple çekiyor. Onların acısını görünce annem aklıma geliyordu. Babamdan yediği dayaklar... O öldürdü çiçeğimi. İnşallah karşıma çıkmazsın da yoksa ölümün benim elimden olacak.

 

"Ne kaldın öyle hadi hepsi bizi bekliyor"

 

"Geldim... Eee böyle susarak mı gideceğiz."

 

"Sor bakalım aklında ne varsa."

 

"Hocamla nasıl tanıştınız?"

 

Bu sefer durmadı fakat bakışları daldı yürüyerek. Kısa bir flaş bellek gibi gözüktü gözüne sanki.

 

"İyi olmadığı kesin?"

 

"Nasıl yani?"

 

Sustu. İstemedi. Kara gözlerinde anlatılmaz bir şey parladı. Dudakları hareket ediyordu ama kenetlenmişti. Kelimelerin dışarı çıkışına izin vermiyordu.

 

"E şuan bakılırsa pürüzü halletmişsiniz gibi gözüküyor."

 

"Mm evet."

 

"Hadi yaa. Hocamı daha fazla tanımak istiyorum."

 

Görünmeye cesaret eden ışık huzurunu bozdu. Karanlık kırılmaya başladı bir kabuk gibi hafızanın parçalarına ayrıldı.

 

(ON YIL ÖNCE)

(Sahne müziği Dark Obsessions)

 

 

"Efendim büyükbaba."

"Oğlum sana bir konum atıcam, orada bir kız olacak. Yardıma ihtiyacı var. Hemen oyalanma çabuk!"

"Ne, niye dede?"

"Sorgulama. Dediğimi yap. Hızlı ol!"

 

*****************

 

Şeyma, akıl sağlığının ince iplerini yitirdiği o gece, bulutların arasından fırlayan bir ok gibi kendini yüksek bir binanın tepesinde buldu. Karanlığın derinliğinde, yıldızların cılız ışığı bile ona yol göstermekte acizdi. Rüzgarın hırçın öfkesi, içindeki karmaşayı daha da körüklüyordu. Her bir rüzgar esintisi, geçmişin tozlu anılarını taşıyan hayaletler gibi çevresinde dönüyor, ona "Sen yapamazsın!" diye bağırıyordu.

 

Burcu'nun sesi, bir kırbaç gibi zihnini dövüyordu: "Sen beceriksizsin, bu yükü asla kaldıramazsın!" Kaçırdığı kişi Uraz'ın hayali, karanlık bir gölge gibi yanında beliriyor, gözleriyle onu suçluyordu: "Sen asla öyle bir babayı hak etmedin. Yaşamayı bile hak etmiyorsun!" Kendi yansıması ise, bir sis perdesinin ardından, "Sen hiçbir şeye değmezsin," diyerek üzerine çullandı. Bu sesler, zifiri karanlıkta yankılanan çığlıklar gibiydi, içindeki umut ışığını bir bir söndüren zalim fısıltılar.

 

Babasını kaybettikten sonra içindeki boşluk, bir girdap gibi büyümüş, ruhunu karanlık bir uçuruma sürüklemişti. Şeyma'nın aklının duvarları yıkılmak üzereydi; ruhu, dalgaların arasında savrulan kırık bir gemi gibi kayboluyordu. Yüksek binanın tepesinde, gökyüzüne uzanan bir fırtına direği gibi yalnızdı. Sanrılar, üzerine bir karabasan gibi çökmüş, ona kaçacak bir yer bırakmıyordu. Ayaklarının altındaki beton zeminin soğukluğu, içindeki umutsuzluğun donmuş haliydi adeta. O gece, yıldızlar bile Şeyma'nın trajedisini gözyaşlarıyla izliyordu, ama gökyüzü ona merhametini sunmaktan çoktan vazgeçmişti.

 

Babası, hayatının deniz feneriydi, fakat şimdi o ışık sönmüştü. Şeyma, kaybolmuş gemisiyle karanlık denizlerde savrulurken, kendine yol gösterecek bir ışık arıyordu. Fakat bulabildiği tek şey, yankılanan "Sen asla yapamazsın" çığlıklarıydı. Sonunda, bir rüyanın en karanlık köşesine hapsolmuş gibi, aklının kontrolünü tamamen yitirdi. Yüksek binanın kenarına doğru bir adım attı. Bir kuşun kanatları olmadan uçmayı hayal etmesi gibi, boşluğa doğru sürüklendi. O an, zihninde yankılanan "Sen asla yapamazsın" cümlesi, onu derin bir kuyunun dibine çekti. Şeyma, içindeki fırtınanın ortasında kaybolmuş, gökyüzüyle yeryüzü arasında, bir umut ışığı arıyordu. Ama ne yazık ki, gece karanlığında kaybolmuştu.

 

Şeyma, yüksek binanın kenarına bir adım daha yaklaştı. Altında uzanan şehir, gözyaşlarıyla bulanık bir deniz gibi dalgalanıyordu. Rüzgar, saçlarını savururken, halüsinasyonlar birer birer etrafında belirdi.

 

Burcu'nun hayali, çığlık atan bir siren gibi, kulaklarının içinde yankılandı: "Sen beceriksizsin, Şeyma! Bu yükü taşıyamazsın, çünkü sen hiçbir şey başaramadın!" Burcu'nun gözlerinde acımasız bir parıltı vardı, dudaklarından dökülen kelimeler keskin bir bıçak gibi ruhuna saplanıyordu.

 

Şeyma, gözyaşlarını tutmaya çalışarak, "Hayır, öyle değil..." diye fısıldadı. Fakat sesi, rüzgarın uğultusunda kayboldu.

 

Birden, Uraz'ın hayali beliriverdi, yüzünde derin bir keder ve hayal kırıklığıyla. "Şeyma," dedi, sesi bir mezarın içinden gelircesine derin ve yankılıydı, "Beni koruyamadın, beni kurtaramadın. Senin yüzünden öldüm. Senin yüzünden... Sen böyle bir babayı hak etmiyorsun."

 

Şeyma, Uraz'ın gözlerinde babasının sıcaklığını aradı, ama bulamadı. O an, babasının yumuşak gülüşü, sevgi dolu bakışları aklına geldi. "Babam... Ben seni çok özlüyorum," diye inledi, içindeki çaresizlik karanlık bir girdap gibi ruhunu içine çekiyordu.

 

Kendi yansıması geldi tekrar, sanki bir aynanın içinden sıyrılarak karşısına dikildi. Aynadaki Şeyma, baştan aşağı bir umutsuzluk figürüydü. Gözleri boş, teni soğuktu. "Sen, Şeyma," dedi, sesi bir buz gibi keskin ve soğuktu, "Sen hiçbir şeye değmezsin. Sen, babanın sevgisini bile hak etmedin. Sen başarısızsın. Sen hep başarısız kalacaksın."

 

Şeyma, yansımasına baktı ve kendini bir labirentin ortasında kaybolmuş gibi hissetti. "Ama ben... Ben denemek istedim, başarmak istedim," dedi, sesi bir fısıltıdan öteye geçemedi.

 

Yansıması, alaycı bir gülümseme ile karşılık verdi. "Denemek yetmez, Şeyma. Baban seni terk etti çünkü yeterince iyi değildin. Yaşamayı hak etmiyorsun."

 

Bu sözler, Şeyma'nın içine bir kor gibi düştü. Ayaklarının altındaki zeminin kayganlaştığını hissetti, adeta dünya, ayaklarının altından kayıp gidiyordu. Babasının sesi, bir an için fırtınanın içinden ona ulaştı: "Kızım, neden bu kadar kendine zulmediyorsun?"

 

Bu ses, o an onu kurtaracak tek ışık gibi görünüyordu. Şeyma, umutsuzca babasının sesine tutunmaya çalıştı, fakat ses, rüzgarın hırçınlığıyla yok oldu. Babasının ışığı, karanlıkta kaybolmuş bir yıldız gibi sönmüştü.

 

Burcu, Uraz ve kendi yansıması, üç korkunç hayalet gibi etrafında dönüyor, sürekli ona başarısızlıklarını hatırlatıyorlardı. Bir adım daha attı, boşluğa daha da yaklaştı. İçindeki karanlık, dışındaki karanlıkla birleşiyordu. Sonunda, halüsinasyonların sesi koro halinde yankılandı: "Sen yapamazsın, Şeyma. Sen, yaşamak için bile yeterli değilsin."

 

O an, Şeyma'nın aklı karanlık bir deniz gibi üzerini kapladı. Son bir nefes alıp, gözlerini kapattı. Artık ne gökyüzü vardı ne de yeryüzü. Sadece boşluk ve sessizlik. Ve o sessizlik, bir anlığına, tüm acıların son bulduğu huzurun habercisi gibi geldi.

 

Gözlerini kapatarak boşluğun serinliğini hissetmeye başlamıştı ki, aniden bir ses onu geri çekti. Bu ses, tanıdık ve güven verici bir melodi gibiydi. Kardeşi Mert, ellerini ona uzatarak bağırıyordu: "Şeyma, ne yapıyorsun? Lütfen geri gel!" Mert'in yüzü, endişe ve korkuyla doluydu. Küçük kardeşinin, onu yeniden hayata döndürmek için gösterdiği çabayı gördükçe, içindeki boşluk biraz olsun hafifliyordu.

 

Şeyma, Mert'e doğru bir adım attı. "Mert, ben... Ben çok yorgunum," diye fısıldadı, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Mert, gözlerinde yaşlarla ona bakarak, "Ablacığım, biz daha her şeyi kaybetmedik. Babanın gitmesi, bizi bu kadar acıtsa da, senin yanımda olman her şeyden önemli. Lütfen, benim için geri dön," dedi.

 

Tam o sırada, bir başka ses daha duyuldu, bu kez daha derin ve sakin bir tonda. Binanın tepesine çıkmış, tesadüfen orada bulunan genç bir adam, Şeyma'ya doğru yaklaşarak, "Hanımefendi, iyi misiniz?" dedi. "Ben İlyas, burada ne yapıyorsunuz?"

 

Şeyma, şaşkınlıkla bu yabancıya baktı. "Sen... Sen kimsin?" diye sordu, sesi titreyerek. İlyas, hafif bir gülümsemeyle başını salladı. "Ben sadece buradan geçiyordum ve sizi gördüm."

 

Şeyma, gözlerinde yaşlarla önüne eğilip baktı. "Buradan kurtulmak istiyorum, ama çok korkuyorum. Yüksekten çok korkuyorum," diye inledi.

 

İlyas, sakin bir sesle, "Bu korku, sadece sizin zihninizde bir engel. Kardeşiniz burada ve ben de size yardım etmek için buradayım. Şimdi, elimi tutun ve geri dönün. Bu karanlık yer, size zarar verecek," dedi.

 

O anda, Şeyma'nın halüsinasyonları yeniden etrafını sardı. Burcu'nun hayali bir kez daha ortaya çıktı. Bu kez sesi çığlık atan bir siren gibi yankılandı: "Bu adamlara inanma, Şeyma. Sen hep yalnızdın ve yalnız kalacaksın. Bunu sen de biliyorsun." Şeyma'nın zihnindeki karanlık, Burcu'nun sözleriyle daha da yoğunlaşıyordu.

 

Mert, gözlerinde parlayan umutla, "Abla lütfen! Bunu bana yapma. Sen gidersen ben ne yaparım biz ne yaparız? Hadi gel bana lütfen!" diye yalvardı. Şeyma, kardeşinin bu çaresiz hali karşısında bir an durakladı ancak halüsinasyonların etkisi altında, Mert ve İlyas'a öfkeyle bakmaya başladı.

 

"Hayır! Beni rahat bırakın! Siz benim kim olduğumu bilmiyorsunuz! Ben... Ben beceriksizim! Beni yalnız bırakın!" diye bağırarak, Mert'in elini itti. İlyas'a dönerek, "Sen de kimsin? Neden buradasın? Beni kurtaramazsın! Hiç kimse beni kurtaramaz!" dedi.

 

İlyas, Burcu'nun hayalini yok sayarak Şeyma'ya bir adım daha yaklaştı. Kızın perspektifinden tanımadığı çocuk Burcu'nun içinden geçerek yanına yaklaşıyordu.

"Karanlığın seni yutmasına izin verme. Senin içinde, bu karanlığı yenebilecek bir güç var. Korkunu yenmen gerek. Şimdi, elini bana uzat," dedi.

 

Fakat Burcu'nun hayali, Şeyma'nın zihininde yankılandı. "Atla! Sen hiçbir şeye değmezsin, atla!"

 

Şeyma'nın kalbi hızla çarpmaya başladı, nefesi kesildi. Yükseklik korkusu, bir kara delik gibi onu içine çekiyordu. Dengesini kaybetti ve birden boşluğa doğru sarktı. O an, kulaklarında yankılanan Burcu'nun sesi: "Atla! Atla!"

 

Şeyma, kendini boşlukta buldu, gözleri korkuyla dolmuştu. "Babaaa, neredesin? Çok korkuyorum!" diye çığlık attı.

 

*** (Aynı saatlerde)

 

Uzak bir yerde, Şeyma'nın babası rüyasında bu çığlığı duydu ve çaresizce izlemek zorunda kaldı. "Şeyma!" diye bağırdı ama sesi ona ulaşamıyordu.

 

Mert gözyaşları içinde, "Hayır, abla!" diye bağırarak kollarını uzattı. İlyas, hızla yanına koştu ve birlikte Şeyma'yı kollarından tutup yukarı çekmeye çalıştılar. Şeyma, boşlukta asılı kalmış, aşağıda derin bir uçurum gibi görünen şehre bakıyordu. Kalbi deli gibi çarpıyordu, tüm vücudu titriyordu. Halüsinasyonların etkisiyle panik içindeydi ve kardeşi ile İlyas'a çılgınca karşı koyuyordu.

 

Şeyma, dengesini kaybettiği anda kalbi deli gibi çarpmaya başladı ve kendini birden boşluğa sarkarken buldu. Aşağıda şehrin derin bir uçurum gibi görünen yüzeyine bakarken, tüm bedeni korkuyla titredi. "Hayır, hayır! Çok yüksek, çok yüksek çok yüksek çok yüksek!" diye içinden çığlık attı. Nefesi düzensizleşti, gözleri korkuyla büyüdü ve elleri titredi. Halüsinasyonların yankıları, kafasında çığlıklar gibi yankılanıyordu. Zihninde yankılanan sesler, onun korkusunu daha da büyüttü.

 

"ATLAAA!"

 

Tam o sırada, babası uzaktan Şeyma'yı binanın tepesinde tehlikede olduğunu gördü. Göğsü sıkıştı, nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri, kalabalığın içinde maskesinin ardında yaşlarla doldu. Kızının düşmek üzere olduğunu gördüğünde, bütün dünyası sanki paramparça oldu. "Şeyma! Şeyma! Dayan kızım!" diye sessizce fısıldadı, ama sesi kalabalığın gürültüsünde kayboldu.

 

Etrafındaki hengame, izdiham ve kargaşa giderek büyüyordu. İnsanlar çığlık atıyor, birbirini itiyor, ve kaos içinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Babası, kızını kurtarmak için can atıyordu, ama görevini bırakıp kızının yanına gitmesi şüphe çekerdi ve bu onun için büyük sorunlar yaratabilirdi. Metin, endişeyle arkadaşına baktı ve omzuna dokunarak onu sakinleştirmeye çalıştı. "Kendini belli etme. Burada olduğumuzu hisseder ve güçlü durmalıyız," dedi. Ancak, babası kalabalığın arasında sıkışmış bir şekilde, kızına ulaşmak için çırpınıyordu.

 

Kalabalığın arasında bir hareket fark etti. Bu, oğlu Mert'ti. Şeyma'ya doğru ellerini uzatmış, "Abla, lütfen! Geri dön!" diye bağırıyordu. Babasının kalbi bu sahneyi gördüğünde ikiye bölündü. Bir yanda kızını kaybetme korkusu, diğer yanda oğlunun yaşadığı dehşet ve çaresizlik vardı. "Mert, oğlum!" diye fısıldadı, ama sesi kalabalığın arasında kayboldu. Yüreği, iki evladının da tehlikede olduğunu izlerken parça parça oluyordu.

 

Mert, gözlerinden yaşlar akarken, "Ablacığım, ne olur geri dön! Seni kaybedemem!" diye haykırdı. Babası, oğlunun bu çaresiz halini gördüğünde, kalbi daha da sıkıştı. Kendisini, kızını ve oğlunu koruyamamanın acısı içini kavuruyordu. Gözleri yaşlarla dolmuştu, "Allah'ım, ne olur onları koru," diye içinden dua etti.

 

Şeyma, korku içinde boşluğa asılı kalmıştı. Her nefes alışında biraz daha titriyordu. "Baba, neredesin? Beni kurtar!" diye zihninde haykırdı. Halüsinasyonların yankıları kafasında çınlarken, kalbi hızla çarpıyordu. Yükseklik korkusu, bir kara delik gibi onu içine çekiyordu. Babası ise kalabalığın arasında, gözleri yaşlarla dolu bir şekilde, kızının bu korkunç anını izliyordu. Ne kızına, ne de oğluna yardım edememenin çaresizliği içinde kıvranıyordu.

 

Etrafındaki hengame, kalabalık ve kargaşa daha da artmıştı. İnsanlar, Şeyma'nın tehlikede olduğunu fark edip çığlık atıyor, bir yandan da neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Babası, kalabalığın içinde sıkışmış bir şekilde, kımıldayamıyordu. Metin, arkadaşının çaresizlik içindeki halini gördüğünde, onun acısını paylaşarak omzuna daha sıkı sarıldı. "Bana güven, dostum. Kızın ve oğlun güvende olacak," dedi.

 

Şeyma'nın düşüşünü izlerken, babası kendini çaresizlik ve acı içinde buldu. Ne yapacağını bilemez halde, gözlerinden yaşlar akarken, çaresizce kızını kurtarmak için dua ediyordu. "Dayan kızım, ne olur dayan," diye fısıldadı, ama kalabalığın sesi onun fısıltısını bastırdı.

 

Mert, gözyaşları içinde, "Hayır, abla!" diye bağırarak kollarını uzattı. İlyas, hızla yanına koştu ve birlikte Şeyma'yı kollarından tutup yukarı çekmeye çalıştılar. Babası, gözyaşları içinde oğlunun ve yabancı bir çocuğun Şeyma'yı kurtarmaya çalıştığını gördü. Kalabalığın arasından onları izlerken, içindeki çaresizlik daha da büyüdü. "Mert çıkın şuradan hadi oğlum" diye içinden geçirdi.

 

Sonunda, Mert ve İlyas, Şeyma'yı yukarı çekmeyi başardı. Babası, kalabalığın arasında, maskesinin ardında kızının ve oğlunun güvenli bir şekilde çekildiğini gördüğünde derin bir nefes aldı. Ancak içindeki acı ve çaresizlik, hala oradaydı. Kızına dokunamamanın, onu sarıp sarmalayamamanın acısı, içini parçaladı. Hengame içinde, babasının kalbi, sadece çocuklarının güvenliği için atıyordu.

 

****************

 

"Sonra ne oldu?" diye sordu Ömer. Sesinde derin bir hüzün çökmüştü. Kendisinin yüzüne güldüğü ona değer veren hocasının meğer geçmişinin zifiri karanlık olduğunu zorla kurtulduğunu öğrenmişti.

 

İlerleyerek yürüdükleri yolda banka oturmuşlardı. Sohbetin bu kadar uzun süreceğini ikiside tahmin etmemişti.

 

"Sonraa..."

"Hastanenin acil servisinden sonra kaydını yaptılar. Müşahade altına alacaklarmış. Kayıt altına alınacak kadar kendine zarar vermeden kurtarmıştık. O zaman ki aklım işte. Ruhunun komada olduğunu onun da iyileştirilmesi gerektiğini şoktan fark edemedim. O zaman büyükbabamın beni neden ısrar ettiğini anladım. Fakat neden beni yolladığını kavrayamadım. İstese bir tabur yollardı."

 

"Tabur... Deden asker miydi?!"

 

"Mm evet o zaman tuğgeneraldi. Seksene geldi, halen daha gram kaybettiği yok. Tabi şimdi emekli. Sonradan öğrendim ki Haluk komutanımın görevini veren oymuş ve söz vermiş ailesini koruyacağına."

 

"Aaaa. Metin dedin yoksa o da..."

 

"Evet, aynı görevdelermiş."

 

"Niye taksit taksit anlatıyorsun İlyas abi ya. Hocam nasıl iyileşti!"

 

"Kardeşiyle beklerken koridordan iki maskeli önlüklü adam içeri girdi. İlk başta doktor sandım. Ama birinin gözleri hafif şiş haldeydi ve aşırı gergin gözüktü bana. Yanındakinin ise eğilip " Burada daha fazla kalamayız, dikkat çekeriz." dediğini duydum. Şeyma için burada olduğu aşikardı içimdeki şüpheyi azaltmadı. Bir yandan da izliyorum gizlice, bizzat kontrol etti herşeyini. Doktormuş gibi. Sonra yanına çöktü, baktıı öylece. Koridordan Mert diye birinin feryat ettiğini duyunca ayağı fırladı. Annesi de gelmişti fakat bana nazaran ikiside uzaktı. Hemen çıktılar gizlice odadan uzaklaştılar."

 

"Haluk komutandı değil mi?"

 

"Orasını bilemem. Ona sorarsın. Büyükbabam yanından ayrılmamam gerektiğini söyleyince öyle arkadaş olduk tabi. Şimdi ise resmi. Sonrasında ilaçlar, krizler derken zor toparlandı işte."

 

Ömer'in omuzları düştü, ağlamanın bir faydası yoktu. Derin bir nefes çektikten sonra tekrar döndü. Bu sefer farklı bir konu dile getirdi.

 

"Bence Hüseyin abinin yerine senin olman gerekirdi."

 

"O nerden çıktı lan!"

 

"Bilmem. Bu kadar yıl sen yanındaymışsın. Düşününce sırf deden istedi diye kalmışsın gibi görünmüyor."

 

"Saçmalama lan! Bir daha böyle lüzumsuz konuştuğunu duymuyacağım."

 

"Niye Hüseyin abinin muhtarın oğlunu dövmesi gibi seni de süzgeçten geçirmesinden mi korkuyorsun?"

 

"Ne yapmış! Niye!"

 

"Ohooo güya ajan olacaksın. Mustafa abi anlattı. Dur neydi ismii... hah Arif.

Hocamla münasebeti fazla kaçırınca dövmüş bir güzel. O gün bugündür onu geçince yolu değişiyormuş."

 

"Oğlum bu ajanlık değil dedikodu. Dur o Mustafa'ya gününü göstermezsem."

 

"Neyse yapacak bir şey yok zaten ipin ucunu kaçırmışsın Hüseyin abi tutmuş."

 

Dizlerini tutarak hızla banktan kalktı.

 

"Ahhh. Sohbet için teşekkürler. Hadi gidelim."

 

Kalkmadan kolunu tuttu.

 

"Şşş bana bak bu konudan hiç kimseye bahsetmek yok tamam mı? Eğer olursa kaçacak yer ararsın."

 

Sırıttı Ömer. Değişik bir çocuktu ama özünde tam bir delikanlıydı.

 

"Hangi konu, hocamı sevdiğin mi yoksa kurtardığın mı?"

 

"Ulan ben seni... Yok öyle bir şey. Abuk sabuk konuşup benim tepemi attırma."

 

"Yavv tamam tamam yok. Benden sana tavsiye vazgeç. Sana zararı olur bak."

 

Artık dayanamayan İlyas üzerine üzerine yürüdü.

 

"Eceline mi susadın sen."

 

"Tamam tamam. Ben ne duydum ne gördüm. Hadi hadi gidelim."

 

 

Loading...
0%