Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. BÖLÜM

@hayat_belirtisi34

Şeyma, gecenin sessizliğinde, bir gölge gibi karanlığın içinde uyanmıştı. Sabahın ilk ışıkları, henüz uykunun karanlık örtüsünden sıyrılmamış, doğanın huzurunu bozmadan yavaşça yayılıyordu. Şehir, gecenin derin uykusundan uyanmaya başlamış, ama geceye ait son izlerini hâlâ üzerinde taşıyordu.

 

Yüzeydeki bu sessizlik, bir zamanların büyük gölgelerini andırıyor, sanki her şey bir bekleyiş içinde, sessiz bir dua gibi duruyordu. Gökyüzü, çığırından çıkmış bir mürekkep gibi, kısmen koyu mavi, kısmen puslu gri tonlarıyla kaplıydı. Güneş, henüz ufukta belirmemiş, sadece yavaşça yataktan kalkacak olan Şeyma’nın ruhunu ısıtmak için hazırlık yapıyordu.

 

Şeyma’nın adımları, gecenin derinliğinde yankılanan sessiz bir melodi gibi karanlığı delerken, her adımında dünya biraz daha aydınlığa kavuşuyordu. Yorgun gözleri, uyku ve acının birleşimiyle kabaran bir denizin üzerinde yüzer gibiydi. Göz kapakları, uykunun ağırlığını taşırken, her göz kırpışı, gökyüzünün aydınlanmasına eşlik eden bir ritim gibi geliyordu.

Kalan işleri halletmek için sevdiğinin yanından ayrılmak zorunda kaldı. Çantasını aldıktan ve silahını beline geçirdikten sonra yatağın hizasına geldi tekrar. Eğildi.

"Gelicem" elini sımsıkı tuttu. "Pes etme lütfen" dedi.

Sessizlik... Cevabı monitörlerin sesi vermişti. Ağzındaki oksijen tüpü ise sanki onları destekliyordu. İçini akıta akıta yanından ayrıldı.

 

Kapıyı açan Hüseyin’in annesi, gözlerinde derin bir endişe ve acı ile karşılandı. Şeyma, annesinin karşılama şekliyle birlikte, kendisinin de duygusal olarak hazır olmadığını fark etti.

 

“Durumu nasıl?” Hüseyin’in annesi titrek bir sesle sordu.

 

“Stabil, ama bilinci kapalı. Şu an için ne zaman uyanacağına dair bir bilgi yok,” dedi Şeyma, sesindeki kırılganlık fark ediliyordu. “Doktorlar, iyileşme sürecinde çok dikkatli olmamız gerektiğini söylüyorlar.”

 

Kadıncağız gözyaşlarına boğuldu, bir süre sessiz kaldı ve sonra zar zor bir şekilde, “Teşekkür ederim,” diyebildi. Şeyma, kısa bir süre daha orada kaldı ve kadının acısını hafifletmek için elinden geleni yaptı. Ardından, ailesinin evine gitmek üzere ayrıldı.

Köyün kapısı anahtarın çevrilmesiyle gürültüye geldiğini belli etti. Bitik halde postallarını çıkardı. Üstündeki gururla taşıdığı üniforma o kadar ağır geliyordu ki şimdi çıkarıp atmak istedi. Bir adımından sonra başı ve ayağını duvara yaslamış Mete'yi ona bakarken buldu. Kırık bir şekilde gülümsedi.

"Gelmişsin." Gözleri dolu dolu şekilde ellerini havaya kaldırdı, omuzları düştü. "Gittiğin gibi Şen şakrak karşılamayı çok isterdim. Uyuyamadın mı? Ahh sizede oda tutmalıydım. Babam da burada yoruldu. Sonradan aklım çalışıyor."

Duvarda ayrılıp ablasının karşısına geldi. Omuzlarını tuttu.

"Abla... Önemli değil. Seni bekledim. Tıpkı senin küçükken yaptığın gibi."

Kırık bir gülümseme ile cevap verdi. Ardından kardeşi hafif ama destek verircesine sarıldı.

"Korkuyorsun biliyorum. Ama şunu bil ki biz senin yanındayız abla. Hem Hüseyin abi sana bu kadar zor kavuşmuşken bırakacağını sanmıyorum. Öyle olsa birkaç gündür inat etmez direk giderdi değil mi? Kesin adamı sen oyalıyorsundur Bu sefer ne için darlıyorsun acaba? Çikolatan sütlü değil diye mi yoksa hastanedeki meslektaşını kıskanıp küstün mü? Yoksa başka mı?"

Yaşı süzülürken güldürmeyi başarmıştı. Gözlerini devirdi hafi kafasını kaldırıp göğsüne hafifçe vurdu.

"Başını iyi başkayıp sonunu nasıl berbat edebiliyorsun acaba?"

"E yalan mı? Hem o yaşlı suratın biraz gülmüş oldu ne var?"

"Ne ne yaşlı? Hasbama bak sanki sen çok küçüksün. Aramızda beş yaş var beş. Sanki çok genç gibiymiş gibi."

"Tabi ki ben daha gencim. Ayıptır söylemesi Elif'in kulağına gitmesin bir bakan bir daha bakıyor. Öyle yakışıklıyız. Sen kendi derdine yan."

"Bana bak zaten canım burnumda. O muşmula suratını dağıttırma bana."

"Yaşlııı!"

Ayağındaki terliği çıkarıp fırlatacakken başka odaya kaçıverdi.

"Uyuz ne olacak."

Sinirle terliği yere attıktan sonra duş için banyoya gitti.

                            *****

Annesi, gözlerindeki endişeyi gizleyemeyerek, “Kızım, senin hâlâ uykusuz ve yorgun görünüyorsun. Biraz dinlenmelisin,” dedi.

 

Şeyma, “Anne, sadece kısa bir süre dinlenip, sonra karargaha geçmem gerekiyor,” dedi. Annesi kahvaltı masasını hazırlamıştı ama Şeyma’nın iştahı kapalıydı. Yemeği zorla birkaç lokma aldı ama midesi hemen rahatsızlandı. İçinde bir boşluk hissi vardı, her şey daha zor geliyordu.

 

Bu sırada babası Albay Haluk da masaya geldi. “Kızım" deyip gözlerinin içine baktı. Derinlerine indi. Susarak konuşuyordu sanki. Bir kaç dakikanın ardından ikisinin den gözleri dolup dolup içlerine aktı. "Hüseyin güçlü bir adam. Bu zor zamanlarda biz de güçlü olmalıyız,” dedi. Şeyma’nın gözleri dolmuştu ve yutkunarak, “Baba, kendimi çok yorgun ve endişeli hissediyorum. Ne kadar dayanabilirim bilmiyorum,” diye yanıtladı.

 

“Bu dönemde gücünü içsel kaynaklarından alacaksın,” dedi Albay Haluk. “Ama dinlenmek de önemlidir. Önce kendine dikkat etmelisin. Zaten şimdi biz de geçicez hastaneye. Gözün arkada kalmasın. ”

 

Şeyma başını salladı, babasının sözleri biraz teselli bulmasını sağladı. “Tamam, baba. Karargaha geçmem gerekiyor.”

 

Şeyma, ailesinin evinden ayrıldı ve karargaha doğru yola çıktı. Karargaha vardığında, yorgunluk tüm bedeni sarmıştı. Gözlerinin altındaki morluklar, uykusuzluğun izlerini taşıyordu. İçeri girdiğinde, tim üyeleri onun yorgunluğunu fark etti, ama Şeyma bunu gösterme konusunda titizdi.

 

İlk olarak, operasyon sonrası raporlarla ilgilendi:

 

Operasyon Raporları: Şeyma, operasyonun tüm aşamalarını ayrıntılı şekilde inceledi. Hangi stratejilerin uygulandığı, karşılaşılan engeller, kullanılan teçhizatlar ve elde edilen sonuçlar hakkında detaylı bilgiler raporlarına eklendi. Şeyma, özellikle timin karşılaştığı zorlukları ve elde ettiği başarıları vurgulayan noktaları işaretledi.

 

İstihbarat Raporları: Bölgedeki son istihbarat bilgilerini güncelledi. Elde edilen verilerin doğruluğunu kontrol etti ve bu bilgilerin gelecekteki operasyonlarda nasıl kullanılabileceğine dair notlar aldı. Raporları güncel ve doğru bir şekilde hazırlamak, gelecekteki stratejilerin başarısı için kritik öneme sahipti.

 

Personel Durum Raporları: Hüseyin’in hastanede aldığı tedaviyle ilgili güncel durumu ve diğer yaralanan personelin sağlık durumlarını içeren raporları düzenledi. Bu bilgiler, üst düzey yöneticilere rapor edildi ve gerekli sağlık raporları da eklendi.

 

 

Şeyma, tüm bu raporları tamamlamış ve sonuçları dikkatle gözden geçirmişti. Ancak yorgunluk ve uykusuzluk, onun performansını etkilemeye başlamıştı. Bilgisayar ekranına bakarken gözleri bulanıklaştı ve başı döndü.

Burun kemiğini uzun süre tuttu. Gözlüğünü masaya fırlattı. Boynunu esnetirken kapı tıklatıldı. Gelen binbaşıydı. Fark eder etmez ayağa kaltı. Selamını verdi.

"Müsait misiniz yüzbaşı?"

"Estağfurullah komutanım. Buyrun."

Masasının baş koltuğundan kalktı ve Binbaşının karşısına geçti.

"Niye ayaktasınız" deyip elini koltuğa uzattı Arif.

Saygıyla oturmasının ardından sessizlik içinde birkaç dakika geçti.

Arif, “Sizi çok yorgun gördüm. Hüseyin'in durumu nasıl? ” diye sordu, endişeyle.

"İyiyim komutanım sadece biraz yorgunum,” dedi, yorgunluğunu gizlemeye çalışarak. Derin bir nefes verdi. "Halen daha uyanmadı. Bekliyoruz."

“Operasyonda harika iş çıkardınız. Ama kendine dikkat etmelisin. Bu kadar yorgunluk sağlığını etkileyebilir. Haline bak. Hiç dinlendiğin yok” dedi.

"Düşünceniz için minnettarım. Fakat işin büyüğünü siz yaptınız. Başarıyla görevinizi tamamladınız. Sanırım bu şerefli meslek bana göre değil."

Son cümlesi binbaşının kaşlarını çatsamasına sebep olmuştu. İki yana koyduğu ellerini birleştirdi ve biraz önce eğildi.

"Ne demek bu şimdi?"

"Son zamanlarda eski özveriyle görevlerimi yerine getiremediğim kanaatine vardım. Tabi şuan ki durum göz önünde bulundurulduğunda istifa etmem uygunsuz olur. Her şey yerli yerine oturduğu zaman istifa dilekçemi size iletiçem."

Daha da ciddileşti.

"Nereden çıktı bu karar? Herhangi bir şikayet bana iletilmedi?"

Oturduğu koltuktan birbirine bağladığı ellerini sıktı. Başını eğince binbaşı kendi kendine karar vermesine daha da kızdı. Derin sinirli bir nefes verdi.

"Yüzbaşı. Şuan olan bu kötü olay yüzünden ise sizin yetkiniz dışında, beklenmedik oldu. Siz de gayet görevinizi tamamladınız. Amaç çocukları oradan sağ salim çıkarmaktı. Zaten hedefe ulaşıldıysa nasıl yapıldığının ne önemi var."

"Görevlerimden birini ihlal ettim komutanım. Timimin her türlü koordinasyonundan ben sorumluydum. Diğerleri de yaralanabilirdi."

Binbaşı Arif, Şeyma'nın sözleri karşısında hafif bir sinirle kaşlarını çattı. Masaya koyduğu ellerini sıktı ve ileriye doğru hafifçe eğildi.

 

"Bak Yüzbaşı," dedi, sesine kararlı bir ton ekleyerek, "Bu dilekçeyi kabul etmeyeceğim. Ne şimdi, ne de ileride. Senin bu birliğe, bu timdeki askerlere, komutanlarına verdiğin emek göz ardı edilemez. Operasyonda müthiş bir iş çıkardınız, ve evet, beklenmedik bir kayıp yaşamak üzereydik ama bu işin doğasında var. Şu an olan olaylar senin hatan değil. Sen zaten elinden gelenin fazlasını yaptın."

 

Şeyma, başını eğerek gözlerini masanın köşesine dikti. Binbaşı'nın sözleri ona biraz da olsa moral veriyor ama içindeki suçluluk duygusu kaybolmuyordu. Kısık bir sesle, "Yine de ben sorumluydum komutanım," dedi.

 

Binbaşı Arif, derin bir nefes aldı ve sesini biraz daha yumuşatarak devam etti:

"Her sorumluluk bir yük getirir, bu doğru. Ama senin gibi bir subayın bu sorumluluktan kaçması diye bir şey olamaz. Aklından bu saçma fikirleri çıkar. İstifa dilekçeni üst makamlara iletmeyeceğim. Şu anki olaylar üzerine böyle bir karar almak çok yanlış olur. Senin yeteneklerine, tecrübene bu timin hâlâ ihtiyacı var. Kimse senden tüm sorunları çözmeni beklemiyor! İşine odaklan!."

 

Binbaşı Arif, Şeyma'ya daha dikkatli bir şekilde baktı. "Bu olay seni çok etkiledi, farkındayım. Ama her şeyin sorumluluğunu kendine yüklemek seni sadece yıpratır. Bazen, olanları kabullenmek en zor ama en önemli şeydir. Dinlenmen gerekiyor, Yüzbaşı. Şimdi izin almanı öneriyorum, biraz toparlan, sonra tekrar sahada olacaksın."

 

Şeyma, başını salladı, ancak yüzündeki kararlılık değişmedi. "Emredersiniz, komutanım," dedi sonunda, ama içinde hala bir huzursuzluk vardı.

Binbaşı Arif, Şeyma'nın gözlerinde derin bir yorgunluk olduğunu fark etti. Bir an sustu, ardından konuyu değiştirmeye karar verdi. Ciddileşen bir tonla konuşmaya başladı.

 

"Yüzbaşı, bir konuda daha seni bilgilendirmem gerekiyor," dedi ve duraksadı. "Operasyonda hedef aldığımız kişilerden biri... Ömer’in babasıydı."

 

Şeyma'nın gözleri şaşkınlıkla büyüdü, derin bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi. Bir an konuşamadı. "Ömer'in babası mı?" diye sordu kısık bir sesle. "Onun orada olduğunu bilmiyordum."

 

Binbaşı Arif, ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Biz de bilmiyorduk. Operasyondan önce elimizdeki istihbarat sınırlıydı. Ömer’in babası terörist grubun içindeydi ve çıkan çatışmada hayatını kaybetti. Onun terörist olduğu yönünde elimizde net bilgiler vardı, ancak kimliğini operasyon sırasında doğruladık."

 

Şeyma derin bir nefes aldı, bir an sustu ve gözlerini kapattı. İçinde karmaşık duygular fırtına gibi esiyordu. "Ömer… bunu nasıl karşılayacak?"

Binbaşı Arif, Şeyma’nın gözlerindeki derin üzüntüyü gördü. "Bunun senin için zor olduğunu biliyorum, ama bilmen gerekir ki, biz görevimizi yaptık. Ömer’in babası terörist bir gruba katılmıştı. Bu sonuç, onun seçtiği yolun bir neticesi."

 

Şeyma, ellerini sıkıca masanın kenarına koydu. "Ömer... onu çok seven, ailesine bağlı bir çocuktu. Babasının böyle bir yolda olduğunu biliyordu. Çok öfkeli. Ama yine de çok üzülecek. Halen daha köylülerin yanında mı?"

 

Binbaşı Arif, başını hafifçe eğdi. "Evet, halen daha köylülerin yanında, onlara yardım etmek istedi. Geri dönmeni bekliyor. Onun için bu çok zor olacak, ama gerçekler ne yazık ki böyle. O artık geri dönmeyecek. Bu gerçeği kabul ettirmek zor olacak."

 

Şeyma, derin bir iç çekti. "Ömer’i kaybetmemek için elimden geleni yapmalıyım. Onun için bir şeyler yapabilirim belki, ahh önce annesi sonra babası..."

 

Binbaşı Arif, Şeyma’nın bu kararlılığı karşısında başını salladı. Tabi bu durumda senin anlatmak daha doğru olur. Yakın olan sensin. Onda ayrı bir değerin var. Eğer gerekirse de hep birlikte anlatırız. Böyle olmasını istemezdik elbet ama haketti. Bir görseydin sahada ki halini. Bu tür olaylar, operasyonların kaçınılmaz bir parçası. Terörist gruplarla ilişkisi olan herkes, bu riskleri göze alır ve cezasını alır. Bu konuda acıma yok."

 

Şeyma, gözlerini bir noktaya dikerek düşüncelere daldı. "Ömer’e babasının ne olduğunu nasıl anlatacağım? Bu onu tamamen yıkabilir. Bu kadar derin bilmiyordu."

 

Binbaşı Arif, bir süre sessiz kaldı. "Zor olacak, biliyorum. Ama bu süreçte güçlü olmalısın. Bizim işimiz, gerçeği anlatmak ve insanların güvenliğini sağlamak. Geri kalanını zamana bırakmak zorundayız."

 

Şeyma derin bir nefes aldı, duygularını kontrol altına alarak başını kaldırdı. "Haklısınız komutanım. Görevimi en iyi şekilde yapacağım. Ama bu iş, kolay olmayacak."

 

Binbaşı Arif, Şeyma’nın gözlerindeki hüzün ve ağırlığı fark edince sessizliği bozmaya karar verdi. Bir süre duraksadı, ardından gözlerini hafifçe kırpıp rahat bir tavırla konuşmaya başladı.

 

"Şeyma, bu kadar kasılmana gerek yok. Sonuçta fazla yaş farkımız yok, biraz kafanı dağıtmak istemez misin? Uzun zamandır sadece iş konuşuyoruz. Biraz normal bir sohbete ne dersin?"

 

Şeyma, Binbaşı Arif'in bu ani konuyu değiştirme çabasına şaşırmıştı. Ciddi havası biraz dağıldı, ancak üstündeki sorumlulukların ve görevlerin ağırlığı, rütbesi gibi onu hala bağlıyordu. Hafifçe gülümsemeye çalıştı ama resmi duruşunu bozmadı.

 

"Teşekkür ederim, komutanım. Ama malum, görev başında olduğumuz için ciddiyeti elden bırakmamamız gerektiğini düşünüyorum."

 

Binbaşı Arif, gözlerini yere indirerek hafifçe gülümsedi. "Yüzbaşım, bu kadar resmiyete gerek yok. Rütbemizin arasındaki farkın ne anlama geldiğini biliyorum ama biz de insanız. Aramızda fazla yaş farkı yok, iki eski dost gibi bir süre sohbet etsek fena olmazdı."

 

Şeyma, bu sözlerin ardından biraz rahatladı, ama hala içine sinmeyen bir şey vardı. "Haklısınız komutanım, ama rütbe... hem de şu anda sohbet etmemizin uygun olmayacağı bir gerçek," dedi biraz tereddütle.

 

Binbaşı Arif, gülümseyerek başını salladı. "Evet, doğru söylüyorsun. Rütbelerimizi hiçbir zaman tamamen unutamayız. Ama yine de bazen insanın biraz gevşemesi gerekiyor. Üzerimizdeki bu yük her zaman hafif değil."

 

Sonra, Şeyma’nın gözlerine daha dikkatli bakarak bir an duraksadı ve farklı bir konuya geçti. "Babandan çok bahsediyorlar. Onun da emekliye ayrıldığını duyduğumda şaşırmıştım. Hep güçlü ve kararlı bir askerdi, sen de ona çekmişsin gibi görünüyor. Babana küçükken nasıl davranırdı? Sık sık disiplinli mi olurdu?"

 

Şeyma, babasıyla ilgili konuşulduğunda yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. O an, geçmişe dönüp tatlı bir anıyı hatırladı. Gözleri biraz daha yumuşadı ve aralarındaki resmi hava dağılmaya başladı.

 

"Babam… o her zaman disiplinli biriydi, ama aynı zamanda çok da yumuşak bir kalbi vardı. Küçükken ona bakarken bile hep güçlü durmaya çalışırdım. Bir keresinde, beş yaşlarındayken, gizlice onun üniformasını giymiştim. O kadar büyük gelmişti ki kollarını sürüyerek yürüyordum," dedi gülerek.

 

"Annem beni görüp gülmüş, ama babam o sırada çok ciddi bir görevden yeni dönmüştü. Beni öyle görünce önce şaşırdı, ama sonra yanına gelip beni kucakladı. O an hiç unutmam; bana, 'Bir gün sen de bu üniformayı giyer misin acaba? Ama şimdi daha küçüksün, büyümen gerekiyor,' dedi. O an, asker olmanın ne kadar önemli bir şey olduğunu anlamıştım. Ve galiba gerçekten ona çekmişim."

 

Binbaşı Arif, Şeyma'nın anlattığı bu tatlı anıyı dinlerken gülümsedi. "Görüyorum ki, gerçekten ona çekmişsin. Hem disiplinli hem de içinde derin bir sevgi barındıran biri olmuşsun. Ama o küçüklük anıları... insanın içine öyle bir yer ediyor ki, hiçbir zaman unutulmuyor."

 

Şeyma, hafifçe başını salladı. "Evet, komutanım. Babamın bana bıraktığı miras, her zaman omuzlarımda bir yük gibi. Ama aynı zamanda gururla taşıdığım bir yük. O yüzden bu mesleği seçtim, tıpkı onun gibi."

 

Binbaşı Arif, bir an duraksadı ve daha yumuşak bir ses tonuyla, "Babanla çok şanslıymışsın. Onun seni bu şekilde desteklemesi büyük bir şey. Sen de onun gibi kararlı ve sağlam birisin. Ama unutma, bazen insanın da dinlenmesi gerekir," dedi.

 

Şeyma, hafif bir tebessümle başını eğdi. "Haklısınız komutanım. Bazen bu kadar yük altında insan kendi duygularını bile unutuyor."

******

Binbaşı Arif'in odadan çıkışının ardından Şeyma, masadaki dosyaları hızlıca toparlayıp derin bir nefes aldı. Zihnini toparlamaya çalışıyordu. Odasında geçirdiği kısa süre, ona biraz rahatlama sağlamıştı ama görevlerin baskısı hâlâ omuzlarındaydı. Elindeki son istihbarat raporları, önündeki bir sonraki zorlu görevi gösteriyordu. Kartal Timi'nin bulunduğu odaya yöneldi, sert ama kendinden emin adımlarla ilerledi.

 

Toplantı odasına girdiğinde, tim üyeleri masanın etrafında çoktan toplanmıştı. Şeyma içeri adım attığında hepsi ayağa kalktı ve saygıyla selam verdi. Şeyma karşılık vererek onları oturmaları için işaret etti. Masanın başına geçip dosyaları önüne açtı.

"Mustafa, şifreleri çözdünüz mü?"

"Az kaldı komutanım. Bir çok parçayı oturttu fakat çözülemeyen bir kaç husus var. Yalnız..."

"Çözsek te..."

"Teyit etmek zorundayız. Biliyorum."

Onaylayarak başını salladı ve toplantıya başladı.

"Arkadaşlar, önemli bir istihbarat aldık," diyerek söze başladı. Sesi her zamanki gibi sert ve kararlıydı. "Demir Şahin’in yakında bir balo düzenleyeceği ve bu baloya şirketin tüm yatırımcılarının, hatta yurtdışındaki bazı ortaklarının da katılacağı bilgisi elimize ulaştı. Bu, bize önemli bir fırsat sunuyor."

 

Tim üyeleri sessizlik içinde dinlerken, Şeyma konuşmasına devam etti. "Bu balo, hem operasyonel hem de istihbari açıdan büyük önem taşıyor. Çünkü orada bulunanların bir kısmı, terörle doğrudan veya dolaylı bağlantıları olan kişiler. Demir Şahin'in neyi planladığını çözmemiz gerekiyor."

 

Ekibin bir üyesi, Şeyma'nın söylediklerini sindirirken Yahya elini kaldırarak söz aldı. "Komutanım, baloya sızma operasyonu düzenlemeyi mi düşünüyorsunuz? Böyle bir ortamda bu kadar dikkat çekici bir operasyon nasıl yürütülebilir?"

 

Şeyma, gözlerini ekibin üzerinde gezdirdi. "Haklısınız, bu riskli bir operasyon olacak. Ancak elimizdeki bilgilere göre, baloda yüksek güvenlik önlemleri olacak. İçeriye sızmak zor olacak, ama imkânsız değil."

Kaşlarını çattı bir an. Sonra ise bilmiş bir tavırla gülümsedi.

"Kim bilir belki de davet ediliriz. Özellikle şirket yatırımcıları ve yabancı ortaklar baloda kilit nokta olacak."

 

Göktuğ söze girdi. "Bu kişiler arasında kimlerin bizimle iş birliği yapabileceğini biliyor muyuz? Yani içeriden bilgi alabileceğimiz kimse var mı? Yoksa iş başa mı düşecek."

 

Şeyma, aldığı son istihbarat raporuna göz atarak cevapladı. "Henüz bu konuda net bir bilgi yok, ama birkaç kişi şüpheli pozisyonda. Özellikle uluslararası ortaklardan bazıları, Demir Şahin'in yasa dışı operasyonlarını destekliyor olabilir. Ancak bu konuda somut delillere ihtiyacımız var."

 

Furkan "Komutanım, Demir Şahin'in kendisi de orada olacak mı?" diye sordu.

 

Şeyma, başını sallayarak cevap verdi. "Evet, kambersiz düğün olur mu hiç! Bu da onun hakkındaki planları uygulamak için nadir bir fırsat. Ancak, planlı ve dikkatli olmalıyız. Orada herhangi bir hata, hem bizi hem de misyonumuzu tehlikeye atar."

 

Tim üyeleri, bu durumun ağırlığını kavrayarak birbirlerine kısa bakışlar attı. Sessizlik birkaç saniye sürdü, ardından Şeyma kararlı bir sesle devam etti. "Amacımız baloya sızıp, Demir Şahin'in planlarını öğrenmek. Eğer fırsat bulursak, onu alıp çıkartmak. Ancak bu iş çok dikkatli ve hassas bir operasyon gerektiriyor."

 

Ece"Komutanım, baloya nasıl sızmayı planlıyoruz? Kılık değiştirerek mi, yoksa içeriden bir bağlantımız mı var?"

 

Şeyma elindeki dosyayı kapatıp masaya bıraktı. "Kılık değiştirme seçeneği üzerinde duruyoruz. Belki de gerek kalmaz. Ancak içeride bizimle iş birliği yapabilecek birkaç bağlantı bulmaya çalışıyoruz. Bu süreçte daha fazla bilgi toplamak için istihbarat birimlerine de baskı yapacağız. Güvenli bir yol bulmalıyız."

 

Toplantı, stratejiler ve olası senaryolar üzerinde yoğunlaştı. Her biri, balonun güvenlik durumu, içerideki kişi profilleri ve operasyonun nasıl yürütülebileceği konusunda fikirler sundu. Şeyma, her bir detayı dikkatle dinleyip değerlendirdi.

 

Son olarak, tim üyelerine bakarak konuşmasını bitirdi. "Bu görev bizim için kritik önemde. Herkes görevine odaklanmalı ve en küçük ayrıntıyı bile gözden kaçırmamalıyız. Hazırlıklarımıza hemen başlayacağız. Bu, Kartal Timi için sıradan bir görev olmayacak. Hepinizden tam bir disiplin ve dikkat bekliyorum."

 

Toplantı sona ererken, herkes ayağa kalktı ve Şeyma’ya saygıyla selam verdi. Şeyma, toplantı salonundan çıkarken sorumluluğun ağırlığını bir kez daha hissetti. Kartal Timi’nin bu zorlu göreve hazır olduğunu biliyordu, ama her şeyin kusursuz gitmesi gerekiyordu.

 

 

Ancak uykusuzluk ve halsizlik, konsantrasyonunu ciddi şekilde etkiliyordu. Tim üyelerinin raporlarını dinlerken başı ağrıyordu, gözleri kapanıyor ve zaman zaman odadaki ışıklar bulanıklaşıyordu. Timin lideri olarak, zayıf olduğunu göstermek istemediği için profesyonel bir tutum sergilemeye çalıştı, ama yorgunluğu gitgide daha belirgin hale geldi.

*********

Günün sonu yaklaşırken, karargahtan çıkıyordum. Vücudum o kadar yorgundu ki her adımım bir çöküş gibiydi. Hastaneye gitmem gerekiyordu; Hüseyin oradaydı, ama bu kadar yorgunlukla tek başıma gitmek neredeyse imkânsızdı. O sırada İlyas’ı fark ettim. Her zaman olduğu gibi, sessiz bir dikkatle bana bakıyordu. İlyas... Sessiz bir aşkın taşıyıcısıydı belki, ama o sınırı hiç geçmemişti. Sessizce bana yaklaştı, yumuşak bir sesle konuştu.

 

“Şeyma, seni hastaneye bırakayım. Yorgunsun, tek başına gitme,” dedi. Sesi sakindi, ama içindeki endişeyi gizleyemiyordu.

 

Bir an duraksadım, gözlerimi kaçırdım. İlyas’ın bu nazik yaklaşımı, onun hissettiklerini görmezden gelmemi zorlaştırıyordu. Ama bu durumun üzerine gitmek, şimdi hiç gücümün yetmeyeceği bir şeydi.

 

“İlyas, gerek yok. Yani... kendim giderim,” dedim, ama sesim bile inandırıcı gelmedi. Gözlerimden yorgunluğumu anlamış olacak ki, bir adım daha yaklaştı.

 

“Şeyma, lütfen. Birlikte gidelim. En azından yalnız olmazsın,” diye ısrar etti. Bakışlarında derin bir samimiyet vardı, ne kadar mesafesini korusa da, bana zarar gelmesini istemeyen o incelikli bakışı beni rahatlatıyordu.

 

İçimden bir derin nefes çektim, omuzlarım düştü. “Tamam,” dedim yorgun bir teslimiyetle. “Birlikte gidelim.”

 

Yolda yürürken, ikimizin arasında o tanıdık sessizlik vardı. İlyas’ın yanında olmak bana bir tür güven veriyordu, ama yine de aklımdaki düşünceler, yükler altında ezilmiş gibiydi. Derin bir iç çekip, sessizliği bozarak sordum.

 

“Ömer... Ömer’i gördün mü? Öğrencim,” dedim, sesim titrek ve kaygılıydı.

 

İlyas bir an bana baktı, sonra başını hafifçe sallayarak cevap verdi. “Evet, gördüm. Seni sorup durdu. Merak ediyor ama ona bir şey anlatmadım.”

 

Başımı salladım, dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi. Ömer’in beni merak ettiğini bilmek, içimde bir sıcaklık yaratmıştı. Ama yine de bu his, yorgunluğun ağırlığı altında hızla kayboldu.

 

Bir süre daha sessizce yürüdük. Ne konuşacak ne de düşünecek halim vardı. Zihnimde sadece Hüseyin’in görüntüsü dolaşıyordu. Onu orada, hastanede görme fikri bile beni mahvediyordu.

 

Hastaneye vardığımızda, sanki tüm enerjim tamamen tükenmişti. Kapıdan adımımı atarken, gözlerim kararmaya başladı. Dizlerim titredi, dünya dönüyordu, bense o dönme hızına yetişemiyordum. Sanki zaman durmuş, ben o duraksayan zamanın içine hapsolmuş gibiydim. Ruhumun bedenimden yavaşça sıyrıldığını hissettim, adeta bir boşluğa düşüyordum.

 

Bayılmak... Bu kelime bile hissettiğimi anlatmaya yetmezdi. Bu, sanki bedenimin içinde yankılanan bir sessiz çığlıktı. Her şey yavaşça kararıyordu, suyun derinlerine çekilir gibi... Dalgaların altında kalmıştım, nefes almak imkânsızdı.

 

Gözlerimi açtığımda, etrafımda insanlar toplanmıştı. İlk gördüğüm, babamın ve İlyas'ın yüzüydü. İkisi de korkmuş şekilde bakıyordu. Yattığım acilin yatağında serumlu kolumu yüzüme götürdüm.

"Komutanım!"

"Ay parçam."

"Baba... herkes nerede."

"Akşam olunca her birini yolladık. Cahit ile ben kalmıştım."

Gırtlağıma kadar dolmuştum. Tutuğum yaşlarım durmuyordu. Sesim titrek ve biraz da öfkeli çıkmıştı.

"Sen niye gitmedin. Neden böyle yapıyorsun. Neden benimle birlikte perişan oluyorsunuz. Biraz anlayın beni ya. Fedakarlıklarınıza değil size ihtiyacım var. Yanında olmana ihtiyacım var. Yorularak beni daha da üzüyorsun. Neden böyle herkes kafasına göre hareket ediyor. Biraz beni dinleyin. Seni de mi tekrar kaybedeyim. Yine o korkuyu acıyı mı taşıyayım baba. Yapma lütfen bunu yapma."

Sözlerimin ardına sakladığım hislerin peş peşe dışarı çıkıyordu. Artık kendime bile hükmüm yoktu. Bırak çevremdeki herkesi vücudum bile beni dinlemiyordu.

"İlyas. Sen karargaha geç. Ben burada zıbarırken çocuklar çalışıyor. Onlara destek lazım. Söyle onlara bir haftaya kadar izinleri var. İstedikleri kadar kullansınlar. Sen de dahil."

Bu ani iniş çıkışlarım ikisini de şaşırtmıştı. Babam kaşları çatık bakıyor, İlyas ise bilmez bir halde ikimizin arasında gidip geliyordu.

"E-emredersiniz komutanım."

Bir süre sessizlik içinde kaldım, başımı yastığa gömüp gözlerimi kapattım. İçimde büyüyen boşluk o kadar derindi ki nefes almak bile zor geliyordu. Duygularım o kadar yoğundu ki ne hissettiğimi bile ayırt edemiyordum. İçimde biriken gözyaşlarına engel olamadım. Sessizce ağlamaya başladım. Sadece o sessizlik, yalnızlık ve içimde büyüyen tarifsiz acı…

 

Zaman ne kadar geçti bilmiyordum. Belki bir saat, belki daha fazla. Ama sonunda gözyaşlarım tükenmiş gibi hissettim. Boğazım kurumuş, gözlerim yanıyordu. Derin bir nefes aldım, ama içimdeki o boşluk dolmamıştı. Hala Hüseyin’i düşünüyordum. Onun için hiçbir şey yapamamak, bu çaresizlik hissi beni mahvediyordu.

 

Zorla doğruldum, başım dönüyordu. Dizlerim titriyordu ama ne olursa olsun kalkmam gerekiyordu. Hüseyin’in yanında olmalıydım. Onu yalnız bırakmamalıydım. Yavaşça yatağın kenarına oturdum, ellerimle yüzümü ovuşturdum. Aynada kendime baktığımda solgun, bitkin bir kadın gördüm. Ama bu halime bile aldırmadım.

Kırmızı alana alındığım müşahade altında yaklaşan hemşireler ve babam yine yine yine izin vermediler. Yeter diye feryat figan bağırasım vardı. Anlamıyorlardı. Onun yerine benim ölmek istediğimi anlamıyorlardı. O kadar bitap haldeyim ki ne kadar geçtiğini bilmediğim zaman diliminde tekrar uyutuldum. Gözümü açtığımda saat akşam sekizdi. Biraz iyiydim. Bu sefer kimse engel olamayacaktı bana. Kabul etmeyen sağlık görevlilerini reddedip imzamı atıp çıktım o acilden. Yukarı onun yanında olmalıydım.

Bir an duraksadım, ayaklarım beni taşıyacak mıydı bilmiyordum. Dizlerim güçsüzdü ama yine de zorla kalktım. Yürümek bile işkence gibi geliyordu, her adımda başım döndü, vücudum sanki kendini taşımayı reddediyordu. Ama pes edemezdim. Kapıya yöneldim, kapının koluna sıkıca tutunup açtım. Koridorda yalnızdım, birkaç adım attım. Hüseyin’in odasına gitmek istiyordum, ne pahasına olursa olsun.

 

Acilin sürgülü kapısından dışarı çıktığımda babamı koridorun sonunda gördüm. Derin bir nefes aldım, göz göze geldik. Hemen yanıma geldi, gözleri endişeyle doluydu.

 

“Şeyma, nereye gidiyorsun?” dedi sert bir şekilde. “İyi değilsin, biraz dinlenmelisin.”

 

Başımı kaldırıp ona baktım, gözlerimdeki kararlılığı gördü. “Hüseyin’in yanına gitmem lazım, baba. Onu yalnız bırakmam.”

 

Babam bir an için tereddüt etti, ama sonra kesin bir kararlılıkla yanımda durdu. “Hayır, Şeyma. Bu durumda seni bırakmam. Nasıl çıktın sen!”

 

Sesindeki otoriter ton beni duraklattı, ama aynı zamanda onu dinlemeye de zorladı. “Ama...”

 

“Yeter! Artık dinlenmen gerekiyor. Bu halinle kendine zarar veriyorsun,” dedi, sesi yüksek ve netti. “Hüseyin’in yanında olmalısın, ama senin sağlığın da önemli. Önce kendine gelmelisin.”

 

İçimdeki dirençle birlikte başımı eğdim. Babamın kararlı tavrı, yorgunluğumla birleşince beni sessizliğe itti. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Babamın beni destekleyici bir şekilde kolları arasında, onu dinlemekten başka çarem kalmamıştı.

 

Yavaşça geri çekildim, babamın desteğiyle yürüdüm. Odanın önünde oturdum, başımı ellerime koyarak gözyaşlarımın yeniden akmasına engel olmaya çalıştım. Babam yanımda duruyordu, endişesi gözlerinden okunuyordu. Hüseyin’in odasında o beklenen sessizlik yine kuruldu. İçimdeki sıkışıklık ve endişe, odaya yayılmıştı, ama bu sefer yalnız değildim. Babamın yanında, onun desteğiyle bir nebze olsun rahatlamıştım.

 

Babamın yanımda olduğu o kısa an, bana biraz güç vermişti. Ama içimdeki kaygı bir türlü dinmiyordu. Hüseyin’e gitmem gerektiğini biliyordum. Ona ihtiyacım vardı; sadece onu görmek, nefes aldığını bilmek için bile olsa… Yine de babamın sözleri aklımdan çıkmıyordu: “Önce kendine gelmelisin.Bir süre sessizlik içinde kaldım, başımı yastığa gömüp gözlerimi kapattım. İçimde büyüyen boşluk o kadar derindi ki nefes almak bile zor geliyordu. Herkes gitmişti, ama odanın duvarları üzerime çöker gibiydi. Duygularım o kadar yoğundu ki ne hissettiğimi bile ayırt edemiyordum. İçimde biriken gözyaşlarına engel olamadım. Sessizce ağlamaya başladım. Sadece o sessizlik, yalnızlık ve içimde büyüyen tarifsiz acı…

 

Zaman ne kadar geçti bilmiyordum. Belki bir saat, belki daha fazla. Ama sonunda gözyaşlarım tükenmiş gibi hissettim. Boğazım kurumuş, gözlerim yanıyordu. Derin bir nefes aldım, ama içimdeki o boşluk dolmamıştı. Hala Hüseyin’i düşünüyordum. Onun için hiçbir şey yapamamak, bu çaresizlik hissi beni mahvediyordu.

 

Zorla doğruldum, başım dönüyordu. Dizlerim titriyordu ama ne olursa olsun kalkmam gerekiyordu. Hüseyin’in yanında olmalıydım. Onu yalnız bırakmamalıydım. Yavaşça yatağın kenarına oturdum, ellerimle yüzümü ovuşturdum. Aynada kendime baktığımda solgun, bitkin bir kadın gördüm. Ama bu halime bile aldırmadım.

 

Bir an duraksadım, ayaklarım beni taşıyacak mıydı bilmiyordum. Dizlerim güçsüzdü ama yine de zorla kalktım. Yürümek bile işkence gibi geliyordu, her adımda başım döndü, vücudum sanki kendini taşımayı reddediyordu. Ama pes edemezdim. Kapıya yöneldim, kapının koluna sıkıca tutunup açtım. Koridorda yalnızdım, birkaç adım attım. Hüseyin’in odasına gitmek istiyordum, ne pahasına olursa olsun.

 

Kapıdan dışarı çıktığımda babamı koridorun sonunda gördüm. Derin bir nefes aldım, göz göze geldik. Hemen yanıma geldi, gözleri endişeyle doluydu.

 

“Şeyma, nereye gidiyorsun?” dedi sert bir şekilde. “İyi değilsin, biraz dinlenmelisin.”

 

Başımı kaldırıp ona baktım, gözlerimdeki kararlılığı gördü. “Hüseyin’in yanına gitmem lazım, baba. Onu yalnız bırakmam.”

 

Babam bir an için tereddüt etti, ama sonra kesin bir kararlılıkla yanımda durdu. “Hayır, Şeyma. Bu durumda seni bırakmam. Odanın dışında kalmanı istiyorum.”

 

Sesindeki otoriter ton beni duraklattı, ama aynı zamanda onu dinlemeye de zorladı. “Ama...”

 

“Yeter! Artık dinlenmen gerekiyor. Bu halinle kendine zarar veriyorsun,” dedi, sesi yüksek ve netti. “Hüseyin’in yanında olmalısın, ama senin sağlığın da önemli. Önce kendine gelmelisin.”

 

İçimdeki dirençle birlikte başımı eğdim. Babamın kararlı tavrı, yorgunluğumla birleşince beni sessizliğe itti. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

"Baba... Lütfen..."

Başımı ellerimin arasından kaldırıp derin bir nefes aldım. “Baba, Hüseyin’in yanına gitmem lazım,” dedim, sesim neredeyse yalvaran bir tondaydı.

 

Babam sessizce beni izledi. Gözlerinde karışık bir ifade vardı; hem beni korumak istiyor hem de acımı anlıyordu. Ama sonunda derin bir nefes aldı, ellerini omuzlarıma koyarak hafifçe sıktı. “Peki, ama yalnız gitmeyeceksin. Seni bırakmam.”

 

Başımı salladım ve birlikte Hüseyin’in odasına doğru yürüdük. Kalbim deli gibi atıyordu, her adımda başım daha da dönüyordu ama pes edemezdim. Onu görmek zorundaydım.

 

Odaya vardığımızda kapıyı açtık. Hüseyin’in yatağında yatan solgun bedeniyle karşılaştım. O an nefes almakta bile zorlandım. Dizlerimin bağı çözüldü, ama babam kolumdan tutarak ayakta kalmamı sağladı.

 

“Hüseyin…” dedim, boğuk bir sesle. Adeta fısıldar gibiydim.

 

Yatağının başına geldim, ellerim titriyordu. Yavaşça oturdum ve onun elini avuçlarımın arasına aldım. Soğuktu, ama hâlâ buradaydı. Bu bana biraz olsun umut veriyordu. Hüseyin’in gözleri kapalıydı, derin bir uykuya dalmış gibiydi. İçimde bir umut belirdi: belki açardı o gözleri, belki bana bakardı...

 

Babam sessizce yanımda duruyordu, varlığını hissedebiliyordum. Bir an bana bakıp, ardından odadan çıkmayı düşündü ama gitmedi. Beni yalnız bırakmak istemediğini biliyordum.

 

Tam o sırada Hüseyin’in ailesi de odaya girdi. Her biri farklı bir duyguyla yaklaşıyordu; Elmira annem gözyaşları içinde, Cahit amca ise suskun ve ağır adımlarla geliyordu. Hepsi başıma toplandı, ama bu ilgi beni boğmaya başladı.

 

“İyi misin kızım?” diye sordu kayınvalidem, gözlerinde korku dolu bir bakışla. “Başka bir şeye ihtiyacın var mı?”

 

Ardından Hüseyin’in ablası: “Abla, nasılsın? Biraz dinlensen iyi olacak.”

 

Cahit amca: “Şeyma, bak ne istersen söyle. Sana yardım edelim.”

 

Hepsi bir ağızdan konuşuyordu, her biri farklı bir kafadan. Sesler odanın içinde yankılanıyor, kulaklarımda uğuldayan bir gürültüye dönüşüyordu. Kalbim sıkıştı, nefes almakta zorlandım. Başım dönmeye başladı. Bu kadar ilgi, bu kadar endişe... Artık daha fazla dayanamayacaktım.

 

Yeter! Başımı ellerimle tuttum, nefesimi kontrol etmeye çalıştım ama olmadı. Birden gözlerimden yaşlar boşandı.

 

“Yeter! Gidin... Gidin başımdan. Yalnız kalmak istiyorum."

 

Odaya sessizlik çöktü. Herkesin yüzü şaşkınlıkla dondu ama içimdeki o ağırlık geçmemişti.

"Şeyma... senin için burdayız. Bizim yapmamız gerekirken neden..."

Sesi kırgın ve kızgın çıkıyordu kayınvalidemin.

"Biliyorum anne" nefes nefese. "Ama...boğuluyorum. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var. Lütfen..."

Herkes bir an duraksadı. Birbirlerine bakıp sessizce çıkmaya başladılar.

 

Hüseyin'in elini avuçlarımda hissettiğim an, zaman durdu sanki. Her şey, her ses, her nefesin ağırlığı aniden kayboldu. Soğuk elleri avuçlarımdaydı, ama o eller bir zamanlar bana sımsıkı sarılan, beni koruyan ellerdi. Şimdi ise cansız ve hareketsiz yatıyorlardı, sanki çok uzak bir yerden geri dönmeyi bekliyormuş gibi… İçimdeki o karanlık kuyu gittikçe derinleşiyor, beni içine çekiyordu.

 

Alnımı yavaşça ellerine koydum. Sanki bu basit dokunuşla ona biraz olsun hayat verebilirmişim gibi, tüm umudumu o an’a yükledim. Sanki onu geri getirmek için yapabileceğim tek şey buymuş gibi, nefesim titredi. Gözyaşlarım hiç durmadan süzülüyordu, artık onları kontrol edemiyordum. Sessizce, kendimi tutmaya çalışarak ağlıyordum; ama sesim titreyerek boğazımda düğümleniyor, çıkmaya çalışıyordu. Gözlerim kapalı, sadece Hüseyin’in varlığını hissetmek istiyordum.

 

“Uyan… ne olur uyan artık…” dedim, sesi kısık, titrek bir fısıltıyla. Sözcükler boğazımdan çıkarken her biri bir yara gibi içimde kanatıyordu. Ne kadar güçsüzdüm. Neler yaşadık, neler atlattık, ve şimdi burada, bu yatakta neden yatıyordu? Hüseyin’in sessizliği beni daha da tüketiyordu. Her nefes alışımda içimdeki umut biraz daha eksiliyordu.

 

Gözlerimden süzülen yaşlar onun ellerine damlıyordu, sanki bu dünyadan gitmesini engellemek için onları tutan son bağlarmış gibi. Ellerini sıkıca tuttum, nefesim hızlandı. İçimde bir şeyler kopuyordu. “N’olur, Hüseyin, beni bırakma… N’olur...” Sözlerim titrek bir iniltiye dönüştü, kısık ama inatla yükselen bir feryada… Yalnızca onun bana bir cevap vermesini istiyordum, yalnızca bir hareket, bir işaret...

 

Ama o hareketsizdi.

 

Bitkindi bedenim. Üç gündür gözlerimi kapatmamıştım, uyku denilen şeyden uzaklaşmıştım. Zihnim yorgun, kalbim yaralıydı. Ama Hüseyin’e bir şey olursa... Buna nasıl dayanırdım? Derinlerde bir yerlerde, toparlanmam gerektiğini söylüyordum kendime, ama hiçbir şey işe yaramıyordu. Gücüm tükenmişti. İçimde bir ağırlık vardı, her şey daha da kötüleşiyordu.

 

O an babam sessizce bana yaklaştı. Gözlerimdeki umutsuzluğu görmüştü, hissediyordum. Ağır adımlarla yanıma geldi, elini omzuma koydu. İstemeden de olsa, beni bu anın yalnızlığıyla bırakması gerektiğini biliyordu. Sessizce başını eğdi ve o da gözyaşlarını tutamayarak odadan çıktı. Babamın yaşları bile benimkiler kadar derindi, ama bana alan bırakmak zorundaydı.

 

Odanın loş ışıkları altında, sadece Hüseyin ve ben kalmıştık. Sessizliği, hıçkırıklarım bozuyordu. İçimde kopan fırtınaları dışarı vuramamış, sadece titreyerek ağlıyordum. Hüseyin’in üzerine yavaşça başımı koydum, alnım onun göğsüne yaslandı. Varlığı, bana uzak bir hatıra gibi geliyordu; sanki birazdan bu da elimden kayıp gidecekti. Hıçkırıklarımın ritmi onun yavaşça inip kalkan göğsüne karıştı. Soğuk bedenine sığınıp son bir umutla beklemeye başladım.

 

Derken... Hüseyin’in göğsü hafifçe titredi. Başımı kaldırdım, gözlerimdeki yaşlar bulanık bir perde gibi her şeyi kaplıyordu. “Hüseyin?” dedim, sesim kısık bir umutla.

 

Gözlerini yavaşça araladı. O an, dünyamın karanlığı bir ışıkla aydınlandı. Sanki onun sesi ruhumun derinliklerinde yankılandı. Gözlerinin içinde bir hayat belirtisi gördüm. Gözlerimiz buluştuğunda, o solgun yüzünde bir gülümseme belirdi, ince bir çizgi gibi ama gözlerinden gelen bir ışık vardı.

 

Ağzındaki oksijen tüpüne rağmen, o tanıdık ifade… Sanki “buradayım” der gibiydi. O an gözlerimden dökülen yaşlar hızlandı.

 

“Sen... sen buradasın,” dedim, hıçkırıklarıma karışan bir gülümsemeyle. Gözlerimden yaşlar süzülürken, bir umut ışığı kalbimi doldurdu. Hüseyin’in bakışlarında gördüğüm o sevgi, beni hayata bağlayan tek şeydi.

 

Onun o zayıf gülümsemesi içime tarifsiz bir umut serpti. Ama bir anda kalbimdeki o ağırlık beni öyle bir sarstı ki, daha fazla duramadım yerimde. Odaya dökülen sessiz hıçkırıklar yerini, içimde yükselen bir fırtınaya bırakmıştı. Nefeslerim düzensizleşti, gözlerim önümü zor seçer hale geldi.

 

Gözyaşlarımı sildim aceleyle, Hüseyin’in elini bıraktım ve hızla ayağa kalktım. Bedensel bir acı mı yoksa içimdeki tarifsiz korku mu beni böyle güçsüz bırakıyordu bilmiyordum, ama her şey bulanıklaşıyordu. O kadar yorgundum ki… Ellerim titriyor, ayaklarım beni taşıyamaz hale geliyordu. Dudaklarım kurumuş, beyazlaşmıştı. Gözaltlarım morarmış, neredeyse tanınmaz bir hale gelmiştim.

 

Bir an nefes almaya çalıştım, ama boğuluyor gibi hissettim. Hüseyin’in başucundaki makineler düzenli bir şekilde çalışmaya devam ediyordu, sanki bana inat eder gibi. İçimdeki o boğucu korku, bir volkan gibi patladı.

 

“Uyandı…” diye fısıldadım, sesim titrek ve inceydi. Ama o an, sanki dünya bir anda üzerime yıkılmış gibiydi. “Uyandı!” diye tekrarladım, ama bu sefer daha yüksek. Odaya sesim yankılandı.

 

Hemşireler, orta alanda form doldururken hızla içeri girdiler. Hüseyin’in nabzını ve nefesini kontrol etmeye başladılar. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, ne olduğunu anlamaya çalışırken bir an daha ayakta duramayacağımı hissettim.

 

Zorlukla dışarıya çıktım, gözlerim hala Hüseyin’e kilitliydi. O koridorda yürürken, bir süre her şey sessizdi. Ama sonra dışarıdaki uğultular, yanımdan geçen insanların ayak sesleri, her şey o kadar hızlı akmaya başladı ki...

 

Babam koridorun sonundaki sandalyede oturuyordu. Gözleri kızarmış, ama belli ki sabrını zorlayan bir çaresizlikle beni bekliyordu. Ona doğru güçsüzce yürüdüm. Bir anlık bir umutla kendimi bıraktım, tüm yorgunluğum ve acım ona aktı sanki.

 

Yanına çöktüğümde, o güçlü ellerini omuzlarımda hissettim. Ama bu, bana daha çok acı veriyordu. Kendimi daha da çaresiz hissetmeye başlamıştım. "Baba…" diye fısıldadım, sesim o kadar kısık çıkmıştı ki, aslında bir ses olup olmadığından emin değildim. Ama gözlerim bir anda boşaldı, dudaklarım titredi. Boğuluyormuş gibi hissediyordum.

 

"Şeyma," dedi babam, gözlerinde hem acı hem de anlayış vardı. Ama artık ona bile bakamıyordum. Hüseyin’in yanına geri gitmek istiyordum, onu bırakmak, bu kadar çaresiz bir şekilde kalmak istemiyordum. Ama bedenim beni zorluyordu, üç gündür ayakta kalmak için verdiğim savaşı kaybediyordum.

 

Yorgunluk vücudumu esir aldı. Koridorda oturduğum yerde nefesim düzensizleşti. Etrafımdaki insanlar konuşuyor, endişeli bakışlarla bana bakıyorlardı ama ben yalnızca Hüseyin’i görebiliyordum gözlerimi kapattığımda bile. Gözyaşlarım, hiç durmaksızın akmaya devam ediyordu. Her hıçkırık bir sızı, her nefes bir yara gibiydi.

 

“Uyandı,” diye fısıldadım bir kez daha, kendi kendime. İçimdeki sesleri susturmak, o acıyı dindirmek istiyordum ama her şey daha da karanlıklaşıyordu. Babam ellerini omzuma koydu, ama o bile beni sakinleştiremiyordu artık.

Ayağa kalkmaya yeltenmiştim ki babam, bu kez daha güçlü bir şekilde kolumdan tuttu. "Bu sefer olmaz Şeyma, duracaksın!" dedi, sesi titrek ama kararlıydı. Gözlerinde beni durdurmaya çalışırken yaşadığı çaresizlik ve derin korku vardı. O koca adam, her zaman dimdik duran babam, şimdi hüznün içinde kaybolmuş gibiydi. Gözlerinde hissettiği acı, kendi içimde hissettiğim acının bir yankısıydı.

 

"Yapma baba... Hüseyin'in yanında olmam gerek," diye inledim, ama sesim titremeye başladı. İçimde yükselen bir isyan, bir kırılma vardı. Üç gündür uykusuzluk ve çaresizlik beni zayıflatmıştı, ama Hüseyin’i yalnız bırakma düşüncesi beni daha da tüketiyordu.

 

"Şeyma, kendine bu eziyeti yapmana izin veremem," dedi babam, bu kez sesi daha da yükseldi. "Bırak onu, bir süre dinlen! Sen böyle devam edersen Hüseyin uyanmadan önce kendini kaybedeceksin!" Sözleri keskin ve gerçekti. Bu sefer beni bırakmıyordu. Gözlerim doldu, sesim çatladı, ama direnemedim.

 

Kollarım yavaşça düştü, bacaklarım titremeye başladı. Babamın güçlü elleri beni yavaşça geri çekti, o kadar güçsüzdüm ki istemsizce teslim oldum. İçimdeki tüm o yoğun duygular bir volkan gibi patlamaya hazırken, babamın bu kararlı duruşu beni yavaşça kontrol altına aldı.

 

"Hüseyin... ona bir şey olursa..." dedim, ama cümlemi tamamlayamadım. Babam beni sandalyeye oturttu, gözlerinden akan yaşları silmeden, "Hiçbir şey olmayacak kızım... O bizimle kalacak. Ama senin de burada kalman lazım. Hüseyin sana ihtiyaç duyduğunda yanında olmalısın, ama bu şekilde değil. Bu şekilde kendini kaybedersin."

 

O an babamın ne kadar haklı olduğunu anladım, ama kalbim kabullenmek istemedi. Yine de, babamın güven veren o sıcaklığı ve kararlılığı, beni bir nebze de olsa sakinleştirdi. Titreyen ellerimle yüzümü kapattım, derin bir nefes aldım ama gözyaşlarım hiç durmadı.

Birkaç saat geçmişti ama zamanın nasıl aktığını bile fark edemiyordum. Babamın beni oturttuğu o sandalyede, başım ellerimin arasında, titreyerek bekledim. Gözlerim kurumuştu ama içimde kopan fırtına bir türlü dinmek bilmiyordu. Bedenim ağır, ruhum ise paramparça gibiydi. Hüseyin’in yanına gitmek için her hamle yaptığımda babam beni geri çekti. Gözlerinde hep o kararlı, beni korumaya çalışan ifade vardı. Ama ben... ben orada, o hastane odasında olmalıydım.

 

Saatler sonra, koridorda ağır ağır yürüyerek odadan çıkan bir hemşireyi gördüm. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. "Ne oldu? İyi mi?" diye sordum, sesim çatlamış, kurumuş bir dal gibiydi.

 

Hemşire, bana doğru hafifçe gülümsedi. "Durumu sabit, Şeyma Hanım. Ama hâlâ çok dikkatli olmalıyız." O sözler bir nebze olsun içimde bir umut kıvılcımı çaktı, ama yeterli değildi. Hiçbir şey, Hüseyin’i gözlerimle görmeden beni rahatlatamazdı.

 

Birkaç saat sonra, babam sonunda bana izin verdi. "Git şimdi, ama fazla kalma," dedi, sesi yumuşak ve endişeli. Onun o sakin sesi bile, içimdeki fırtınayı durdurmaya yetmiyordu.

 

Yavaş adımlarla Hüseyin'in odasına girdim. O loş ışıkta, her şey daha da bulanıklaşıyordu. Hüseyin’in yüzü solgun, nefesi derin ama zayıftı. Tüm vücudum donmuş gibiydi, adımlarım ağırlaştı. Yavaşça yanına yaklaştım, elini tuttum. Sanki dünyadaki tek bağım o an o eldi.

 

"Ellerin ne kadar soğuk," diye fısıldadım. "Hüseyin, uyan ne olur... Buradayım, yanındayım. Her şey düzelecek, ama uyanman lazım." Gözlerim dolmuştu ama bu kez ağlayamıyordum. İçimde biriken duygular bir dağın ardında kalmış gibiydi, patlamayı bekleyen bir yanardağ misali.

 

Başımı Hüseyin’in göğsüne koydum. O zayıf kalp atışlarını duyabilmek, beni biraz olsun rahatlatıyordu. "Sana ihtiyacım var," diye fısıldadım, sesim titriyordu. "Lütfen... uyan artık."

 

O an içimdeki tüm güç kırıldı. Gözyaşlarım geri döndü ve başımı Hüseyin’in göğsüne koyarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Kendimi tutamıyordum artık. Her nefesimde, onun o soğuk ellerini daha sıkı kavrıyordum. Ama o hala sessizdi, hâlâ derin bir uykudaydı.

 

"Yapma bana bunu, Hüseyin... Sensiz ne yaparım ben?" dedim, sesim artık kısılmış, bitkin haldeydi. Gözlerimi kapattım, belki de uyumak, her şeyden kaçmak istiyordum. Ama o an Hüseyin’in eli parmaklarımın arasından hafifçe oynadı. Hemen başımı kaldırdım.

 

Gözleri yavaşça açılıyordu, o solgun yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. Ağzındaki oksijen maskesi altında o tebessümü gördüğümde, kalbimdeki o fırtına bir anda dinmiş gibi oldu. O an bana, gözleriyle, her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Gözlerimden yaşlar akarken, Hüseyin de o maskenin altından gülümsüyordu.

 

"Hüseyin..." diye fısıldadım, sesim titreyerek. Onun o solgun ama hayat dolu bakışlarıyla göz göze gelmek, bana dünyaları vermişti. Gözyaşlarım durmaksızın akarken, Hüseyin’in parmakları ellerimin arasında biraz daha güçlendi.

 

Hüseyin’in yanında başımı göğsüne koymuş, derin hıçkırıklarla ağlıyordum. Her şey sessizdi, sanki zaman durmuş, dünya sadece benim ve onun etrafında dönüyordu. Gözyaşlarım, içimdeki umudu biraz olsun yaşatmaya çalışırken, Hüseyin’in soğuk, ama hâlâ güçlü olan ellerini sıkıyordum. İçimdeki fırtına dinmek bilmeyen bir kasırga gibi sürüyordu.

 

Bir anda, parmaklarının avucumun içinde hafifçe kıpırdadığını hissettim. İlk başta bunun bir hayal olduğunu düşündüm, ama dikkatle tekrar hissettim. Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Ellerimi onun ellerine biraz daha sıkıca sardım. Onun parmakları yavaşça hareket ederken, gözlerim onun her hareketini izliyordu.

 

Hüseyin’in göz kapakları titremeye başladı. Yavaşça aralandı. İlk başta belirsiz bir şekilde bakıyordu ama gözleri, karanlık odada parlayan bir yıldız gibi aydınlanıyordu.

 

“Şeyma...” diye fısıldadı, sesi güçsüz ve neredeyse duyulmaz bir seviyedeydi. Ama o kadar değerliydi ki, bu kelime tüm dünya için bir anlam taşıyordu.

 

“Hüseyin! Sen... sen uyanıyorsun!” dedim, sesim boğuk ama umut doluydu. Gözlerimden yaşlar düşerken, onun gözlerine daha sıkı sarıldım. “Lütfen, her şeyin iyi olduğunu söyle.”

 

Hüseyin, başını hafifçe çevirdi, gözleri bana odaklandı. Oksijen maskesi altında, belirsiz ama tatmin edici bir gülümseme belirdi. “Şeyma, çok... üzgünüm...”

 

“Hayır, üzgün olma,” diye fısıldadım, gözlerimden akan yaşları silerken. “Sadece uyanmanı bekledim, senin yanındayım. Her şey geçecek. Uyan, lütfen.”

 

Hüseyin, güçsüz bir şekilde başını hafifçe kaldırdı ve gözleriyle beni takip etti. Yavaşça elini avucumun içine koydu, parmaklarını sıkıca kavradı. “Senin... yanında... olmak... istiyorum,” dedi, sesi giderek güçleniyordu. Her kelime, o an için bir mucize gibi geldi.

 

O an, gözlerimden düşen yaşlar hızla aktı, ama bu sefer sevinçten. Hüseyin’in gözlerinde bir ışık vardı, o ışık tüm korkuları, belirsizlikleri aydınlatıyordu. “Seni çok seviyorum,” dedim, sesim titrek ama derin bir sevgi doluydu.

 

Gözlerim dolmuş, kalbimde bir rahatlama hissetmiştim. Hüseyin, gözlerinin derinliklerinde bir parıltıyla bana bakarken, ben de onun ellerine sıkıca sarıldım. Başımı onun göğsüne koyarak, gözlerim kapalı, kalbimdeki tüm korkuların yerini huzura bıraktığını hissettim.

 

Bu an, her şeyin yeniden başladığı, umut dolu bir başlangıcın işaretiydi. Hüseyin’in zayıf ama kesin bir şekilde geri dönmesi, bana en büyük gücü ve umudu verdi. O an tüm dünya sadece bizdik ve her şeyin yoluna girmesi için gereken tek şey, birbirimize olan bu güçlü bağdı.

 

Gözlerini yeniden açıp bana fısıldamasıyla içimde bir güç patlaması olmuştu. O an her şeyin üstesinden gelebileceğimi, her zorluğu aşabileceğimizi hissettim. Ama ne kadar sevinçle dolsam da, gerçekler kendini hatırlatmaya başladı. Hüseyin hâlâ çok zayıftı, konuşmak için bile güç toplaması gerekiyordu. Kalbimdeki bu sevinç dalgası yavaş yavaş yerini bir endişeye bırakmaya başlamıştı.

 

Hastane odasının loş ışıkları altında, Hüseyin’in yüzü solgundu. Oksijen maskesinin altındaki zayıf nefesi, her şeyin daha bitmediğini hatırlatıyordu. Bu sevincin hemen peşinden gelen bu kırılganlık beni bir kez daha sarstı.

 

Bir süre onun yanında sessizce oturdum, sadece elini tuttum ve derin derin nefes alıp verişini dinledim. Hüseyin bir şeyler söylemek ister gibi dudaklarını kıpırdatıyordu, ama yorulmuştu. “Konuşma, şimdi dinlen,” dedim, sesimde bir anne şefkati vardı. İçimde ise her şeyin bu kadar belirsiz olması korkusu hâlâ kıpırdanıyordu.

 

Tam o sırada kapı yavaşça aralandı. Babam, yüzünde kocaman bir endişeyle içeri girdi. Yavaş adımlarla yanıma yaklaştı. Gözleri hâlâ hafifçe nemliydi. Hüseyin’in uyandığını görmek ona da büyük bir rahatlama vermişti, ama bu rahatlamanın altında ne kadar yorgun olduğunu görebiliyordum. Babam, ellerini omzuma koydu ve hafifçe sıktı.

 

“Şeyma, artık biraz dinlenmelisin,” dedi babam, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Üç gündür gözünü bile kapatmadın. Onun yanında olduğun yeter, şimdi biraz kendine bak.”

 

Başımı iki yana salladım. “Hayır baba, burada kalmam lazım. Hüseyin’in yanında olmalıyım.”

 

Babam derin bir nefes aldı, gözlerinde bir çaresizlik vardı. Bana zarar verdiğini bilerek bir şey söylemek istemiyordu ama benim bitap halimi görüyordu. “Kızım,” dedi, sesi bu sefer biraz daha sertleşmişti. “Eğer sen kendine iyi bakmazsan, ona nasıl destek olacaksın? İkimiz de biliyoruz ki Hüseyin’in sana ihtiyacı var. Ama önce senin toparlanman gerekiyor.”

 

Gözlerim doldu, ama babamın haklı olduğunu biliyordum. O an, tüm yorgunluğum, hüznüm ve sevincim iç içe geçmişti. Üç gündür içimde biriktirdiğim her şey, o hastane odasında, Hüseyin’in solgun yüzüne bakarken bir kez daha su yüzüne çıktı. Yavaşça Hüseyin’in elini bırakıp başımı eğdim.

 

“Tamam,” dedim, sesim kısık ve hüzünlüydü. “Ama onu yalnız bırakmak istemiyorum. Onunla olmam lazım, o bana ihtiyacı olduğunda burada olmam lazım.”

 

Babam beni hafifçe omuzlarımdan tutarak kaldırdı. “O zaten burada,” dedi. “Ve sen de hep onun yanında olacaksın. Şimdi biraz dinlen, çünkü Hüseyin iyileştiğinde yanında seni güçlü görmek isteyecek.”

 

Babama baktım ve istemeyerek de olsa kabul ettim. Hüseyin’in yanında kalmak ne kadar istesem de, haklıydı. Zayıf düşmüştüm, ona en iyi şekilde yardımcı olabilmek için önce kendimi toparlamam gerekiyordu.

 

Son bir kez Hüseyin’e baktım. O, zayıf bir gülümsemeyle bana baktı. Gözlerinde bir umut vardı, her şeyin düzeleceğini biliyordu. Ben de bu umutla derin bir nefes aldım ve babamın koluna girerek odadan çıkmaya karar verdim.

 

Biliyorum, bu sadece bir başlangıçtı. Hüseyin'in iyileşmesi için uzun bir yol vardı. Ama onun bu uyanışı, benim de yeniden ayağa kalkmam için bir işaretti. Ne olursa olsun, birlikte bu zor süreci atlatacağımıza inanıyordum.

(Şovalyemizin gözünden:))

Gecenin son saatlerinde gözlerimi yavaşça araladım. Hastane odasının loş ışıkları, tüm her şeyi yumuşak bir huzurla aydınlatıyordu. Gözlerim, yavaşça odanın içindeki manzaraya odaklandı; başucumda annem, başını hafifçe eğmiş bir şekilde uyuyakalmıştı. Gözlerinde derin bir yorgunluk ve endişe vardı ama aynı zamanda bir huzur da mevcuttu.

 

Annemin yanındaki yerde, bir başka güzel tablo daha vardı: Şeyma, uyurken başını koluma yaslamış ve ellerimi sıkıca tutuyordu. O an, içimden bir sevgi dalgası geçerken, göğsümdeki kurşun yarasının acısı her an kendini hatırlatıyordu. Ama bu acının içinde bile, Şeyma’nın yanımda olmasının verdiği huzuru derinden hissettim.

 

Yavaşça, kendimi en azından biraz dönebilmek için zorladım. Göğsümdeki ağrı her hareketle hafifçe kesiliyordu ama Şeyma’nın yanımda olduğunu görmek, tüm bu acıyı unutturuyordu. Onun huzurlu uykusunu, gözlerinde taşıdığı endişeyi, içimdeki her şeyin daha anlamlı olmasını sağlıyordu.

 

“Ah, deli kız,” diye mırıldandım, sesim zayıf ve yorgundu ama içinde derin bir sevgi barındırıyordu. “Şu haline bak. Benle birlikte canın çekilmiş. Güzelim benim.” Yavaşça, başını nazikçe okşadım ve alnına hafifçe bir öpücük bıraktım. O an, dudaklarımın bu dokunuşu, kalbimdeki tüm sevgiyi ve şefkati anlatıyordu.

 

Şeyma’nın başını hafifçe eğdiği o an, içimdeki her şeyin ona olan derin bağlılığı ve sevgiyi yansıtıyordu. O, en karanlık anlarımda bile, içimi aydınlatan bir yıldız gibi parlıyordu. Şeyma’nın uyuyakaldığı bu an, bana yalnızca huzuru değil, aynı zamanda içimdeki tüm zorlukları göğüsleyebilecek gücü veriyordu.

 

Gözlerimi tekrar kapatıp, derin bir nefes aldım. Şeyma’nın varlığı, içimde bir ateş gibi yanıyor, bana her şeyin daha iyi olacağına dair güçlü bir inanç veriyordu. Onun yanımda olması, yaşadığım acıları ve zorlukları unutturuyor, her şeyin daha anlamlı ve güzel olmasını sağlıyordu.

 

Bir süre daha, Şeyma’nın huzurlu uykusuna bakarak, içimdeki sevgiyi ve bağlılığı hissettim. Onun yanında olmak, bana her şeyin daha iyi olacağına dair umut veriyor ve kalbimdeki tüm yükleri hafifletiyordu. Şeyma’nın başını nazikçe okşayarak ve alnına bir öpücük bırakarak, derin bir huzur içinde tekrar uykuya daldım. İçimdeki sevgi ve umut, onun yanındaki bu anın verdiği rahatlıkla daha da güçleniyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%